“Astral boyutlar ne kadar sonsuz olsa da asıl astral denizin yanında küçük su birikintileri gibi kalırlar.” diye hatırlatmıştı en sonunda Akaşık dede.
Akaşık dedeye göre tüm astral boyutlar, çok daha yüksek bir gerçeklik olan astral denize bağlanan küçük akarsular gibiymiş. Bu astral deniz o kadar geniş ve sonsuzmuş ki, sadece astral boyutlar değil, altında kalan tüm evrenleri ve alemleri de kapsarmış.
Tüm bu anlatılanlarla büyülenmiş olsam da hala merak ettiğim bir şey vardı. “Akaşık dede, peki ya sen kimsin? Tüm bunları nasıl biliyorsun?”
“Ben kitabım…” Akaşık dede verdiği ani cevapla biraz duraksadı ve bu cevabın küçük bir çocuk için çok belirsiz olduğunu düşünmüş olacak ki devam etti. “Beni bir gezgin olarak düşünebilirsin. Gördüğüm, duyduğum şeyleri yazarım. Olmayan hiçbir şeyi yazmam…”
“Vayy!” hemen heyecanlanarak, “Tüm bunları bildiğine göre çok şey görmüş olmalısın. Bana da öğretir misin?” diye soruverdim.
“Daha önce de söylediğim gibi, her şey kendi çabana bağlı.” Akaşık dede çantasından yine o büyük kitabı çıkardı bir kere daha çıkardı ve “Önce okumayı öğrenmelisin…”
Hemen somurttum ve “Ama daha okula başlamadım ki… Sen bana anlatsan olmaz mı?” diye yalvarır gözlerle bakmıştım. Daha önce olanların sadece bir kereye mahsus bir şey olduğunu düşünüyordum.
“Ne demek okula başlamadın?” Akaşık dede bana baktı ve ekledi. “Yaşam, eğitimdir. Hayatın ise bir okul. Bu okuldan mezun olup, diğer okullara gitmek istiyorsan, önce okumayı öğrenmelisin…”
Taktir edersiniz ki o zamanlar kafam çok karışmıştı. İçinde bulunduğumuz tuhaf duruma rağmen hala bu sözlerin ağırlığını anlayamamıştım.
Sonra Akaşık dede inanılmaz bir şey yaptı. Gözlerimin önünde havaya bir adım attı ve gökyüzüne doğru yükseldi. “Beni takip et,” dedi.
Orada kalakalmıştım. Beş yaşındaki bir çocuğun gerçeklikle ilişkisi zaten şaibeliydi. Bu yüzden hemen heyecanla onu taklit edip, havaya adım atmaya çalıştım. Birisi önümde uçtu diye hemen kendimin de uçabileceğini sandım ama boşluğa adım atmak istediğimde hemen düştüm.
“Eee… Akaşık dede nasıl senin gibi uçabilirim?”
Akaşık dede beni izliyordu ve “Biraz önce nasıl yaptığını hatırlıyor musun? Aynısını yap…” dedi. Bir an için gülümsemesi derinleşmiş gibi gelmişti ama umursamamıştım. Keşke daha dikkatli olsaydım…
Daha önce sadece yanına gitmek istemiştim ve ışınlanma benzeri bir hızla hemen oradaydım. Yine aynısını yapabilir miyim? Denemeye karar verdim ve gözlerimi havadaki yaşlı adama odakladım. Tüm benliğimle orada olmayı dilememle birlikte anında kendimi havada buldum.
“Hehehe…” Akaşık dede oldukça mutlu görünüyordu. Önce ona baktım, sonra aşağıya. Sonra tekrar ona baktım ve bir saniye kadar bakıştık. Garip bir sessizlik oldu çünkü düşmeye başlamıştım.
“Dedeee….” Düşme korkusu aklımı doldurduğu için zaten garip bir yerde olduğumu çoktan unutmuştum. Yani gerçekten düşsem bile muhtemelen bir şey olmayabileceğini nasıl düşünebilirdim?
Akaşık dede ise izlerken tatmin olmuş gibiydi. “Güzel güzel… İlk denemen de başarman, zaten güçlü bir zihnin olduğunu gösteriyor. Ya da kafanda bir sorun olabilir. Her neyse, biraz yardım etmekten zarar gelmez.”
Tuttuğu kitabı açtı ve hemen bir sayfa bana doğru uçtu. Tam yere düşmek üzereyken beni kurtarmıştı. Sayfa biraz büyümüş ve ayaklarımın altında bir halı gibi serilmişti. Büyük bir korkuyla hemen çöktüm ve ona sarıldım. Açıkçası tekrar düşmekten korkmuştum.
İnsanlar zaman zaman rüyalarında uçabilirler. Oldukça keyifli bir duygudur. Bazen de buna benzer yüksekten düşme rüyaları görürler. Tabi düştüklerinde genelde panikle uyanırlar. Ben de durumun bu olup olmayacağını bilmesem de, şu anda bedenimin ağır çekimde bir domuzla birlikte yuvarlandıkları gerçeğini unutmamıştım. Yani uyanmak bile sıkıntılı olacaktı.
Yavaşça Akaşık dedenin yanına doğru yükseldim ama dikkatim hemen eşsiz manzara tarafından çekilmişti. Böylesine kuş bakışı bir görüntüyü, doğrusunu söylemek gerekirse ilk defa gerçekten görmüştüm. Televizyon veya rüyalarda görülenle kıyaslanamayacak bir deneyimdi.
Daha önce bulunduğumuz orman, Morut tepesinin yamaçlarındaydı. Doğruca yükseldiğimiz için şimdi tam üstündeydik. Üstünde garip morumsu taşların olduğu ve arka tarafı neredeyse bir uçurum gibi dik olsa da ön tarafı koyun otlatmak için oldukça iyi olan, küçük bir dağ idi.
Manzarayı izlerken yanına yaklaştığımda Akaşık dedeni sesi duyuldu. “Daha dikkatli bak. Aynı mı görünüyor?”
“Evet” diye içgüdüsel olarak karşılık versem de tepeyi kuş bakışı olarak incelemeye devam ettim. İlk etapta farklı bir şey gözüme çarpmadı ama sonra işler garipleşmeye başladı. Tepedeki dağınık mor taşlar, aslında spiral şeklinde dışarıya doğru genişleyen bir desen oluşturuyordu. Desen mükemmel değildi. Yoksa daha önce bir gariplik olduğunu fark edebilirdim. Bazı taşlar eksik ve bazılarının yeri de doğru görünmüyordu. Sanki eski bir kalıntıya bakıyor gibiydim…
“Orası eski bir sunak.” dedi Akaşık dede. “Yıkılmış görünümü seni aldatmasın, bu boyutta hala kullanılıyor. Görüşün iyileştiğinde daha fazlasını görebileceksin.”
Şaşırmıştım. “Kim kullanıyor?” diye sordum. Sonuçta etrafta bizden başka hiç kimseyi göremiyordum.
Akaşık dede, bunu bekliyormuş gibi başını salladı ve “Hiç kimseyi görmüyor olman, etrafta kimse olmadığı anlamına gelmez. Aksine burası o kadar dolu ki, gıcırdıyor.” Dedi.
“Hadi canım!” Hemen Akaşık dedeye yaklaştım ve beyaz kaftanının ucundan tuttum. Bununla korkumu biraz hafifletince de merakım ağır bastı. “Peki kimler var dede? Bizim gibi başka insanlar mı?”
“Evet. Bizim gibi seyahat eden insanlar da var elbet ama onlar, yerlilerin yanında devede kulak kalırlar.” diyerek gülümsedi. “Onları göremediğiniz için topluca ‘Cinler’ diyorsunuz…”
Cinler mi?
“Üç harfliler de dede.” derken hemen tutuşum sıkılaştı. Küçük bir çocuk olsam da köyde her türlü ürkütücü hikâyeyi dinlemiştim. Onların adını anmak bile korkmam için yeterliydi. O yüzden bilinçaltımda hemen üç harfliler diye düzeltme ihtiyacı duydum.
“Tsh!” Akaşık dedenin tonunda bir küçümseme vardı. “Onlardan bu kadar korkmana gerek. Onları göremediğin ve duyamadığın için korkuyorsun. Basitçe bilmediğinden korkuyorsun ki bu en temel korkudur. Sana biraz anlatmazsam, bilinçaltına yıllarca işlenmiş bu korkudan kurtulamayacaksın anlaşılan…”
Sonra cinler hakkında basit bir açıklama yaptı. O anlattıkça ben de rahatladım ve daha fazlasını sordum. Sonunda ilk defa kaba bir anlayışa sahip oldum.
Onlar basitçe, kendi bilinçleri olan enerjilerdi. Bu çok büyütülecek bir olay değildi çünkü insanın düşüncelerinden çok da farklı değillerdi. Burada kendi düşüncelerimiz bile, belli bir gerçeklik kazanabilir ve bir surete bürünerek bize görünür hale gelebilirlerdi. Cinler de aynen böyle varlıklardı.
Bu da çok şaşırılacak bir şey değildi. Çünkü işin dini boyutuna da değindiği için kolayca ikna olmuştum. Örneğin hadis ve ayetlerde, öldükten sonra kişinin kıldığı namazın bile bir surete bürünerek gelip yardım etmesi veya kesilen kurbanların, sırat köprüsünü geçerken yardıma gelmesi gibi anlatımlar, hep buna benzerdi.
O yüzden astral seyahat yapacak kişilerin, astral boyutta karşılaştığı varlıkların bir cin mi yoksa kendi düşüncesi mi olduğunu ayırt edebilecek olgunluğa ulaşması gerekirdi.
Sonra Akaşık dede elini salladı ve “Şimdilik cin kelimesini bırakalım. Çünkü cin, örtülü anlamına gelir. Sen artık örtüyü kaldırmaya başladığın için, onlara böyle seslenmene gerek yok. Fiziksel bir bedenleri olmadığı için onlara ‘bedensizler’ diyeceğiz.” diyerek konuyu kapatma isteğini gösterdi.
Çünkü ne kadar açıklasa da benim gibi küçük bir çocuğun, kelimenin ağırlığından dolayı korkmayı bırakmayacağını biliyordu. Hem geçmişte hem de günümüzde cin kelimesi, hep korkuya sebep olacak manalarda kullanıldığı için, bilinçaltının bu konuda temizlenmesi kolay olmayacaktı.
Cin kelimesi arapça bir kelimeydi ve örtülü, gizli ve görünmez gibi anlamları vardı. Araplarda İslamiyet’ten önce bile masallarda ve mitolojilerde kullanılan bir kelimeydi. O yüzden Kur’an, melekleri ve şeytanları ayrı tutarak, insanlara görünmez olan tüm varlıkları bu isim altında toplayarak anlatmıştı. Onlarla işi olmayı bırakın görmekten bile aciz olan insanların, zaten bu kadarını bilmesi yeterliydi.
Lakin bir şeyler görmeye başlayanlar bilirlerdi ki, cin tanımı sadece insanların bakış açısına göre yapılmış bir genellemeydi. Oysa onlar kendi aralarında o kadar farklı ve çeşitliydi ki saymakla bitmezdi…
Daha sonraları gördüm ki, tıpkı dünyamızdaki bitkiler ve hayvanlar gibi orada da varlıklar vardı. Belirli bir bilinçleri olsa da sorumlu tutulacak kadar değildi. Hayvanlar, bedenleri olan bilinçlerdi; cinler ise bedensiz bilinçler. Özellikle Kur’an-ı Kerim’de adı geçen cinler ise sorumlu tutulanlar, yani kendini bilecek yeterli bilince sahip olanlardı.
…
Akaşık dede, “Bu dağ göründüğü kadar basit değil, hatta buralarda hiçbir şey göründüğü gibi değil.” dedi ve uzaklara doğru süzülürken, “Şimdilik etrafı gezelim. Mesela şu tepeye ne diyorsunuz?” diye sordu.
Zaten üzerine bindiğim kâğıtta onunla birlikte sürüklendiği için, takip etmekten başka seçeneğim yoktu. Acıkası bu sadece etrafta bir gezinti değildi. Bu ortama alışmam için yaptığımız bir pratikti. Dikkatimi manzara verirken, yavaş yavaş bu yeni gerçekliğe uyum sağlıyordum.
“Oraya Kartepe diyorlar.” dedim, kel bir dağ zirvelisini işaret ederken.
Hızla oradan uçtuk ve ” Peki ya bu dağ?” diye karşılaştığımız dağları, dereleri ve vadileri sormaya devam etti. Ben de bildiklerimi anlatmaya…
Kara Dağ, Ak Dağ, Boz Dağ, Kangal yaylası, Ovacin ve nihayet Esal dağı civarında durmuştuk.
Akaşık dede, hemen konmadı ve düşünceli bir şekilde Esal Dağlarını süzdü. Birbirine bakan, karşılıklı iki dağ zirvesiydi. Yamaçları meşe ağaçlarıyla dolu yeşil ormanlarla kaplı olsa da zirvelerinde kayalar ve siyah topraktan başka bir şey yoktu.
Bir zirvesi daha yüksekti ve üzerinde daima bulunan kar nedeniyle beyaz bir görüntüsü vardı. Diğer zirve ise daha alçakta olduğu için kar tutmazdı. Bu yüzden sadece kara toprakla dolu çıplak zirvesi görünürdü.
Ortasında küçük bir ovası vardı ve orada Ovacin İlçesi bulunuyordu. Bizim Erenköy’ün ve dolayısıyla Kurdini mahallemizin de bağlı olduğu şehirdi. Aslında civardaki dağları ve köyleri gezerken tam bir daire çizmiş ve zaten yakınlarda olan bu ilçeye gelmemize şaşırmıştım. Lakin Akaşık dedenin daha sonraki açıklamaları, daha da şaşırtıcıydı…
“Hedefimize ulaştık.” Dedi önce Akaşık dede. Hala önündeki iki ürkütücü zirveye bakıyordu. Bu şekilde yukarıdan bakıldığında bir çeşit kapıyı da andırmıyor da değildi. İlçe de tam kapının önüne inşa edilmiş gibiydi. Gerçi bu çıkarım yanlış da sayılmazdı. Çünkü ilçe, derin vadilerin, geniş ovalara açıldığı bir geçit üzerindeydi.
“Öncelikle bu dağın adı Esal dağı değil. Sadece Dağ ya da İkiz dağ da diyebiliriz. Sonra beni gezdirdiğin tüm o dağlar var ya aslında hepsi bu dağın uzantıları. Hepsi Esal dağları…”
İç egede olduğumuz için buradaki dağlar, zaten hep birbirine yaslanmış sıradağlardan oluşuyordu. Babam, bu sıradağların ta denize kadar devam ettiğini söylerdi hep. Sayısız köy, ilçe ve il vardı bu dağların içinde. Karışmaması için her bir zirveye ayrı isim verilmiş olması normaldi ama gerçekten hepsi aynı dağ mıydı?
“Gel,” dedi Akaşık dede önden giderken. Esal dağlarının eteklerinde, zirveye yakın, yüksekçe bir yere konduk. Ben nihayet yere indiğimiz için toprakla hasret giderirken, Akaşık dede anlatmaya devam etti…
“Çok eski çağlardan beri, medeniyet hep dağların eteklerine gelişti. Neden biliyor musun?” Diye sordu.
Nereden bilebilirim…
“Çünkü nice filozoflar, alimler ve erenler, yaygın halkın yaşadığı ovaların aksine; ıssız dağların derinliklerine ve gökyüzüne daha yakın dağ zirvelerine yerleşti. Göklerden hakikat yağdı, İlim ve irfan çağlayan olup derelerden aşağılara aktı. Senin ataların Horasan Erenleri bile ilk bu dağlara kondu. Nice gizli kardeşlikler, gizemli cemiyetler, saklı tapınaklar ve dergahlar kuruldu ve yıkıldı bu dağların derin vadilerinde ve yüksek zirvelerinde.
Basit değil, basit değil…
Esal dağları, kadim Anadolu’nun en bereketli toprakları üzerinde uzanır. Kuzeyde Kaz dağlarına, güneyde Toroslara bağlanır. Tıpkı insanın beyni gibi birbirine yaslanan, dolambaçlı dağları; insanın zihni gibi derin ve saklı vadileri vardır.
Evet evlat… Anadolu dünyanın başıdır. İstanbul gözü, Burası ise ‘Dünyanın Ağzı’dır. Kelamın diyarı. Sözlerin yurdu.”
“Ne??”
O zamanlar Akaşık dedenin neyden bahsettiğini bilmesem de önemli görünüyordu. Ben de şaşırmadan edemedim tabii.
“Eee, madem Esal dağlarındayız, ” dedi Akaşık dede, bir ağacın altına oturmadan önce. “Şöyle bir oturalım önce, ” dedi ve konuşmadan önce manzaraya baktı. “Güzel bir masal anlatalım öyleyse…”
Ben de hemen yanına oturdum. Bu basit dağlarda neyin bu kadar özel olduğunu, o zamanlar hiç bilmiyordum. Bazı çoban hikayeleri vardı ama dikkate değer bir şey yoktu.
Sonra Akaşık dede konuşmaya başladı, “Eskilerden şöyle bir söz vardı evlat, bilir misin?
Esalı giderse, masalı kalır…”
…