Hiper Tales Logosu
novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

HiperTale

Hiper Mitoloji 4

  • HiperTale
  • 28 Ocak 2024 16:23:28
  • 0 yorum
  • 3

Haşim dayıyı çok sık görmüyor olsam da Süllü Hoca’nın çırağı olduktan sonra hatırı sayılır karşılaşmamız olmuştu. Kısa ve öz konuşuyor olmasını yaşlılığına vermiş, insan içine pek karışmıyor olmalarını ise yabancı olmalarına bağlamış, üzerine pek düşünmemiştim. Bu buluştan sonra cinler hakkındaki yargılarım yerle bir olmuştu. Sıradan insanlardan ayırt edilemeden yaşayan bu ailenin aslında bir cin kabilesi olması hem ürkütücü hem de şaşırtıcıydı, benim için.

Cinler kendi adları ve kabile isimleri konusunda hassastırlar. İradeleri üzerinde etkileri olduğu ve büyülerde kullanılabileceği için gerçek isimlerini paylaşamıyorum. Lakin şunu bilmeniz yeterli…

Cinleri genel olarak üçe ayırabiliriz. Normal cinler, inançlı cinler ve şeytanlar.

Normal cinler tıpkı insanlar gibi iyi de olabiliyorlar, kötü de olabiliyorlar. Hiç bilemiyorsunuz. Bir inançları olsa bile inançlarına ters hareketler yapabilirler. Pek güvenilir değillerdir.

İnançlı cinler ise genellikle insanlarla irtibattan kaçınan kendi halinde yaşayan dürüst cinleri ifade eder. Müslüman, Hristiyan ve Yahudi olanları vardır. Hatta Budistler bile olabilir. İhtimaller sınırsız…

Şeytanları ise biliyorsunuz. Yabancıların Demon, Devil ya da Kötü Ruh dedikleri türler. Şeytan’ın yolundan giden ve insanlara büyük bir nefret ve kıskançlık duyan cinlerdir. İnsanlara musallat olanlar da genelde bunlardır. Çünkü bedensiz varlıklar olarak, en çok bir insanın bedenini arzularlar.

Halk arasında cin denildiğinde korkulmasının bir sebebi de hepsinin şeytan olduğunun zannedilmesidir. Oysa sadece cinlerin şeytan olabileceğini sanmayın. İnsanların içinde de şeytanlar vardır ve emin olun, insanların arasındaki şeytanlar daha tehlikelidir. Sonuçta Şeytanlık, bir yol, bir ideolojidir.

Çok şükür, Haşim dayı ve kabilesi Müslüman cinlerdenmiş. Onların üzerine gidip, belanızı aramadığınız müddetçe, sıradan insanlardan farkları yoktu. Aslında onların arkasındaki hikâye, cin olmalarından bile daha ilginçti…

Bir gün Süllü Hoca, kitaplığına yöneldi ve kalın bir kitabı çekti. Daha önceli pek ilgimi çekmeyen, ansiklopedi gibi kalın ve Arapça kitaplardan biriydi. O yüzden hiç dikkat etmemiştim. Süllü Hoca biraz tereddüt ediyor gibiydi ama dayısı hakkında zaten bir giriş konuşması yaptığımız için, sonunda kitabı alıp oturdu.

Aslında o şey bir kitap değil, kitap şeklinde yapılmış bir kutuydu.

“Hocam, bu nedir?” diye sormuştum şaşkınlıkla. “Göreceksin,” diye karşılık verirken, boynuna asılı muskayı çıkarmıştı. Bir hoca olmasından ötürü, muska taşıması normaldi. Sürekli kötü varlıklara uğraşan birisinin birkaç koruyucu taşımasından daha doğal bir şey yoktu. Fakat bunun da bir muska değil, içinde küçük bir anahtarın saklandığı, bir kese olduğunu nereden bilebilirdim.

“Hocam beni şaşırtıyorsunuz bugün…” demekten kendimi alamamıştım. “Bu kutunun içinde ne var? Yoksa defineyi benden habersiz buldunuz da altınları burada mı saklıyonuz?”

Süllü Hoca, küçük anahtarı deliğine uydurmaya çalışırken söylenmişti, “Acele etme… Birazdan göreceklerin çok önemli!”

Bu sözlerden sonra nefesimi tutmuş beklerken, sonunda garip kutu açılmıştı. Kutunun içinden, üzerinde çeşitli tılsımların çizili olduğu, eski bir deriye sarılı, bir kitap çıktı ortaya.

“Öff ya, yine mi kitap! Ben de altın var zannettiydim…”

Öyle deyince Süllü Hoca kızmıştı. “Sen ne biliyon! Bu ev ağırlığınca altından daha değerlidir, bu kitap…” derken, kitabı nazikçe tutuyordu. Yere serdiği derinin üzerine nazikçe yerleştirdi ve açmaya başladı.

Kalın ve büyükçe bir kitaptı. Dışındaki eskimiş cildi, simsiyahtı. Odayı aydınlatan ampulün ışığı bile kapağın gece gibi karanlığından kaçamıyor gibiydi. Sanki bakmaya devam edenleri içine çekecek kadar karanlıktı. Üzerinde ise anlamadığım bazı semboller ve yazılar var gibiydi. Belki de en şaşırtıcı olanı, Süllü Hoca’nın da nazikçe sildiği, kapağın tam ortasındaki yeşil plakaydı. Nasıl bir madenden yapıldığını bilmiyorum ama dokunulduğunda insanın içini ürperten bir serinlik yayıyordu. Üzerinde parlayan küçük bir sandık sembolü vardı…

Süllü Hoca, elini plakaya koydu ve bir şeyler mırıldandı. Ancak ondan sonra açıp, sayfaları karıştırmaya başladı…

Ne yazık ki kitap tamamen Arapça yazılmıştı. Okumaya kabiliyetimin çok ötesindeydi. Lakin hemen dikkatimi çekti ki kitap içerisinde pek çok çizim de vardı. Bazı tablolar; ay, yıldız, gezegen ve mekân tasvirleri ile son derece garip şekillerde hayvan çizimleri vardı. Garip bitki ve hayvan resimlerinden oluşan yaratık çizimlerini görünce, Arapça olmasıyla düşen ilgim aniden tekrar artmıştı ama kitaba dokunmama kesinlikle izin verilmiyordu. Süllü Hoca’nın çok fazla kitabı vardı ama hiçbirine bu kadar değer vermiyordu. Bu kitap ne anlatıyor olabilirdi?

“كتاب العهد yani Ahitname ya da Sözleşmeler Kitabı. Öte alemler ve gerçekliğimiz hakkında çığır açıcı bilgiler ile cinler gibi, gerçekliğimizin hemen köşesinde bekleyen her türlü doğaüstü varlığın bilgisini ve onları çağırma sanatını anlatıyor. Çağırılan varlıklar ile çağıran varlıklar arasındaki ilişkiyi ve yasaları açıklıyor. Bu açıdan Ahitname, varlıklar arasındaki sözleşmelerin kitabıdır.” diye, sabırla açıklamıştı Süllü Hoca. Sonra da devam etmişti…

“Bu kitap rahmetli anamdan bana yadigardır. Annemin ailesinde nesillerdir aktarılan, gelirken de yabancıların eline geçmesin diye, ta Mısırdan getirdiği orijinal el yazmasıdır. Asıl yazarları tam bilinmemekle beraber, bu kopyayı derleyen Abdal El Arafi adında bir kişidir. Anlatılanlara göre kökeni antik mısıra, firavunların büyücülerine, oradan da dolaylı olarak ta Babil’e kadar uzanıyor.”

“Babil de neymiş? Çok uzak bir yer mi?”

“Tsh! Çok uzak değil, çok eski bir yer. Büyünün doğduğu yer olarak bilinir. Şimdilik bu kadarını bilsen yeterli.”

O zaman bu şey tarihi eser olmaz mı? Çok heyecanlanmıştım. “Hocam o zaman bu şey çok değerlidir! Merak etmeyin, payımı verdiğiniz sürece ağzımı açıp, tek kelime etmem. Beni kimse konuşturamaz…” İlk defa bu kadar değerli bir tarihi eser gördüğüm için değerini sadece parayla ölçüyordum. Lakin bu kitabın değeri paranın çok ötesindeydi…

Süllü Hoca da biraz gururluydu. “Tabii ki, ne sandın. Arkeolojik araştırma yapmaya gidiyorum dediğimde define aramaya gitti diye arkamdan dedikodu yapıyordun, ne oldu? Elimde bu kadar değerli bir şey varken, napayım defineyi falan.”

Dürüst bir insan ne zaman eğileceğini bilmeli. “Doğru Hocam doğru. Sizin gibi bir zatın defineyle, altınla ne işi olur. Ben bilememişim. Bir daha yapmayacağım.”

Süllü Hoca tatmin olduktan sonra hemen ciddileşti. “Tama tamam, ben senin ciğerini bilirim de neyse şimdi… Bu kitabın önemini henüz kavrayamazsın. Bu şey paha biçilemez, dünyada tektir. Gizli ilimlerle uğraşanların ancak rüyalarında görebildikleri bir İncil gibidir. Dünyayı başımıza yıkmaya, 3. Dünya Savaşı çıkarmaya bile yeter. O yüzden kesinlikle kimseye bu konudan bahsedemezsin!” Sanki bahsetsem bana inanacaklar…

Süllü Hoca’yı ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. Pek çok tehlikeli durumda bile bu kadar ciddi değildi. Anlaşılan bu kitap, gerçekten bir şeydi.

“Sana bu kitabı henüz göstermek istemiyordum ama Haşim dayıyı tanıdığından beri, bazı şeyleri bilme vaktin geldi sanırım…

Öncelikle onun bir cinni olduğunu öğrendiğine göre artık gerçek dayım olmadığını fark etmişsindir herhalde…” diyerek sözlerine devam etmişti. Bense hemen, evet anlamında başımı sallamıştım. Aslında Molla yengenin de cin olduğunu ve böylece Süllü Hoca’nın bir melez olduğunu hayal etmiştim hep. Böylesi çok daha ilginç olurdu ama böyle düşündüğümü bilmesine izin veremezdim.

“O kanla dayım olmasa da akrabam olarak kabul ettiğim birisidir. Onun kabilesi, nesillerdir ailemle ilişkili. Ailem, bu kitabı koruyup, kötü insanların eline geçmesini önlerken; onların daha büyük bir sorumluluğu var. Bu gizem efsanevi Ahit Sandığı ile ilgili…

Şimdilik bu konularda bilgin olmadığını biliyorum ama zamanla öğreneceksin. Bu kitap, Ahit Sandığındaki orjinalinden kopyalanmış tek nüshadır. İsmi de oradan gelmektedir ve ikisi bağlantılıdır. Pek çok varlığa hükmetmenin, öte alemlere kapılar aralamanın bilgilerini saklar. Bu kitabin içerdiği bilginin bir sınırı yok! Okumaya çalışan sıradan insanların gerçeklik hakkındaki algılarını bozabilir ve onları kolaylıkla delirtebilir… Bu kitaplığı ve tüm o topladığım yadigarları görüyor musun?”

Arkasındaki devasa kitaplığa bakarak ve arka odadaki içi dolu sandıkları düşününce başımı salladım.

“İşte hepsi de bu kitabı okuyabilmek ve biraz olsun anlayabilmek içindi. Ona rağmen çok azını deşifre edebildim. İçerisinde farklı bölümler var ve gittikçe derinleşen konulardan bahsediyorlar. Kesinlikle yanlış inanların eline geçmemeli. Benim öğrencim olmak istiyorsan, gelecekte bu sorumluluğu üstlenmek zorunda kalabilirsin…” Hoca konuşurken bir an için sıradan ifademi fark etmiş olacak ki, “Ne bakıyorsun? Sana burada dünyanın en harika kitabından bahsediyorum, yüz ifadene bak! Sanki daha ilginç bir kitap görmüş gibi…”

“…”

Gerçekten gördüğümü bilemezdi… Lakin en büyük sırrını açarken yükselmiş modunu düşürmek istemediğim için daha sonra bahsetmeye karar vermiştim.

Sonra bazı detaylara değindi…

Anlaşılan o ki, annesi Molla yenge bu eşsiz kitabı getirirken, cinler de Ahit Sandığı adında efsanevi bir eşyayı buraya taşımışlar ve şimdiki Erenler mezarlığının altındaki mahzenlere saklamışlar. Gerçekten de orada bazı yeraltı odaları olduğunu beklememiştim. Neyse, bu iki nesne bir şekilde birbirine bağlıymış. İçeriğindeki çağrı sanatları ile cinleri çağırabilir ve güçlü sözleşmeler ile onları hükmü altına alarak, Ahit Sandığı’nı korumalarını sağlayabilirmiş.

Söylediğine göre Ahit Sandığı’na kaderi olan dışında hiçbir insan dokunamazmış. Dokunanlar anında küle dönermiş. Sadece sözleşme ile bağlanmış cinler, onu dokunabilir ve taşıyabilirmiş. Tabii içinde ne olduğunu kimse bilmiyor. Ne Süllü Hoca ne de Haşim dayı. Bu kitap, sandık kapanmadan önceki çok eski çağlarda dışarıya aktarılmış.

Süllü Hoca daha sonra sandıkların birisinden, yarısı kırılmış kurşun bir tablet çıkarmıştı. “İşte, Yunan arkeoloğun kazdığı deliğe gömülmeden önce çıkardığı harita. Mahzenlerin girişini gösteriyor ama yarısı eksik.”

Tableti incelediğimde, Latince olduğunu düşündüğüm eski bir dilde yazıldığını fark ettim. Ayrıca şifreliydi ve bazı rakamlar ve çizimler eklenmişti. Mezarlıktakine benzer, bir dikilitaş tasviri de vardı. Kurşun zemin üzerine kabartma yöntemiyle yazılmıştı. Sadece haritada bile inanılmaz işçilik söz konusuydu. Haritası böyleyse, hazinenin kendisi nasıl olurdu merak etmiştim. Süllü Hoca ne düşündüğümü biliyormuş gibi hemen konuştu.

“O mahzenlerde tonlarca altın ve mücevher var. Sonuçta nesiller boyunca farklı medeniyetlerin tapınak ve kral mezarı olarak kullandığı bir yerdi. Merak ettiğin buysa. Lakin girişi bulmadan içeri girmek mümkün değil. Hem girişi bulsak bile altınları alamayız. Çünkü o altınlar, cinler tarafından sahiplenilmiş durumda ve Ahit Sandığı’nın korunması için onlara ihtiyacımız var.” diye açıklamıştı.

“Bu ne biçim iş ya…” diye hemen moralim bozulmuştu tabi. Elimizde tonlarca altının yerini gösteren bir harita var ama gidip alamayız. “Peki ya diğer yarısına ne oldu?” diye ne olur ne olmaz, yine de sormuştum. Biz alamasak bile hala başkaları alabilirdi.

Süllü Hoca’nın hemen suratı ekşidi. Sanki baş düşmanından söz ediyor gibiydi. Sakince, “Kara İmam’da!” dedi.

Kara İmam da Süllü Hoca ile aynı meslekten görünen, civar köylerde ünlenmiş bir hocaydı. Lakin Süllü Hoca’nın tam zıttı bir kişi desek yalan olmazdı. Süllü Hoca asla büyü yapmazdı. Sadece bozardı. Fakat o, para karşılığı her şeyi yapardı. Parasını ödedikten sonra büyü bile yaptırabilirdiniz. Süllü Hoca hiç evlenmemişken, o gelen hastalarından seçtiği bir resmi nikahlı üç de imam nikahlı karısı vardı.

Ünlendiği adından da anlaşılacağı üzere, kara büyücü dediğimiz tiplerdendi.

“Kurt yüzünden mezarlıkta araştırma bile yapamıyorum…” diye yakındı daha sonra Süllü abi.

Kurt, evi ve arazisi mezarlığa çok yakın olan bir başka köylüydü. Özellikle Kara İmam’a yakın birisiydi. Haritayı bulmak için atalarının izlerini takip ederek ta Yunanistan’dan gelen arkeoloğu da o indirmişti. Tabi onlar harita yerine hazinenin kendisini bulduğunu zannetmişlerdi ama pişmanlık için ilaç yoktu. Şimdi haritayı paylaşmışlar, garip bir ateşkes durumuna sıkışmışlardı. Kimse istediğini alamıyordu…

Bu konular üzerine bir süre daha sohbet edince, sonunda benim de dilim çözüldü ve Süllü Hoca’ya, Akaşık Kayıtlarından ve özellikle bana verilen sayfadan bahsettim. Bunlarda gizleyecek pek bir şey yoktu zaten ve ben de daha önce anlatmıştım. Lakin Akaşık dedenin bana verdiği görevden bahsetmeyi, yanlış anlayabilirler diye özellikle ertelemiştim.

İşin özeti, Akaşık dede zaten Süllü Hoca’ya gideceğimi biliyordu ve ondan, özel bir nesneyi elde etmeme yardım etmesini istemem gerekiyordu…

“Demek böyleydi. “Süllü Hoca nihayet bir şeyleri yerine oturtmuş görünüyordu. “Özellikle o tavus kuşunun tüyünü alman gerekiyor öyle mi? O kuşu bile biliyorsa, kesinlikle yukarılardan bir varlık olmalı… Bir şeyler saklayabileceğimiz birisi değil.”

Daha sonra ayağa kalkıp odada dolaşmaya ve kendi kendine mırıldanmaya başlamıştı. “Mantıklı mantıklı… Yazmak için böyle bir kaleme ihtiyacın varsa, sana verdiği sayfa son derece olağanüstü bir şey bir şey olmalı…”

Sonra bir an durdu ve şöyle dedi: “Olur, bir şeyler ayarlayabilirim.” Lakin bir ‘ama’ var gibiydi ve devam etti. “Öncelikle tarikattakilere danışmam lazım. Ama onlar olur verse bile o kuşu kendin yakalaman lazım. Son derece kibirli bir kuştur ve öylece durup, gurur duyduğu tüylerinden birini sana vermez. Sınavlarını geçmen gerekecek…”

Daha sonra söylediklerine dikkat edemesem de hemen ilk cümlesi dikkatimi çekmişti. “Kime soracaksın? Tarikatta nedir?” diye sormuştum bende.

“Tsh!” Beni hemen küçümsemişti. “Dünyanın kaderini ilgilendiren nesneleri tek başımıza koruduğumuzu düşünmedin değil mi?”

“Şimdi sen söyleyince… sanırım değil.”

“Tabii ki değil.” dedi önce. Sonra gömleğinin cebinden bir kart çıkartıp, yüzüme tutmuştu. Şöyle yazıyordu: Mezarlık Görevlisi.

“Bu da ne?” dedim. Anlayamamıştım ilk önce. “Tarikatınızın adı Mezarlık Görevlileri olamaz değil mi?”

“O resmi adımız.” dedi gururlu bir şekilde, kartını tekrar yerleştirirken. “Asıl adımız Erenler Dergâhı ama resmi bir unvanımız olması, kollarımızın ne kadar uzun olduğunu gösteriyor. Sadece yurdumuzda değil, dünyanın birçok yerinde kadim yadigarları koruyan, erenlerin yolunu anlatan, kadim bir topluluk olarak düşünebilirsin.”

Süllü Hoca bir süre daha tarikatı ile övündükten sonra aklına bir şey gelmiş olacak ki suratı ekşidi ve “Ama ben tarikatta Mirasyedi olarak bilinirim. Ahitname’nin bende durmasından rahatsız olanlar var. Bu yüzden fazla bir etkim yok ve bahsettiğin kuş, tarikatımızın koruyucu ruhlarından birisidir. Gerekli izni almak için bazı taşları oynatmam gerekebilir…”

Ona mirasyedi dendiğini duyunca benim de suratım ekşimişti herhalde. Bilmeden mirasyedinin öğrencisi olmuştum.

“Ne o surat! Öğrencim olduğun için pişmansan, çok geç. Zaten akraba olduğumuzdan kaybetmiştin, şimdi üzülmene gerek yok.”

“Peki nerede bu tarikat? Niye hiç görmedim?”

“Nerede olduğunu zannediyorsun?” konuşurken imalı bir bakış yapmıştı.

İyi bir tahmin yapacak olursam, “Erenler Mezarlığı mı?” diye sorardım. Lakin bu çok saçma olurdu, çünkü mezarlıkta bir tarikat olsa kesin duyulurdu…

O zaman Süllü Hoca başını sallamış ve yorum yapmaktan kaçınmıştı. Sanki ser verir, sır vermez bir tavırla şöyle demişti: “Tarikatımız, yürüdüğümüz yoldur. Mekansızdır. Mekanların sultanı, gönüllerimizdedir.”

“İyi iyi, söylemezsen söyleme. Zamanı geldiğinde görürüm zaten…” diye çıkışmıştım ben de. Lakin doğru söylediğini nereden bilebilirdim ki?

Daha sonra tavus kuşundan kalem yapmak için almam gereken tüyden bahsettik. Detaylar üzerinde konuştuktan sonra işi tatlıya bağlamıştık…

Tavus kuşunun tüyünü alma maceramı da başka bir zamana saklayalım. Aslında anlattıklarım, anlatacaklarım ve anlatamayacak olduğum daha pek çok olay var. Zaman zaman hayallerin ve gerçeklerin kesiştiği sınırlarda, rüyalarda karşılaştığım Akaşık dede ile, zaman zaman da gerçek hayatta Süllü Hoca ile yaşadığım pek çok garip ve olağanüstü macera var. Ve bu maceralardan çıkarılacak dersler…

Aslında hepsinin amacı, inisiye olmaktı. Yani aydınlanmak, erdem sahibi olmak ve hakikate ulaşabilmek. Hakikatin bilgisi ise doğrudan açıklanamazdı. Sadece bu bilgiye ermiş kişilerin yörüngesinde kalarak, zamanla kurulacak dostluk bağları ve gönül köprüleri ile anlaşılabilirdi. O samimiyet ve güven olmadan; duygudan yoksun, açıklayıcı konuşmalar ve kitapların donuk satırlarında anlatılabilecek şeyler de değillerdi. Yapmaya çalışsanız bile bozulmaya ve yanlış anlaşılmalara mahkûm olurdu.

Bize hep su gibi olmamız öğütlenmişti. Biz de ne öğrensek ne bilsek, yine de bakanı yansıtan, kendi halini gördüğü, dingin bir su gibi şeffaf kalırdık. Ne tür gizli ilimlere ve kadim sırlara vakıf olsak ta su gibi sakin akar; halkın içinde halk, erenlerin arasında derviş gibi davranırdık. Lakin suyun da gerektiğinde taşarak, etrafını yeşerterek ilerlediğini gözden kaçırmıştık…

Bu yolda kendimi hep bir öğrenci olarak görmüştüm. Ve sadece öğrenmeye odaklanmıştım. Yanlış bir kelam ederim korkusuyla öğrendiklerimi kendime saklamış, öğretmen olacağım günlere bırakmıştım. Lakin yol boyunca şunu öğrendim ki, yol biz yürüdüğümüz sürece vardı. Hiç bitmezdi. Hep daha önde yürüyenler olduğu gibi arkada kalanlar da olacaktı.

Benim öğrencilerim yoktu. Ne de ben bir öğretmendim. Tüm deneyimlerim kendime sakladığım sırlarımdı. Belki de bu, beni daha ileri gitmekten alıkoyan sınırımdı…

Ben de hikâye anlatıcısı olmaya karar verdim. Sırlarımı misallere dönüştürecek, masallara bindirerek ve zihnimin limanlarını terk eden; gerekli gereksiz, ağzına kadar doldurulmuş ve düzensiz şekillerde istiflenmiş bu satırlar ile sizlere yollayacaktım…

Hiper Mitoloji olarak adlandırdığım, bilincimin engin denizlerinden çıkıp gelen bu düzensiz masallar; umarım çok daha iyi düzenleneceği, yeni zihin limanlarına ulaşır ve benimkinden çok daha engin bilinç denizlerinde yol almaya devam ederler…

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu