Süllü Hoca’ya bir göz attıktan sonra dikkatim hemen önündeki leğene kaymıştı. İçi su dolu bir leğenle ne yaptığına hiç anlama verememiştim doğrusu. Ayaklarını mı yıkıyordu?
Aklım deli sorularla doluyken, bir anda suda bir gariplik olduğunu fark ettim. Suyun yüzeyi ayna gibi berraktı. Lakin içinde kıpırdayan renkli şeyler gördüm önce. Hemen dikkat kesildim ve iyice baktım…
“Suda insanlar var!” diye haykırmıştım hemen, büyük bir heyecan hissetmiştim. Hemen leğenin başına geçtim ve izleyemeye başladım. Tabi bu durum ilginç olsa da o yaşlardaki benim için çok da şaşılacak bir şey değil. Televizyon dediğimiz bir kutunun içinde nasıl insanlar olabiliyorsa, bir kap suyun içinde de insanlar olabilirdi, diye düşünmüş olmalıyım…
O sırada Peynirci Hasan emminin karısıyla yaptığı küfürlü kavga ve Hacı Mehmet emminin süte su katarken yakalanması gibi güncel konularda sohbete devam eden Süllü Hoca ve annem şaşırmışlardı tabi.
En çokta Süllü Hoca şaşırmış olacak ki, “Gerçekten sudaki insanları görebiliyor musun?” diye büyük bir hayretle sormuştu.
Ben de dikkatimi dağıtmadan başımı sallamıştım. Çünkü ne zaman başka yöne baksam, görüntü bozuluyordu. Bu şeyin anteni çok hassas olmalıydı…
“Töbe de töbe!” Annem hemen oturduğu yerden fırlayıp, “Suyun içinde insan olur mu hiç? Bak şuna Süleyman oğlum, hep böyle dikkat çekmeye çalışıyor. Sen şuna bir muska yazıver sana zahmet…” dese bile, göz ucuyla da olsa suya baktığını biliyorum. O sırada beni de çekiştirip sudan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bense TV’de en sevdiği çizgi filmi görmüş çocuk gibi ayrılmayı reddediyor, leğenin kenarlarına sülük gibi yapışırken, içine bakmaya devam ediyordum. Televizyonda hiç görmediğim ilginç bir şeyler görüyordum çünkü…
Annemse bir dakika daha suyun yanında kalmak istemiyordu, belli ki hem korkuyor hem de beni bırakamıyordu. “Bismillahirrahmanirrahim….” diye hemen bildiği duaları okumaya başlamıştı bile.
Süllü abi bile çekişmemize daha fazla dayanamadı ve “Tamam tamam, kalsın.” diyerek annemi sakinleştirdi. “Baksın bişey olmaz. Hem tedavi edeceksek gördüğü şeye göre yaparız, daha isabetli olur.” demişti.
Bunun üzerine sakinleşen annem tekrar köşesine çekildi ama homurtusundan bildiği duaları içinden okumaya devam ettiği belliydi.
Sonra Süllü Hoca bana döndü ve “Ne görüyorsun amcaoğlu?” diye sormuştu.
“Bir adam ve kadın” diye cevap vermiştim.
“Yaa…” Süllü Hoca dikkatle dinlemeye başladı. Annem bile ilgilenmiş gibiydi. “Peki kim onlar?”
Bir tür hipnoz seansında transa girmiş gibiydim. Süllü Hoca’nın kibar sesine cevap vermek zorundaymışım gibi hissediyordum ve ” Bilmiyom…” dedim.
“Az önce çıkan misafirler olmasın? Dikkatli bak.” Sesinde bariz bir merak vardı.
Öyle söyleyince biranda kadın tanıdık geldi. Kapıda sadece yüzünü gördüğüm için görüntüdeki kadınla bağdaştırmamıştım ilk önce. “Evet. Kadın az önceki misafirdi ama adam yabancı, onu tanımadım…” dedim.
“Hmm, nasıl olur?” Süllü Hoca şaşırmıştı. “Daha dikkatli bak, emin misin?” diye ısrar etse de ben artık bakmak istemiyor, bakışlarımı kaçırıyordum.
Süllü Hoca bendeki garipliği fark edince sorusunu değiştirdi ve “Peki ne yapıyorlar? Ne hakkında konuşuyorlar?” diye sordu.
“Önce konuşuyorlardı…” dedim önce. “Sonra soyunmaya başladılar ve şimdi de terbiyesiz şeyler yapıyorlar.” diyebildim sadece. Bu televizyonda hiç sansür yoktu, her şey ortadaydı.
“Vay Orospi!” derken Süllü Hoca hemen elini suya soktu ve görüntüyü bulandırdı. Artık bir şey görülmüyordu. Fişini çekmek gibi bir şey yaptı herhalde diye düşünmüştüm.
“Seni gidi cavurun doğurduğu…” diye hemen annem de fırladı yine yerinden. Ben de hemen Süllü Hoca’nın arkasına saklanarak, “Bana ne kızıyon, ne gördüysem onu söylüyorum işte” diye sitem etmiştim. Hep doğruları söylediğim için haksızlığa uğradığımdan, hayal kırıklığı içindeydim.
Süllü Hoca tekrar araya girdi ve annemi sakinleştirip, bu sefer doğrudan eve yolladı. Zaten evlerimiz yakın olduğu için tek başına geri dönebilirdim.
Durumunun ağır olmadığını ama tedavinin uzun süreceğini söyleyip onu ikna etmişti. Hatta önceki yanlış anlaşılmayı bile gidermişti. Güya karı koca arasında huzursuzluk vardı. Süllü Hoca da huzursuzluğun nedenini bulabilmek için, cin toplamış ve bir görüntü almak istemişti. Ama hiçbir şey görememişti. Bu garipti, çünkü iddialarına göre olay bir musallat vakası gibi görünüyordu.
Adam, karısının vücudunda sık sık morluklar ve kızarıklıklar görünce şüphelenmişti. Lakin onun gözünde karısı, kara çarşaf giyen ve sadece yüzünü gösteren son derece iffetli bir kadındı. Kadının kendisi de bir açıklama yapmaktan kaçınıp, suçu cinlere atınca soluğu hocada almışlardı. Neticede sorunun hocalık değil, mahkemelik bir aldatma davası olduğu ortaya çıkmıştı.
“O değil de bizim muskalar boşa gitti…” demişti Süllü Hoca, annemi gönderdikten sonra. Anlaşılan sorunu bulamayınca ne olur ne olmaz deyip, birkaç çeşit muska yazmakla uğraşmıştı.
Sonra “Gel bakalım,” deyip beni tekrar suyun başına oturtup,” Bir bakalım, gerçekten neyin varmış…” demişti.
Ben de biraz korkarak, “Süllü abi gerçekten bir şeyim var mı?” diye sormuştum. Şimdi yalnız kaldığımıza göre biraz daha rahat olabilirdim. Sonuçta Süllü abiyle hep yakın olmuştum. Önceleri de pek çok ilginç şeyden sohbet etmeyi severdik. Benim bu tarz konulara doğuştan ilgili olmam, onun da işine geliyordu sonuçta.
“Sanmam,” dedi ilk önce. Hiç endişeli olmayan, rahat bir tonda “Gördüklerin konusunda endişelenme. Senin yaşındaki çocukların kalp gözü açık olur. O yüzden bir şeyler görmen, son derece normal.” diyerek, beni rahatlattı. Sonra da mutlu bir ifadeyle, “Ama her çocuk da illa bir şeyler görecek diye bir kural yok. Bir şeyler görebildiğin için, bizim işlere biraz yeteneğin olduğu belli. Hadi yine iyisin, iyisin. En kötü çırağım olur, aç kalmazsın.” demişti.
“Gerçekten olur mu?” diye hemen heyecanlanmıştım tabii. Süllü abiyle akraba olduğumuz için yakın olsak da işlerinden uzak dururduk. İş başka, dostluk başkaydı. Beni gerçekten çırağı olarak alırsa, daha önce anlatmadığı pek çok şey anlatır göstermediği pek çok ilginç şey gösterir diye düşünmüştüm.
“Olur tabi, niye olmasın? İş oraya gelirse aileni ben ikna ederim, merak etme.” diyerek karşılık vermişti. “Hem senin gibi görebilen bir çocuğa ihtiyacım var. Ben bile güçlü işaretler olmadan pek bir şey göremiyorum.”
Bizim oralarda, henüz aklı başına gelmemiş derler; yani ergenliğe girmemiş küçük çocuklar. Onların özelliği, hayal güçleri çok aktiftir. Dünyanın süre gelen şartlanmalarından, endişe ve korkulardan uzak oldukları için şeyleri olduğu gibi görmeye daha yatkındırlar. Kalpten görmek denir buna. Üçüncü göz de denilen, manevi göz henüz kapanmamıştır onlarda. O yüzden yetişkinler için zor olan pek çok doğaüstü fenomeni, ilk çocuklar fark eder. Yaş ilerleyince, dünya işlerinin baskın gelmesi sonucu bu özelliklerini yitiren insan, tekrar çocuklar gibi saf olmadıkça, bu kabiliyetlere tekrar erişmez…
Sonra karşılıklı oturduk suyun başına. Olay bu sefer benimle ilgili olduğu için uslu bir çocuk olup, iki dizimin üzerine ciddi bir şekilde oturmuştum. Önce besmele ile başlayan sonra hızlı mırıltılar halinde okunan bir dizi duadan sonra önce üzerime üflemiş, sonra da sağ elini suya batırıp alnıma sürmüştü.
Biraz suya baktıktan sonra, “Allah Allah…” dedi kendi kendine. “Hiçbir şey göremiyorum.”
“Yani iyi mi?” dedim kendi kendime.
“Hayır, iyi değil…” dedi içgüdüsel olarak. Aklında bir şey var gibiydi önce. Sonra ne dediğini fark edip, “Ama korkmana gerek yok. Bir şey çıkmasa da bazı işaretler almalıydım sadece. Ama hiçbir şey okuyamadım senin üzerinden…”
Sonra bir maşayla ocaklığın içinden kızıl bir köz alırken, “Sakın korkma.” dedi ve dumanı üzerinde közü etrafımda biraz gezdirip suya attı. Onunla da kalmadı. Duvarda asılı paltosunun cebinden bir avuç toprak alıp etrafımda gezdirdikten sonra, onu da suya döktü.
Su biraz duman ve kum bile bulanmıştı. Hoca çeşitli dualar okurken suya bakmaya devam etti ve bir nokta da “Allah!” diyerek fırladı yerinden!
Süllü abinin garip hareketlerine alışkın biri olarak ben bile korkmuştum, ani hareketinden. Neredeyse arkasındaki açık camdan aşağı düşecekti. Oturur vaziyetten, nasıl o kadar yükseğe zıplayabildi, bugün bile hala anlayabilmiş değilim.
Sonra kapının dışında bir gürültü oldu. Aynı anda Süllü Hoca, “Geldiler!” dedi.
O kadar korkmuştum ki kelimeler kifayetsiz kalırdı. Böyle bir anda gelenler kesinlikle sıradan insanlar olamazdı.
“Korkma korkma…” Diyerek korkan şahsımı sakinleştiren Süllü Hoca, “Gelenler yabancı değil, Haşim dayınlar” dedi. Sonra da gidip kapıyı açarak misafirlerini buyur etti.
“Selamün aleyküm.” diyerek üç iri yapılı adam girdi sonra odaya. Beyaz kıyafetler giymişlerdi. Önden giren sıska, yaşlı adam Haşim dayı dediğimiz kişiyken, arkasındaki iki izbandut ise oğullarıydı.
Selamlarını alıp köşeye çekilirken, suyun başında toplandılar. Süllü Haca, rahat minderini Haşim dayısına teklif etmiş kendisi yanına oturmuştu. Son derece saygılıydı.
9 Karılı Haşim derlerdi bu adama. 9 karısı, 12 oğlu vardı ve kim bilir kaç torunu vardı. Mısırdan gelen yengemiz, Molla yengenin kardeşi, Süllü abinin dayısıymış. Taa oralardan ablasını takip edip gelmiş zamanında, buralara yerleşmişler. Süllü abinin babasından kalma, mezarlığa yakın eski bir samanlığı sahiplenmişler. Kabile gibi kalabalık oldukları için tadilatını çabucak yapıvermişler samanlığın. Hatta rivayet odur ki bir gece de bitirdikleri söylenir. Köylü de yardım etmek istemiş ama kabul etmemişler. Çok dürüst insanlarmış ve karşılıksız hiçbir şey almazlarmış.
İyi insanlar olarak bilinseler de pek mahallelinin arasına karışmadıkları için haklarında çok az şey bilinir. Cenazelerde ve namazlarda da görünmeseler, insanlar var olduklarını kolayca unutabilirdi. Zamanında aldıkları tarlayı ekip biçerler, sessiz sakin kendi halinde yaşarlardı.
Kimseye zararı olmayan fakir insanlar olsalar da ben hep korkardım kendilerinden. Yabancı olduklarından mıdır nedir, etraflarında hep gerilir hep bi ürkerdim. Daha sonra öğrendim ki aslında haksız da değilmişim…
Biraz hâl hatır sorduktan sonra köşeden dinlemeye başladım. Aslında bana yardım etmek için geldiklerini öğrendiğimde utanmadan edemedim. Başlangıçta biraz çekinsem de anlattım başımdan geçenleri. Büyük bir dikkatle dinlediler.
Haşim dayı biraz sıska olsa da uzun boyluydu ve otoriter bir havası vardı. 9 eş bulabildiği için sadece bir erkek olarak bile saygıyı hak ediyordu. Kırışıklıklarla dolu yaşlanmış çehresinde, kapkara parlayan iki gözü ve arada sırada ovuşturduğu bembeyaz sakalları vardı. Başlangıçta çok sakalı yok gibiydi, özellikle çenesine doğru gürdü. Bu da onu, keçi sakalı uzatmış gibi gösteriyordu. Ucu neredeyse beline kadar iniyordu. O kadar uzaması için kaç yıl geçmesi gerekiyordu, inanın hiç bilmiyorum. Oldukça fazla olması lazım…
“Demek böyle oldu…” diyerek sesi duyuldu. Baştan sona her şeyi büyük bir dikkatle dinlemişti. Hatta çocuk olduğum için araya sıkıştırdığım bazı abartılı ifadeleri bile ciddiye almış gibiydi. Sesi derinden, gırtlaktan konuşuyor gibi kalındı ama sert değil, yumuşak duyuluyordu. Ana dilleri Arapça olduğu için böyle konuşuyorlar demişti Süllü abi bir keresinde…
“Güçlü bir musallat olabilir mi?” diye söze girdi Süllü abi.
Ben de cevabı beklerken, endişeli endişeli Haşim dayıya baktım. Zira Süllü Hoca, dayısına çok itimat ediyor gibiydi. Gerçi onunda bu tür konularda bilgisi olduğunu hiç duymamıştım.
Haşim dayı kafasını salladı. “Hayır. Üzerinde hiçbir cinni bir enerji sezemedim. Başka bir şey olmalı…”
“Ben de öyle düşünüyorum. “dedi Süllü abi. “O zaman astral boyuttan bir varlık olabilir mi?”
“Olabilir.”
Süllü abi başını salladı. “Ama şu Akaşık dede kafamı karıştırdı. Nasıl bir varlık arkasında iz bırakmaz… Bir tür Tanrı Varlık olabilir mi?”
Haşim dayı bir şey düşünmüş gibiydi. “Önce şuna bakalım. ” dedi elini kaldırırken. Elini kaldırmasıyla gözüme pencereden ışık vurdu. Ne olduğunu hiç anlamadan gölge etmek için elimi kaldırdığımda bir de ne göreyim. Tıpkı o zamanki, ellerim ve bedenim, garip harflerin üzerinde aktığı şeffaf bir ışıkla kaplanmıştı.
Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakarken, “O zamanda böyle olmuştu. Domuzdan böyle kurtuldum. Kimse bana inanmadı, görüyor musunuz?” diye sayıklamaya başladım hemen.
Süllü Hoca hemen soğuk havayı içine çekerken yanıma geldi ve beni incelemeye başladı. “Hiç bu kadar güçlü bir tılsım görmemiştim. Görüşümü tamamen engelleyebilir…”
“Korkarım benimkini bile engelleyebilir…” diye karşılık verdi Haşim dayı.
“Sizinki bile mi?” Süllü Hoca kesinlikle çok şaşırmıştı. Sanki dünyanın en şok edici şeyini duymuş gibiydi. Şaşkınlıkla açılan ağzına bir yumurta sığdırabilirdiniz. Onun gibi her türlü garip şeyi gören birisi, neden bu kadar aşırı tepki vermişti, o zamanlar hiç anlamamıştım.
Sonra Haşim dayı tekrar önündeki suya baktı ve ” Ama endişeye mahal yok. Güçlü görünse bile zararlı değil, daha çok koruyucu özellikleri var gibi.” dedikten sonra, solgun elini suda gezdirdi ve beni çağırdı. “Gel bakalım evladım. Üzerinde bu tılsım varken, sadece sen bir şeyler görebilirsin.”
Tereddüt etsem de Süllü abinin cesaretlendirmesiyle tekrar suya yaklaştım ve içine baktım. “Kendimi görüyorum” dedim. Yalan değildi. Suyun içindeki bulanıklık yatışmış, tüm pislikler dibe çökmüştü. Su tekrar ayna gibi görünüyordu ve kendi suretimi bana geri yansıtıyordu.
“Bir dakika,” dedim önce. Çünkü garip bir aşinalık hissiyle daha yakından baktığımda yansımamın arkasında bana geri gülümseyen yaşlı bir adam görmüştüm. “Akaşık dede!” dedim hemen.
Diğerleri de dikkatlice suya baksa da onların bir şey göremediği, yüz ifadelerinden belliydi.
“Tahmin ettiğim gibi, ” dedi Haşim dayı önce. Sonra, “Endişelenecek bir şey yok. Müdahale kabiliyetimizin dışında, anlayışımızın ötesindeki evrenin yüksek yasaları iş başında gibi görünüyor. Arkadaşa el verip, yakından takip etmek kâfi. Çünkü kendisi görevli…” dedikten sonra geldikleri gibi apar topar kalkıp gittiler.
Beni ve Süllü Hoca’yı bin bir türlü soruyla baş başa bırakmışlardı. Lakin abinin tecrübesi ve bilgisi gereği şaşkınlığından çabuk uyandı ve saygın tavırlarını geri kazandı.
“Demek böyle oldu…” dedi, gizemli bir anlayışa kavuşmuş gibi. O zamanlar böylesine bir farkındalığım olmadığı için, yüzündeki şaşkın ifadeden, aslında onun da hiçbir şey anlamadığını çıkaramamıştım.
“Neymiş neymiş…” diye yakasına yapışmıştım hemen.
“Tamam, çok fazla soru sorma. Dayım ‘görevli’ dedi. Yani yapacak işlerin varmış. Şimdi al bakalım şu süpürgeyi, temizliğe başla!” dedikten sonra söylene söylene yerine oturmuştu.
Ne süpürgesi ne temizliği gibi deli sorularla aklım karışmışken, “Ne dikiliyon orada, artık çırağımsın. Tabii temizlikte çırağın işlerinden birisidir.” dediğini duydum.
“Temizliği bitirdikten sonra gel, madem çırağım oldun sana anlatacaklarım var…” Kitaplığından bazı kitaplar seçerken bu son sözler, beni sevinçten havalara uçurmuş olmalıydı, çünkü sonrasında tüm günü temizlik yaparak geçirmiştim.
Bekar evinde de ne çok temizlik işi varmış arkadaş, akşama kadar bitmedi. Yorgunluktan bitap düşünce de eve gidip uyumaktan başka çarem kalmamıştı. Açıklamaların acelesi yoktu. Sonuçta bir ‘beyaz büyücünün’ çırağı olduğum günler yeni başlamıştı…