Hiper Tales Logosu

HiperTale

Hiper Tale, hayat bir masal

  • HiperTale
  • 13 Ocak 2024 10:14:26
  • 0 yorum
  • 19

Herkese merhabalar. Genel olarak kısa kısa kendimi, neyi, neden yazdığımı ve site (https://hipertales.ml) ile ilgili hedeflerimden bahsetmek için ilk blog yazımı kaleme alıyorum. Her şeye genel bir bakış olduğu için yazım biraz uzun ve dağınık gelebilir, şimdiden kusura bakmayın. Bu yazıdaki amacım sadece her konudan biraz bahsedip, ne beklemeniz gerektiği ile ilgili basit bir fikir edinmenizdir.

Blog diyorum çünkü daha uygun bir kelime bulamadım. Blog, ‘web’ ve ‘log’ kelimelerinden türetilmiştir. Yani internet kaydı, günlüğü. Bu yazıları ilk başta bloğumda parça parça yayınlarım diye düşünmüştüm ama daha sonra serileştirmek daha doğru geldi. Bu seri, tam günlük formatında olmasa da ona yakın yazılardan oluşan bir web roman olacağını sanıyorum (umarım!). Daha çok bağlantılı kısa hikayeler şeklinde ilerlemeyi düşünüyorum ama evet, olaylar benim başımdan geçtiği için günlük de diyebilirsiniz…

Zihin dünyama küçük bakışlar olarak da düşünebilirsiniz.

İlerleyen süreçte bu yazıda bahsi geçen veya geçmeyen birçok konuya açıklık getirebilecek pek çokların ilki olması dileğiyle, başlıyorum yazıma…

Öncelikle bu kısımda kendimden biraz bahsedeyim.

Ben deniz HiperTale. Fark ettiğiniz gibi bende buraların (web roman alemleri) yazılı olmayan kurallarına uyarak kalem ismi kullanıyorum. Öncelikle en baştan söyleyeyim isim bulmak, uydurmak gibi konularda gerçekten kötüyüm ve karar vermekte de zorlanırım. Kelimelere karşı takıntılıyım, anlayacağınız. Bir şeyler yazmakta beni en çok zorlayan konu da budur zaten. Lakin bu ismi seçerken biraz kafa patlattım (uykusuz gecelerime yazık…). Neden böyle bir isim seçtiğimi sorarsanız; öncelikle basit, okunması ve telaffuzu kolay geldi, asıl nedenlere ise birazdan geleceğim (unutmazsam…)

Her zaman kurgu ve fanteziyi sevmiş, mitolojiye ilgi duymuş birisiydim. Çocukken ‘TV’de İlk Kez’ etiketi ile haftalarca reklamlarını izleyip sabırla beklediğim ‘Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği’ filmini izlediğimde aklımda bambaşka dünyalara sınırsız kapıların açıldığını daha dün gibi hatırlarım. Gerçekle kurguyu ayırt edemediğiniz o yaşlarda, izlediğim şey sanki bir çeşit gizli tarih dersiydi benim için. Dünyaya olan bakış açımı kökten değiştiren, beni heyecan, korku ve inanılmaz bir merak duygusuyla doldurup, adeta içimdeki kilitleri açan bir deneyimdi.

(Gerçi çaktırmayın ama filmin ilk dakikalarında Gollum’a yapılan işkencelere yufka yüreğim dayanamayıp ağlayınca, Annem de: “Anaaam! Kapat kapat, korktum. Öyle korkunç şeylere bakılır mı hiç! İnsanın rüyasına girecek.” diye azarlamış, kapattırmıştı. Size bir sır vereyim, girdi de…)

Burada önemli olansa hikâyeyi öğrenmek veya filmi izlemek (ya da izleyememek…) değildi. Zihnimde açılan yeni ufuklardı.

O zamanlar bilmiyordum ama şimdi düşünüyorum da kurgusal bir şey insanı nasıl bu kadar etkileyebilir? Akıl alır gibi değil, sanki izleyenleri etkisi altına alan onları büyüleyen bir çeşit sihir gibi. Bu açıdan yazar adeta bir sihirbaz ve yazdığı eser ise sihirdi…

Masallar, animeler, filmler derken İlk okul 3. sınıfta okumayı söktüğümde (Biliyorum biraz geç he he 🙂 ) okuduğum fantastik çocuk kitaplarıyla başka bir boyuta taşınan bu sevda, bir gün sadece okumanın yeterli gelmediği;

“Bende hayal kurabiliyorum, bende bir şeyler yazmalıyım! (yey!)”

…dediğim gün, bende tarifi imkânsız bir aşka dönüştü. Sanki o gün, ilk defa çocukluğumda doldurmaya başladığım küçük bardağın, bir baraja dönüştüğünü fark etmiştim. Bu baraj öyle bir şey ki bir kere onu fark ettiniz mi tutmak ne mümkün…

Yıllardır içimde sakince dolan bu baraj, tıpkı kuantum dünyasında ki parçacıklar gibi gözlendiğinin farkına vararak, çılgınca gerçekliği hayalden ayıran mantık duvarımı sular altında bırakmaya başladı. Bu dalgalar o kadar şiddetliydi ki gerçeklik algımda çatlaklar oluşmaya bile başlamıştı…

Bu noktada sadece bir huzursuzluk, endişe ve gerginlik şeklinde yüzeyde hissedilen şey, baraj yıkıldığında belki de gerçek çılgınlığın ortaya çıkışı olacaktı benim için. Tabii bir de benimki gibi tuhaf bir çocukluk geçirdiyseniz (…) ama şimdilik buna sonraya bırakalım.

Neyse ki işler benim için o noktaya gelmedi…

(Yoksa geldi mi? İnsan tam olarak ne zaman delirir? Kendisini akılsız zannettiğinde mi, yoksa kendisinden başka herkesin akılsız olduğunu düşünmeye başladığında mı? Ya size deli diyenler, sizin bildiklerinizi bilmiyorlarsa, görmüyorlarsa? Ya çok zekiyseniz ya da çok aptal? Peki ya akılla gidilemeyecek yerlere gidiyorsanız? Aklımda deli sorular…

Felsefe yapma leyn!… Dediğinizi duyar gibiyim he he, o yüzden akıl sağlığımı başka bir zamana bırakarak konumuza dönelim en iyisi.)

Ergenliğe yeni girdiğim O zor ve kasvetli günlerde çok zor bir karar aldım ve dedim ki “Yazmalıyım! İçimde biriken kötülükleri bir şekilde boşaltmalıyım…”

…ve bu şekilde ilk defa yazmaya başladım:

Aşk Mektupları ile…

Bazıları şaka amaçlı yazılmıştı ve insanları birbirine düşürmüş ya da aşık etmiş olabilir. Sorumluluk kabul etmiyorum…

Ne derler bilirsiniz, her şeyin bir başlangıcı vardır. Tamam tamam! Benim başlangıç, çizginin baya gerisinden olsa da hala başlamak, başlamaktır. İyisi kötüsü olmaz. Şuraya havalı bir söz daha bırakayım da yanında ben de iyi görüneyim he he:

“Başlamak için mükemmel olmak zorunda değilsin ama mükemmel olmak için başlamak zorundasın.”

Tam hayat felsefesi olacak söz ama kim söylemiş unuttum.

Şaka şaka! Öyle olmadı ama olmasını dilerdim…

İlk kez bir şeyler yazmam ilkokul yıllarıma denk gelir.

O zaman kaç yaşında olduğumu hatırlamasam da okuma yazmaya yeni geçtiğimi hatırlıyorum. O zamanlar böyle incecik çocuk kitapları olurdu. Onların da yarısı resimdi zaten. Yani içlerinde pek bir hikâye olmazdı.

Neyse bu kitapları okumak ve KISACA özetlemek, ödevimiz olurdu. O günlerde bırak yazmayı, okumayı bile sevmezdim. Genelde sadece resimlere bakıp, tahmin yürütür ve iki satır özet yazıp verirdim. Lakin bir gün ilham perisi denen güzel varlıkla tanışmış olmalıyım ki tamamen farklı bir şeyler yazdım.

Masum bir özet olarak başlayan şey, yedi sayfalık inanılmaz bir Orta Dünya mecrasına dönüştü. Aslında basitçe Yüzüklerin Efendisini kopyalamıştım sanırım. Daha doğrusu ilk hayran kurgumu yazmıştım.

Ne yazık ki öğretmenimiz, okumaya üşenmiş ve “Bu ne olum destan mı yazdın!?” deyip hiç okumadan 100 verip geçmişti. Ben de her yazarın karşılaştığı, yazdıklarının okunmayışından gelen hayal kırıklığı ile çok erken yaşlarda tanışmış oldum böylece. Ödevimden geçmenin buruk sevinciyle eve gelmiş, savaştan dönmüş yaralı bir gazi edasıyla madalyamı -ödevimi- duvara asmış ve gururla savaşmayı, yani yazmayı artık bırakmıştım…

O da bir süre sonra temizlik kurbanı olmuş ve imha edilmişti ya neyse… Siz hiç madalyası, annesi tarafından yok edilen gazi duydunuz mu? Eh, artık duydunuz.

Hikâye bitti. Dağılabiliriz…

Demek isterdim ama işte buradayız. Neyse sonrasında hoşlandığım kızlara birkaç tane daha acıklı aşk mektubu yazmış olabilirim, hatırlamıyorum… Asıl ondan sonra bıraktım. Ne de olsa zirvede bırakmak en iyisiydi. Yoksa şimdiye dek çok ünlü bir yazar olabilirdim. Ah! Hayaller…

Sonrasında diğer insanlar için yazmayı hiç düşünmedim. Kendimi tamamen okumaya adamıştım.

Yine o yıllarda tanıdığım bir abim, nihayet hayallerine ulaşmış ve memur olmuştu. Üniversite yıllarında harçlık için başladığı sonraki yıllarda da dershane parasını çıkarttığı kitap tezgahında ne kadar kitap kaldıysa hepsini bana hediye etmişti.

Demişti ki: “Bu kitaplar sayesinde istediğimi başardım, onlara iyi bak, belki sana da faydası olur.”

Tabi ki onun: “Dikkat et yıpranmasınlar, tozlarını falan düzenli olarak al, sonra satılmıyor,” demek istediğini öğrendiğimde çok geç olacaktı 🙁

O zamanlar orta okuldayım ve benim için kitap, kitaptır. Okunur, okunduktan sonra sallanan masanın altına koyarsın, kışın sobayı falan yakarsın, çok canın sıkılırsa uçak yaparsın. O yüzden orijinal ya da korsan gibi şeyleri bilmiyorum. Yazık kafama…

(Komu spotu: Korsan kötüdür. Görüldüğü yerde batırılmalıdır. Emeğe saygı…)

Bir oda dolusu kitabı yaz-kış, gece-gündüz, yağmur-çamur (daha fazla abartmasam iyi olur) demeden okumuştum. Kitaplar sağda solda kolilerde dururdu. Rastgele birini alır, bitirdiğimde evin bana ayrılan bir köşesine dizerdim. Dünya klasiklerinden tutunda, romanlara, mistik ve gizem türüne, din ve felsefe kitaplarından, ders kitaplarına kadar aklınıza gelebilecek her türden vardı. Ortalama haftada bir kitap bitiriyordum ama ona rağmen bitirmek tüm orta okul ve lise yıllarımın ortalarına kadar sürmüştü. Kitap okumak güzel olsa da ipin ucunu biraz kaçırdığımı fark etmemiştim. Ne demiş atalarımız: azı karar, çoğu zarar…

Alacakaranlık ve Açlık Oyunlarını da okuduğumda artık bırakmam gerektiğini kesin olarak fark ettim!

İşte o zaman anladım. Akranlarıma nazaran pek çok konuda yavaştım. Lise bitmek üzereydi ve onlar çoktan pek çok sosyal aktivite(!) ile gençliklerinin tadını çıkarırken, bende kendimi fantastik maceralarda kaybetmiştim.

Böylece efsanevi HiperTale doğmuş oldu…

Şaka şaka! Öyle doğmadı. Hep hayatın hızına ayak uyduramadığımı, geç kaldığımı, biraz farklı yaşadığımı düşünsem de takma adımın arkasında ki neden bu değil…

Bu yüzden tuttuğum birkaç kitap dışında diğer bütün kitaplarımı dağıttım ve okuma işini sınırladım. Üniversitede, daha sonrasında iş hayatımda da sinema ve oyunlar gibi diğer eğlence türlerine daha çok ilgi gösterdim. Nihayetinde onlar da hikâye anlatıcılığının farklı formlarıydılar.

Kitaplardan sonra hayatımda en çok yeri olan oyunlara gelirsek:

Knight Online, Runes of Magic, Aion, Guild Wars 2 ve Archeage gibileri ve daha birçokları beni benden alan sonraki uğraşlarımdı. Genelde ‘mmorpg’ türünü seviyordum. Hala da seviyorum ama ne yalan söyleyeyim, eski tadı yok. Ya ben büyüdüm ya da onlar büyüyemedi, ikisinden biri…

Aslında bu türün dışında oyun oynayamıyorum. Bunun nedeni ise belki de ne kadar iyi olursa olsun, nasıl denir… oyun gibi hissettiriyor olmaları. Mmorpgler ise tam tersi, bir oyun olduğunu bilseniz bile gerçek hayat gibiler. Kişisel bir görüş olarak alabilirsiniz. Lakin mmoları hayatın bir yansıması olarak görmüşümdür hep. Kendine has kuralları olan fantastik dünyalar ve içinde kaybolmak isteyen binlerce oyuncusuyla birlikte, sadece güçlü olanların gerçekten zevk alabildiği ve parası olanların gerçekten güçlü olabildiği simülasyonlar…

Yazma konusuna geri dönecek olursak…

Oyunlara bakışımdan biraz bahsettim çünkü yazımı en az okuduğum kitaplar kadar etkilediklerini düşünüyorum. Özellikle oyun özellikleri taşıyan fantastik dünyalar kurgulamayı hep sevmişimdir.

Buna rağmen, yazmayı her zaman aklımın bir köşesinde tutsam da ciddi ciddi bir şeyler kurgulama isteğim yoktu. Hayal kurmakla yetiniyordum desem yanlış olmaz. Evet, yazmasam da sıkı bir hayalperest ya da ayakta rüya gören olduğumu söyleyebilirim.

Üstelik millet için ne yazacaktım ki? Korku? Gerilim? Fantezi? Hem ne yazarsam yazayım hiçbir şey yaşadıklarımdan daha AŞIRI da olamazdı sonuçta. Onları paylaşmayı ise bazı nedenlerden dolayı hiç düşünmemiştim…

Daha sonraları ise özellikle iş aradığım boş bir dönemde, neden şimdi olmasın dedim ve yazmaya karar karar verdim.

Deneyimlerimi yazma fikri, pek çoğumuz gibi web roman, hafif roman türüne kendimi kaptırmam ile filizlenmeye başladı. Özellikle web romanların, internet ortamında kolayca paylaşılabiliyor ve okuyucu ile buluşabiliyor olması beni cezbetti. Üstelik bu tür ile her zaman yazarlığa heves etmiş benim gibi acemiler de kendilerini yavaş yavaş geliştirirken, yazdıklarını paylaşabilirdi.

Bu türün klasiklerini keşfettikçe, hep aklımda olan oyunlardakine benzer deneyimler yaşatan fantastik kitaplar yazılabileceğini fark ettim. Oyun oynarken, oynadığınızı unutmak gibi; okurken, kitap okuduğunuzu unutuyordunuz. Ayrıca son derece hafif bir dille yazılmaları ve kısa bölümler halinde yayınlanmaları da onları çok kolay tüketilebilir kılıyordu.

(Manga türünü de çok sevdim ama birkaç çöp adam çizip sağda solda gösterince resim öğretmenim beni arayıp “Kulağımdan kan kustum, yapma yavrum!” dedi. Sesi titriyordu adamcağızın, kulağı nasıl çınladıysa. Sonrasın da sırf onun sağlığı için fedakârlık yapmak zorunda kaldım tabi…)

Kısaca web romanlar, basılı kitaplara göre hem ulaşılması hem de tüketilmesi daha kolay kitaplardı. Zaten benim yazdıklarımı ve yazacaklarımı basacak bir yayınevi bulmak, Mars çöllerinde penguen bulmak gibi olurdu.

Normal şartlarda bir kitap yazıp sonra da onu basacak yayın evi bulmak çok zor iş. Özellikle yazarlığa yeni heveslenen biriyseniz, yayın evi ile aranızda şöyle bir konuşma geçebilir:

Kitap yazmış masum köylü, “Kaç para sanki ya bir kitap basmak? Ben vereyim parasını siz basıp dağıtın. Bir basılsın o zaten satılır maliyetini karşılar hehe!.”

Yayın evi yetkilisi, “Öyle dersen de X gaymeye Y tane kopya basarız ama program dolu Z yıl içinde bir boşluk olursa arada basarız.”

“Ne yaptın ya! Üç bilinmeyenli matematik denklemi gibi, alt tarafı bir kitap bastıracağız, makineyi eve götürmüyeceğiz ki. Parasını versek bile hemen olmuyo mu?”

“Çık!”

“Heeeh… O zaman sen bana oradan, bastığınız kitaplardan bir paket yap bari de evde okurum, burada toptan alırsak fiyatı uygundur herhalde?”

“…”

***

Şaka bir yana kendi paranızla yayın evinin kapısına dayansanız bile size beklemeye alabilirler, şaşırmayın.

Neyse çok dağılmadan, benim gibi eski kitap kurdu, madeni keşfedince durur mu hiç? Epiknovel, Serinovel ve Novel Günleri gibi daha isimlerini sayamadığım pek çok kaliteli sitede sayısız web romanı okurken geçirdiğim uykusuz gecelerden sonra, beklediğim an nihayet gelmişti!

Atılım zamanıydı! Kırılmak üzere olduğumu hissettim ve acil bir yer bulmam gerekiyordu.

Hemen Kara Tosbağa Dağına gidip, kendime bir Ruh Mağarası kazdım. İçeri girince mağarayı da mühürlemeyi unutmadım tabii. Böylece artık aşağı yukarı 1000 yıl sürecek atılımıma başlayabilirdim.

1000 yıl sonra…

Şaka şaka! Henüz 1000 yıl geçmedi ama yakında kırılacağımı hissediyordum. Devlet, dağı imara açınca iş makinaları yüzünden mağarayı tahliye etmek zorunda kaldım. Böylece mağara işi yatınca bende kaynağına gidip İngilizce okumaya karar verdim. Yolda bir ara Çinceye de merak saldım ama malum mağara imara açılınca o kadar derine gidemedim…

Neyse, bu arada manga, manhwa, manhua veya webtoon gibi çeşitli isimleri olan görsel içerikleri saymıyorum. Onları yemeklerden sonra çayın yanında çerez niyetine götürüyordum zaten…

Bir noktada, artık okuduklarımdan keyif alamadığımı fark ettim. Tüm hikâyeler ya tekrar ediyor ya da bir şeyleri kaçırıyordu veya eksik bırakıyordu. Bir gün şöyle dediğimi hatırlıyorum, “Ya yok mu şöyle tam istediğim gibi bir roman?”

Aslında bu an bardağımın dolduğu anmış. Şimdi anlıyorum. Çünkü daha sonralarında, eğer tam isteğim gibi bir roman yazılmadıysa ben yazarım diye düşündüm ve yazmaya başladım. Sonra gördüm ki işler o kadar basit değilmiş…

Tam istediğim gibi bir romanı oturup yazdım. Her şey istediğim gibi oldu. Kahraman tüm isteklerine kavuştu, tüm arzularını gerçekleştirdi, tüm güzellikleri ele geçirdi ve tüm dünyaları fethetti… Bir dakika lan! Benim yazdığım kahraman, bildiğin baya baya kötü adama benziyordu…

Yeni anlayacağınız tam istediğim gibi bir romanı, oturup yazdım. Yazdım ama daha sonra ben bile okumak istemedim. Hemen götürdüm ve üzerine benzin döküp yaktım. Ortada herhangi bir delil bırakmadığımdan da emin oldum. Birilerinin eline geçeceğinden gerçekten korkmuştum. Yani evladım olsa reddederdim, o kadar kötüydü!

İlk web roman denememin, acaib ve garaib, grotesk bir yaratık gibi olması önemli değildi. Hayır, neticede o benden çıkmıştı. Çıktığı anda fazla yaşama şansı olmadan, benim tarafımdan yok edilse de kalbimde her zaman önemli bir yeri olacaktı…

Başarısız bir girişimden sonra tekrar okumaya döndüğümde ise bir mucizeyle karşılaştım. Tekrar okuyabiliyor ve okuduklarımdan keyif alabiliyordum. Evet yazdığım dehşet-ül vahşet bir şey olsa bile beni rahatlatmıştı. Bardağım boşalmamıştı ama genişlemişti. Yani sadece okumak değil, arada sırada yazmak da gerekliydi…

Önceleri okul, iş, güç, aile derken anca okumaya ve izlemeye zor fırsat bulduğum eğlencelik, boş şeyler olarak değerlendirdiğim şeylerin, iş aradığım zor ve stresli günlerimde bana nasıl destek olduğunu, heyecan ve umudu tekrar hissetmemi sağlayıp, beni nasıl vazgeçmekten alıkoyduğunu fark ettim.

Böyle zor zamanlar tercih edilmese de insana kendiyle yüzleşme şansı tanıyor. Kendinizi sorguluyor, vicdanınıza hesap veriyorsunuz.

Gerçekte kimsiniz? Bu hayatta ne istiyor, ne yapmak istiyorsunuz?

Gerçekte sizi mutlu eden şeyler nedir?

O sıralar çok sordum kendi kendime;

Sahi ne olmuştu bana? Bir oda dolusu kitabın içinde kaybolmuş, sürekli maceradan maceraya koşan o meraklı çocuğa?

Sanırım yolda bir yerlerde, içimde ki çocuğu unutmuştum. Geride bırakmıştım. Artık ona ihtiyacım olmadığını düşünmüştüm.

Büyümüştüm… Ya da büyüdüğümü sandım…

Şimdi, gerekirse geriye dönüp, o çocuğu terk ettiğim yerden alarak biraz da onun sesini dinlememin zamanın geldiğini düşündüğüm için, bugün burada hislerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Birilerinin okuyup, okumamasından ziyade sadece paylaşmak istedim. Belki oralarda bir yerlerde benim gibi düşünen, hissedenler vardır da onlarında duygularına tercüman olmuşumdur düşüncesiyle yazdım.

Tıpkı üstat Sabahattin Ali’nin de dediği gibi;

“Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel ya da kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için ‘en’ değilim, ‘daha’ değilim. Bu devasa iddiasızlığın verdiği özgürlüğün hastasıyım…”

Yazdığım hiçbir şeyin çok iyi olacağını iddia etmiyorum. İnsanlara bir şeyler öğretebileceğimi sanacak kadar da kibirli değilim. Sizlerin bilmediği ya da söyleyemediği şeyleri bilmek veya söylemek gibi bir çapam da yok. Yazarken ve okurken keyif almak dışında bir amacım ya da gizli bir gündemimse hiç yok.

Zamanında şöyle bir söz duymuştum: Yazmak iyidir, düşünmekse daha iyi. (Siddhartha, Hermann Hesse)

Yazmanın, beni daha iyi bir ben yapacağına inanıyorum. Çünkü ne zaman bir şeyler yazmaya çalışsam; kendimi araştırmalar yaparken, okurken ve normalde hiç sormayacağım soruların cevaplarını ararken buluveriyorum. Bunların sonucunda ise çok düşünüyor ve derin tefekkürlere dalıyorum. Ve bu hissi gerçekten seviyorum. İnsan sevdiği işi yapmalı ve mutlu olmalı. Hiçbir şey değilse bile bu yüzden yazıyorum.

Ben sadece samimiyetle yazmak istiyorum. Çünkü samimi olarak yapılan işlerin boşuna olmayacağına inanlardanım.

Allah, keyif ve ilhamı bir arada verecek hikayeler yazmayı nasip etsin. Sonumuzu hayreylesin…

***

İsmime gelirsek (Unutmadım merak etmeyin he he!)

Hiper Tale, Türkçesi hiper masal, hikâye ya da aşırı masal. İsteyenler basitçe uydurduğum bir takma ad olduğunu düşünmekte özgürdürler. Lakin sebepler ve sonuçlar dairesinde ileri ki yazılarımda da açıkladığım gibi nedeni daha 5 yaşındayken yaşadığım bir olaya kadar iniyor. Bundan sonra yaşadığım bazı doğaüstü olaylar, astral deneyimler ve rüyalara olan takıntım da sebep olarak sayılabilir.

Hiç görürken inanılmaz gerçekçi olan ve uyandığınızda da çok iyi hatırladığınız hatta aklınızdan çıkmayan rüyalar gördünüz mü bilmiyorum. İlla ki bir ya da iki tane görmüşsünüzdür, yani ne demek istediğimi anlarsınız.

Peki böyle bir rüyanın saatlerce, günlerce, hatta aylar ve yıllarca bile sürebileceğini biliyor musunuz? Buna rağmen gerçekte uykunuzda sadece saniyeler geçmiştir. Bu nasıl oluyor, hiç düşündünüz mü?

Size şöyle bir örnek verebilirim. Gerçek yaşım, rüyalarda geçirdiğim yıllara oranla hiçbir şey. Gerçek şu ki, çoktan kendimi milyon yıl yaşamış gibi hissediyorum…

Buna bazı bilimsel açıklamalar getirerek anlamışız gibi davranabiliriz tabii ama gerçekten öyle mi?

Yazarlığa başlarken daha niyet aşamasında kendime bir hedef koymalıyım diye düşündüm. Bu hedefe ulaşır mıyım, ulaşamaz mıyım zaman gösterir ama en azından rotam sabit olur diye düşünüyorum. Bu da hep bir gizem olacağını düşündüğüm rüya görmek gibi, hedefim de yazılarımı okuyanlara rüyadaymış hissiyatını verebilmektir. Rüyaların gerçekleşme şekli ise birkaç saniyeye sığan saatlerdir. Yani hiper uzayda, hiper yavaş zamanda, hiper hızlı şey yaşamaktır.

Bu yüzden de kendime HiperTale demeye karar verdim…

Bir sonraki bölümde ilgi alanlarım olan metafizik ve parapsikolojiye bakış açımdan ve araştırmalarımdan bahsetmeyi düşünüyorum, görüşmek üzere…

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu