novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Hiper Mitoloji 1

  • HiperTale
  • 28 Ocak 2024 16:19:15
  • 0 yorum
  • 3

O olaydan sonra Akaşık dedeyi bir süre görmedim. Zaten Akaşık dede de beni bu konuda uyarmıştı. Uyandıktan sonra bir süre daha astral seyahat yapamazmışım. Enerjimi yenilemem, zihnimi dinlendirmem gerekiyormuş. Bilincim, henüz bu tür bir aktiviteyi çok sık kaldıramazmış.

Onu gerçek hayatta görmek mi? Kim bilir, belki bir gün…

Uyandıktan sonra yaşadıklarımı çevreme anlattığımda ise aldığım tepkileri tahmin edebilirsiniz. Taa o zamanlar anladım, her şeyin her yerde konuşulmaması gerektiğini…

İnsanlar en çok bilmedikleri, anlamadıkları şeylerden korkarlar. Ürkebilir ve ürktüklerinde aptalca şeyler yapabilirler. Çünkü korku, diğer tüm duygulara galip gelir. En güçlü korku ise bilinmeyenin korkusudur.

O zamanlar küçük bir çocuk olarak farkında olmadan insanlara bilmedikleri şeylerden bahsetmiş ve bu da onları korkutmuştu. Çoğunluğun bu tür bilgilere erişimi yoktu. Boyutlardan, gizli alemlerden ve etrafımızı saran; sözü bile edilemeyen, esrarengiz bedensiz varlıklardan bi haber yaşıyorlardı. Evlerini nasıl çirkin şeylerle paylaştıklarından ya da onları her daim koruyan doğaüstü varlıkları bilmiyorlardı. Hayır daha da kötüsü bilmek istemiyorlardı. Kafalarını kuma gömmek istiyorlardı. Oysa cahil kalabilmek için umutsuz bir şekilde tutundukları gerçeklikleri ne kadar da kırılgandı, bir bilseler…

Daha çocukken fark ettiğim bu gibi sebepler yüzünden, onlara başımdan geçenleri anlattığımda korktular ve bir kişi dışında beni ciddiye alan olmadı. İşin komik tarafı, o kişi de ailemin beni tedavi etmesi için götürdüğü; güya bana okuyup, üfleyip, aklımı başıma getirsin diye başvurdukları bir hocaydı. Sonunda beni tedavi etmek şöyle dursun, korkudan oturduğu yerden zıplayıp az kalsın camdan atlayacaktı, zor tuttular adamcağızı. Beni yanına alıp, ‘el’ vereceğini söylemesiyle tatlıya bağlandı mesele…

O kişi aynı zamanda akrabamız da olan, Süllü Hoca idi. Kendisi amcaoğlum olsa da aramızda baya yaş farkı vardı. Ben 5-6 yaşlarında küçük bir çocukken o çoktan kırkına merdiven dayamış olmalıydı. Hem adının Süleyman oluşundan hem de tedavi amaçlı bazen alternatif tıp yöntemleri, yani sülükler kullanmasından olsa gerek, böyle bir isimle ünlenmişti.

Halk arasında Üfürükçü, Muskacı ya da Hacı-Hoca olarak bilinen insanlardan ama o sahtekarların aksine sadece tanırsanız ilmine vakıf olabileceğiniz ender insanlardandı. Genellikle Havas ve Vefk üzerine çalışırdı. Annesi Mısırlı olduğu için iyi düzeyde Arapçası vardı ve bu sayede çok geniş bir literatüre hakimdi. Muska yazar, büyü bozar ve musallatlı kişileri tedavi ederdi. Kayıp şeyleri bulur, gizemli olayları çözerdi. Arkeolojiyle ilgilendiğini söylese de basitçe define aramayı severdi…

Yaptığı işlerden hiçbir zaman para istemez sadece bağış kabul ederdi. Biriktirdiği parasıyla da her türlü garip şeyi alırdı. Özellikle eski kitapları ve el yazması yadigarları toplayıp incelemeyi severdi. Onun dışında çeşitli büyü malzemeleri, mürekkep içerikleri ve eski, tanınmış hocalardan kalma muskaları toplamayı severdi.

Kendisi asla kabul etmese de ben hep Ledün ilmine sahip olduğunu düşünmüşümdür. Bu konuyu başka bir zaman daha tedaylı değiniriz…

O aynı anda iki dünyada birden yaşayan birisiydi. Bir ayağı burada, diğeri ise nereye bakarsa orada. İlk defa onun gözetiminde yaşadığım kafa karıştırıcı deneyimim anlam kazanmaya ve bizimkinden başka gerçeklikleri idrak etmeye başlamıştım…

Başımdan geçen olaylar konusunda ısrar edince, sonunda ailem beni bir hocaya götürmeye karar verdi. Zaten ülke içinde hatırı sayılır üne kavuşmuş bir hoca yanı başımızdayken, uzağa gitmeye ne gerek vardı ki? Annem hemen elimden tuttuğu gibi amcaoğluma, Süllü Hoca’nın kapısına dayandı. Evi bizimkine nispeten yakın olsa da ıssız bir yerde sayılırdı. Mahallenin biraz dışında, ormanın içinde, tek başına ıssız bir evdi.

Zaten Kurdini mahallemizde 30 hane ya var ya yoktu. Onlar da kendi tarlalarının başına dağılmış haldeydi ve bu yüzden mahallemizin nispeten dağınık bir yerleşim vardı.

Mahallemiz yarım ay şekline bir vadinin içinde bulunuyordu. Vadiyi çevreleyen tepeler ve tepelerin de sırtını yasladığı yüksek dağlar nedeniyle ıssız bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Zaten ismi de oradan geliyor. Nispeten korunaklı ve ulaşılması zor bir vadi olduğu için vahşi kurtların sahiplendiği bir yermiş eskiden. Eskiler, Kurdini adının Kurt İni kelimesinden türediğini söylerdi hep.

Lakin Süllü Hoca’ya göre öyle değildi. Öyle olsa Kurtini ya da Kurtalanı gibi kelimelere dönüşmesi daha muhtemel derdi hep. Ona göre Anadolu’ya gelen dervişler, etraftaki Yörüklerle burada oturmuş ve din üzerine konuştukları toplantılar yapmışlar. Din burada anlatıldığından Kur Dini adı ortaya çıkmış. Hatta kökenleri çok eskilere dayanan pek çok gizli tarikatın da tohumlarının burada ekildiğini iddia ediyor ama kimse ona inanmıyor…

Mahallemizi çevreleyen tepelerin üstünde ise; etraftaki birkaç köyün birlikte kullandığı tarihi Erenler Mezarlığı bulunuyordu. Mezarlık devasa boyutlardaydı ve vadiyi oluşturan tepelerin neredeyse üçte birini kaplıyordu. O kadar ki, tüm yerleşke mezarlığın ayakları altına serili vaziyette desek yanlış olmazdı. Ayrıca mezarlık da o kadar eskiydi ki; Türkçe, Osmanlıca gibi dilleri geçin, Bizans yazıları ve daha kimsenin tanıyamadığı garip yazıtları olan mezar taşları bile vardı. Ne kadar eski olduğunu kim bilir?

İçerisinde çaput bağlanan bir Dede Mezarı ve garip şekiller verilmiş yekpare bir kaya bile vardı. En çarpıcı olanı ise tam mezarlığın ortasından yükselen, ortasından kırılmış yekpare dikilitaştı. Üzerindeki yazıları daha kimse okuyamamıştı. Sanki tüm mezarlardan önce oradaydı da mezarlar etrafına sonradan yerleştirilmiş gibiydi.

Küçüklüğümden beri o mezarlıkla alakalı sayısız efsane duymuştum. Altında oyulmuş sayısız mahzenlerden oluşan bir yeraltı şehrinden tutunda, perili ve cinli olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta büyük bir hazinenin orada saklı olduğunu ama cinler tarafından sahiplenildiği söylene gelirdi hep.

İşte Süllü Hoca’nın evi, ürkütücü bir şekilde bu devasa, tarih önce mezarlığa yakındı. Mahallemiz küçük olduğu için resmi bir imamımız bile yoktu. Bu yüzden köylünün kendi imkanlarıyla yaptırdığı camiyle ve mezarlıkla Süllü Hoca ilgileniyordu. Bu yüzden evinin mezarlığa yakın olması; mezarlığı süpürmesi, ölüleri yıkaması ve defin işlemleri için iyiydi.

Ama benim için iyi değildi. Süllü abi de dediğim hocanın evine bu yüzden pek sık gidemezdim. Çünkü küçükken mezarlığa yaklaşmaktan çok korkardım. Anılarımda o mezarlığı hep tuhaf bir sisle örtülü ve çevresini ise rahatsız edici derecede sessizliği ile hatırlarım. Tabi ki bunu o zamanlar aşırı çalışan hayal gücüme de verebilirsiniz…

Sabahın erken saatlerine vardık hocanın evine.

Baba yadigârı iki katlı bir köy evi vardı amcaoğlunun. Altı eskiden ahır olarak kullanılıyormuş. Kendisi hiç evlenmediği için amcam ve yengem de ölünce yalnız kalan Süllü Hoca, biraz koyun dışında başka hayvanla da ilgilenmiyordu (sülükleri saymazsak tabii). Onları da hiç gütmezdi. Sabah serbest bırakır, akşam geldiklerinde kapatırdı. Koyunlar kendi başına otlar, kendi başlarına dolaşırlardı. Son derece garipti…

Belki erken olduğu için belki de başka bir sebepten, o gün fazla misafiri yoktu. Eskiden ahır olan alt kat, şimdi misafirlerin bekleme odası olarak kullanılıyordu. Normalde hep bekleyen birileri olurdu. O gün sadece biz vardık ve alt katta otururken, yukarıdan her türlü garip sesin geldiğini hatırlıyorum. Üstümüzde sürekli sarsılan ahşam zemin yüzünden en az 4-5 kişinin yukarıda yürüdüğü anlaşılıyor, içten derin konuşmalar ve ürkütücü, boğuk iniltiler duyuluyordu. Annem bile ürktüğü için hemen kulaklarımı kapatmasa, belki daha fazlasını duyabilirdim.

Bir süre sonra misafirler, çeşitli teşekkür ve minnet ifadeleri söyleyerek alt kata indiler ve yanımızdan memnun ve rahatlamış ifadelerle geçip gittiler. Kara çarşaflı bir kadın ve kocasıyla sadece iki kişilerdi. Annemle ben birbirimize bakmış ve yukarıdan daha fazla ses gelmeyince yavaşça yukarı çıkmıştık…

Kapıyı çaldık ve içeri girdik. Süllü Hoca, odanın köşesinde içi su dolu bir leğenin başında oturuyordu. Annem de ben de hemen odanın içini taradık ama başka kimsecikler yoktu. Ben çok kafaya takmasam da annemin ürktüğünü biliyorum. Çünkü odada en az 4 ya da 5 kişinin dolaştığını ve konuştuğunu net bir şekilde duymuştuk…

Süllü Hoca elindeki yeşil tespihi çekerken, önündeki suya bakıyordu. Bizi görünce hemen kalkıp, “O yenge, amcaoğlu, hoş geldiniz, buyurun.” diyerek bizi selamlamıştı.

Karşılıklı selamlaşmadan sonra annem beni bir köşeye çekip oturtmaya çalışsa da benim gibi meraklı bir velet yerinde durur mu hiç?

Hemen fırladım ve odada gezmeye başlamıştım. Süllü abinin evine zaten çok sık gidemiyordum ve ne zaman gitsem, etrafta ilgimi çeken pek çok şey olurdu. Oda çok büyük değildi. Duvarın içinde ateş yanan bir ocaklık ve içinde kaynayan bir tencere vardı. Süllü abi, genelde ocaklığın yanında oturur arada sırada elindeki demirle ateşi dürtmeyi severdi. Ocaklığın solunda ayrı ayrı asılmış rahmetli amcam ve yengemin, siyah beyaz fotoğrafları vardı.

Amcam bizim oraların sıradan köylüleri gibi görünüyordu ama kesinlikle heybetli bir tavrı vardı. Bizimkilerden duyduğuma göre Mısır gazisiymiş. Onun apayrı bir hikayesi var ama şimdilik sadece savaşta esir düştüğünü ve herkes öldü zannederken, tam 7 yıl sonra bir hanımla çıkageldiğini bilseniz yeterli. Yengemin uzun bir Arapça ismi varmış ama herkes ona Molla Yenge dediği için ben de öyle biliyorum. Dil ve kültür sorunu olduğu için bizim oralara pek alışamamış ve pek insan içine de çıkmazmış. Sanırım o yüzden molla deyivermişler.

Siyah beyaz fotoğrafın hakkını verircesine çekilmiş fotoğrafına ne zaman baksam, ürkmeden edemiyorum. Yanlış anlaşılmasın, gençliğinde oldukça güzel birisi olsa gerek. Sadece fotoğrafta, genellikle giydiği kara çarşaflara tam zıt, hayalet gibi bembeyaz yüzü öne çıkıyor ve özellikle kapalı gözleri insanı tedirgin ediyordu. Ne zaman baksam, sanki bir anda gözlerini açacakmış gibi hissetmeden edemiyordum.

Ocaklığın üzerinde ise duvara monte edilmiş raflar vardı. Raflarda ise garip şekilli objeler, muskalar, iğne batırılmış mum ve bez parçaları gibi şeyler vardı. Ayrıca her türlü garip şeyin doldurulduğu kavanozlar diziliydi. Bazıları Arapça olduğunu zannettiğim yazıların batırıldığı, su dolu kavanozlarken; diğerleri o kadar masum değildi. Dış kısımlarına gazete kâğıdı sarılmış içi görünmeyenlerin yanı sıra midenizin kalkmaması için şimdilik yazmamayı tercih ettiğim şeylerle dolu olanları vardı…

Harıl harıl yanan ocaklığın sağında ise duvar boyunca uzanan geniş bir kitaplık vardı. Buraya her geldiğimde beni en çok çeken şey de bu kitaplıktı. Orada her türlü kitap vardı. O zamanlar okumayı bilmediğimi varsayıp, kitap isimleri üzerinde durmayalım. Çünkü muhtemelen birçoğunu şu an bile piyasadan bulup satın alabilir ve başınızı belaya sokabilirsiniz…

İleride bazı kitaplara değinmek zorunda kalırsam muhtemelen zararsız olanları anar ya da tehlikeli olanları için kurgusal isimler bulabilirim…

Ben kitaplıkta eğlenirken annem durumumu Süllü Hoca’ya bildirmekle meşguldü. Dikkatimi vermemiş olsam da muhtemelen saçma sapan şeyler söylediğimden yakınıyordu. Onlar konuşurken, Süllü abiye de bir göz attım.

Süllü Hoca, cübbe ve sarık gibi şeyler yerine sıradan, günlük kıyafetler giyerdi. Genellikle siyah rengi tercih ederdi. Uzun boylu ve zayıf bir figürü vardı. Diğer hocaların aksine sakalı yok, sadece uçları aşağı dönük bir bıyığı vardı. Hep sinek kaydı tıraşla gezerdi. Çoktan 40’lı yaşlarında olsa da tek bir beyaz teli yoktu. Siyah gözleri, saçlarıyla ve şahin gibi kaşlarıyla tam bir kara oğlan desek olurdu. Kesinlikle yaşını göstermiyordu. Onun tecrübeli bir hoca olduğunu bilmeseniz, çok rahat 20’li yaşlarında normal bir delikanlı zannedebilirdiniz.

Hoca olarak sahip olduğu ünün aksine, köylüler arasında garip birisi olarak görülürdü. Kafası kırık denilenlerdendi yani anlayacağınız. Zaten halkın gözünde böyle işlerle uğraşmak için de biraz kafayı kırmış olmak lazımdı galiba. Yoksa sıradan insanların ne işi olurdu, öteki alemlerle…

Gerçi bu da haklı bir ündü çünkü halk arasında garip davranışları vardı. Yalnız yaşaması ve mezarlıkla uğraşması yetmezmiş gibi bazen hiçbir şey yokken bir anda gülmeye başladığı ya da öfkeden deliye döndüğü zamanlar olurdu. Köylüler arasında sık sık kendi kendine konuştuğunu söyleyenler de vardı. O etraftayken gerçekleşen gariplikler de cabası…

Anlamadığımız işlerle uğraşan, anlaşılmaz biriydi yani anlayacağınız…

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm