novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Delilik Dağlarında 6

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:22:54
  • 0 yorum
  • 0

Milyarlarca yıldır ölü taş duvarların karanlık labirentinde, çok ama çok uzun bir zamandan sonra ilk defa insanoğlunun ayak sesleriyle çınlayan, eski gizemlerin bu iğrenç ininde yaptığımız gezintinin ayrıntılarıyla anlatılması sıkıcı olacaktır. Bu, tüm duvarlarda bulunan oymaların incelenmesinin ortaya çıkardığı korkunç dram yüzünden özellikle doğru. Bu oymaların flaş kullanarak çektiğimiz fotoğrafları, şu anda açıklamaya çalıştığımız gerçekleri kanıtlamada çok işe yarayacaktır; yanımızda daha fazla film bulunmamasına ne kadar hayıflansak azdır. Böylece, bütün filmlerimizi tükettikten sonra, gözümüze çarpan bazı özellikleri defterimize kabaca çizdik.

İçine girdiğimiz bina çok büyük ve ince ince işlenmiş bir binaydı; isimsiz jeolojik geçmişin mimarisi konusunda bize oldukça fikir ver di. İç bölmeler dış-duvarlar kadar kalın değildi ama, alt kısımları çok iyi korunmuştu. Tüm yapı, zemin seviyesinde tuhaf bir şekilde düzensiz farklar içeren bir karmaşıklıktaydı ve ardımızda bıraktığımız kâğıt parçaları olmasaydı daha başlangıçta kaybolmuş olurduk. Her şeyden önce, daha fazla aşınmış olan üst tarafları keşfetmeye karar verdik ve labirentte otuz metre kadar yukarı, en üstteki karla dolu, harap odaların kutup göğüne açıldığı yere tırmandık. Tırmanışı enine yivli, dik taş rampalardan ya da her tarafı merdiven işlevi gören eğimli düzlemlerden yararlanarak gerçekleştirdik. Beş köşeli yıldızlardan, üçgenlere ve mükemmel küplere kadar akla gelebilecek her şekil ve oranlarda odalarla karşılaştık. Daha geniş birçok oda olmasına karşın genel olarak tabanlarının ortalama 9 m x 9 m, yüksekliklerinin de 6 m olduğu rahatça söylenebilirdi. Üst kısımları ve buz seviyesini dikkatle inceledikten sonra, kat kat aşağıya, buzun altında kalan yere indik ve kendimizi bu binanın dışında sonsuzca uzanan birbirine bağlı odalar ve geçitlerden oluşan bir labirentte bulduk. Çevremizdeki her şeyin dev boyutlarda oluşu insanı eziyordu; bu korkunç eski duvarların hatlarında, boyutlarında, orantılarında, süslemelerinde ve mimarisindeki farklarda belli belirsiz ama son derece insanlıkdışı bir şeyler vardı. Çok geçmeden oymaların, bu anormal kentin milyonlarca yıllık bir kent olduğunu ortaya çıkardığını anladık.

Koca koca taş kütlelerinin anormal bir şekilde dengeye getirilip ayarlanmasının altında yatan mühendislik ilkelerini anlayamamış olsak da, kemerlerin işlevine fazlasıyla bel bağlanmış olduğu açıkça belliydi. İçine girdiğimiz odalarda taşınabilir hiçbir eşya yoktu; bu durum, kentin bilerek terk edilmiş olduğu yönündeki kanımızı pekiştiriyordu. Asıl süsleme öğesi, neredeyse genel bir nitelik kazanmış olan duvar oymalarıydı; bu oymalar, aralarında geometrik süslemelerle dolu aynı genişlikte başka şeritlerle döşemeden tavana kadar dizilmiş birer metrelik yatay şeritler halinde uzanıyordu. Bu düzenleme kuralının istisnaları yok değildi ama, asıl olan bu tür düzenlemeydi. Yine de, geometrik desenlerle süslü şeritlerden biri içerisine gömülmüş tuhaf desenli nokta gruplarını içeren kabartma tabletlere rastlanıyordu yer yer.

Tekniğin, insan ırkının bilinen sanat akımlarına tamamen yabancı olmasına karşın, son derece olgunlaşmış ve ileri bir estetik düzeye ulaşmış olduğunu çok geçmeden gördük. Bugüne kadar gördüğüm hiçbir oyma, zarafet bakımından bunların eline su dökemezdi. Oymaların olağanüstü büyüklüğüne karşın, bitki ve hayvan yaşamının en ufak ayrıntıları şaşırtıcı ustalıkla işlenmişti; geleneksel desenler ise karmaşıklıklarıyla birer harikaydılar. Geometrik süsler, matematiğin ilkelerinden büyük oranda yararlanıldığını gösteriyordu ve beş sayısını temel alan anlaşılmaz simetrik eğrilerden ve köşelerden oluşuyordu. Resimli şeritler oldukça biçimci bir geleneği izliyordu ve kendine has tuhaf bir perspektifi vardı; ama araya giren uzun jeolojik dönemlere karşın yine de bizi derinden etkileyen bir sanat gücüne sahipti. Tasarım yöntemleri iki boyutlu kesit alanlarının benzersiz bir şekilde yan yana getirilmesi esasına dayanıyor ve eskinin bilinen hiçbir ırkının sahip olmadığı bir analitik psikolojiyi dışa vuruyordu. Bu sanatı, müzelerimizde sergilenmekte olan hiçbir sanat akımıyla karşılaştırmaya kalkışmanın yararı yok. Çektiğimiz fotoğrafları görenler en yakın benzerliği, muhtemelen, en cüretkâr fütüristlerin bazı acayip fikirlerinde bulacaklardır.

Geometrik süslemelerin oyma yaprakları, derinliği, aşınmamış duvarlarda 2,5 santimetre ile 5 santimetre arasında değişen çizgilerden oluşuyordu. Bilinmeyen çok eski bir dilde yazılar olması gereken nokta gruplarını içeren tabletlerin derinliği 4 santimetre kadardı, noktalar ise bir santimetre kadar daha derindi. Resim şeritleri, zeminleri duvar yüzeyinden beş santimetre kadar çukur olan havşalı alçak rölyefler şeklindeydi Aradan geçen çok uzun yılların boya namına ne varsa bozup dökmüş olmasına karşın, yine de bazılarında daha önce renkli olduklarını gösteren izler görülebiliyordu. İnsan bu mükemmel tekniği inceledikçe, hayranlığı artıyordu. Sanatçıların kurallara sıkı sıkıya bağlılıklarının ardında ayrıntılı ve titiz gözlem yapma yetenekleriyle çizgi çizmedeki ustalıkları görülebiliyordu ve kuralların kendisi, elbette, resmedilen her nesnenin gerçek özünü ve en önemli farklılıklarını simgelemeye ve vurgulamaya hizmet ediyordu. Farkına varabildiklerimizin dışında bizim algılayamadığımız başka mükemmelliklerin de bulunduğunu hissediyorduk. Şurada burada görülen bazı üslup izleri, ancak daha farklı bir aklın, daha yetkin ve daha farklı duygu organlarının anlamlandırabileceği gizli sembol ve dürtülerin belli belirsiz ipuçlarını veriyordu.

Oymaların konusu yaşamlarının çoktan yok olmuş dönemleriyle ilgiliydi ve tarihlerinin büyük bir bölümünü kapsıyordu. Oymaları bizim için bu kadar aydınlatıcı kılan, fotoğraflarını ve elle çizilen kopyalarını her şeyin üstünde tutmamıza yol açan -büyük bir şans eseri olarak bizim de çok işimize yarayan- şey, bu ilkel ırkın tarihe tutku derecesinde düşkün olmasıydı. Bazı odalardaki haritalar, astronomi çizelgeleri ve daha başka büyük ölçekli bilimsel çizimler, bu odaların hâkim süsleme tarzını değiştiriyordu. Bu çizimler, resimli frizlerden ve oda duvarlarının alt bölümlerindeki süslemelerden çıkardığımız sonuçları hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde doğruluyordu. Ortaya çıkan gerçeklere üstü kapalı bir şekilde dokunurken, anlattıklarımın bana inananları uyarmak yerinde onların meraklarını kamçılamamasını ummaktan başka elimden bir şey gelmiyor. İnsanların cesaretini kırmak amacıyla yaptığım uyarıların, onlardan birini bu ölüm ve dehşet ülkesine çekmesi çok trajik olurdu.

Bu oymalı duvarları, yüksek pencereler ve üç buçuk metre yüksekliğinde masif kapılar kesiyordu; kapıların ve pencerelerin bazılarında asıl kapı ve pencerelerin -özenle işlenip parlatılmış-taşlaşmış tahtalarından bulunduğu görülüyordu. Bütün metal kısımlar çoktan yok olmuştu, ama kapılardan bazıları yerlerinde duruyordu ve bir odadan diğerine geçerken onları zorlayıp açmamız gerekiyordu. Tuhaf saydam camları olan elips biçimi pencere çerçeveleri, az sayıda da olsa, şurada burada kalmıştı’. Ayrıca duvarların içinde çok sayıda kocaman oyuklar vardı; bunların çoğu boştu, ama bazılarında yeşil sabuntaşından oyulmuş kırık ya da götürülmeye değer bulunmamış garip şeyler vardı. Diğer deliklerin -oymaların düşündürdüğü türden- ısıtma, aydınlatma gibi çoktan kayıplara karışmış mekanik tesisata ilişkin olduğuna hiç kuşku yoktu. Tavanlar genellikle süssüzdü, ama zaman zaman, çoğu artık düşmüş olan yeşil sabun taşı ve daha başka türden fayans kakılmış olanlara da rastlanıyordu. Zeminlerde sade taş işçiliği ağırlıklı olmakla birlikte, bu tür fayansla döşenmiş zeminler de vardı.

Söylediğim gibi, ortada mobilya ya da taşınabilir hiçbir eşya yoktu, ama oymalar bu mezarı andıran, yankılı odaları bir zamanlar dolduran tuhaf aygıtlar hakkında yeterince açık bir fikir veriyordu. Buz tabakasının üzerinde kalan odaların zeminleri genellikle kalın bir moloz ve döküntü yığınıyla kaplıydı, ama aşağı doğru indikçe döküntülerin miktarı azalıyordu. Alt katlardaki bazı oda ve koridorlarda kumla karışık bir tozdan ve eski kabuklardan fazlası bulunmazken, bazı bölgelerin daha yeni süpürülüp temizlenmişçesine tekinsiz bir havası vardı. Duvarların yarıldığı ya da göçtüğü yerlerde alt kattaki odaların da üst kattakiler kadar çer çöple dolu olduğunu söylemeye gerek bile yok. Uçaktan gördüğümüz diğer binalarda olduğu gibi burada da, tam ortada bulunan bir avlu, iç mekânları büsbütün karanlıkta kalmaktan kurtarıyordu; bu yüzden üst katlardayken, oymaların ayrıntılarını incelemek dışında, elektrik fenerlerimizi nadir en kullanmak zor unda kaldık. Ama buz örtüsünün altında, alacakaranlık koyulaşıyor ve bir labirenti andıran alt katların büyük bir bölümü zifiri bir karanlığa gömülüyordu.

Milyarlarca yıldır sessiz olan bu insanlıkdışı duvarların labirentinde ilerlerken aklımıza hücum eden düşünceler ve hissettiğimiz duygularla ilgili eksik de olsa bir fikir edinebilmek için, kararsız ruhsal durumlar, anılar ve izlenimlerin son derece şaşırtıcı bir karmaşasını göz önüne getirmek gerekir. Bu yerin sadece korkunç eskiliği ve mutlak ıssızlığı bile duyarlı bir insanı bunaltmaya yeterdi; buna bir de kampta gördüğümüz açıklanamaz dehşeti ve bizi çevreleyen duvarlardaki korkunç oymalardan çıkardığımız sonuçları ekleyin. Oymaların, hiçbir yanlış yorumlamaya yer bırakmayacak kadar iyi durumda bulunduğu bir kesidine geldiğimiz an, kısa bir inceleme iğrenç hakikati -birbirimize çıtlatmaktan özenle kaçınmış olmamıza karşın daha önce Danforth’un da benim de kuşkulanmamış olduğumuzu söylemenin fazlasıyla saflık olacağı hakikati- anlamamıza yetti. Milyonlarca yıl önce, insanın ataları henüz ilkel memelilerken ve kocaman dinozorlar Avrupa ve Asya’nın tropik bozkırlarında dolaşırken, bu korkunç ölü kenti inşa eden ve içinde yaşayan varlıkların ne menem şeyler olduğu hakkında aklımızı esirgeyecek hiçbir kuşkuya yer kalmamıştı.

Daha önceleri umutsuz bir alternatife sarılarak her tarafta görülen beş köşeli motifin, tıpkı Girit’teki Minos uygarlığının kutsal boğayı, Mısırlıların bokböceğini, Romalıların kurdu ve kartalı ve çeşitli vahşi kabilelerin seçilmiş bir totem-hayvanı yücelttikleri gibi sadece beş köşeliliği çok açık bir şekilde somutlaştıran doğal bir Arkeen nesnenin kültürel ya da dinsel olarak yüceltilmesi olduğu fikrinde -her birimiz kendi kendimize- ısrar etmiştik. Şimdi artık biricik sığınağımızdan yoksun kalmış ve bu sayfaların okuyucularının çoktan tahmin ettikleri akla zarar gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmıştık. Şu anda bile yazıya geçirmeye pek dayanacak gibi değilim, ama kimbilir belki de bunu yapmam gerekmez.

İnsanın içini korkuyla dolduran bu duvarları dinozorlar çağında yükselten ve içinde yaşayan şeyler elbette dinozorlar değil, çok daha fena şeylerdi. Önemsiz yaratıklar olan dinozorlar yeni ve neredeyse beyinsizdiler -oysa kenti inşa edenler akıllı ve eskiydiler ve neredeyse milyar yıl önceki kayalar -dünya üzerindeki yaşamın hücre düzeyini aşmadığı bir dönemdeki kayalar- dünya üzerinde gerçek yaşam başlamadan önceki ka-, yalar üzerinde birtakım izler bırakmışlardı. Onlar bu yaşamın yaratıcıları ve köleleştiricileriydiler ve Pnakotic Elyazmaları’yla-Necronomicon’un korku içinde ima ettiği eski korkunç efsanelerin kaynağı olduklarına hiç kuşku yoktu. Onlar, dünyanın henüz genç bir gezegen olduğu dönemde yıldızlardan süzülerek gelen -tözlerini yabancı bir evrimin biçimlendirdiği ve güçleri bu gezegenin yetiştirdiği her şeyden üstün varlıklar olan- “Yüce Eskiler”di. Daha evvelki gün onların milyonlarca yıllık fosilleşmiş parçalarına bakmış olduğumuzu … zavallı Lake ile arkadaşlarınınsa onların eksiksiz bedenlerini görmüş olduklarını düşünmek…

İnsanlık öncesi yaşamın bu korkunç evresi hakkında öğrendiklerimizi sırasıyla anlatmam elbette olanaklı değil. Ortaya çıkardığımız bazı gerçeklerin yarattığı sarsıntı yüzünden kendimizi toparlamamız uzunca bir süre aldı ve sistemli bir araştırmaya başladığımızda saat öğleden sonra tam üçtü. İçine girdiğimiz binanın duvarlarındaki oymalar, jeolojik, biyolojik ve astronomik özelliklerine bakılırsa oldukça yakın tarihliydi -belki iki milyon yıllık- ve buz tabakası altındaki köprülerden geçtiğimiz daha eski binalardaki oymalara göre dekadan denilebilecek bir sanatı temsil ediyordu. Yekpare taştan yontulmuş bir bina kırk, belki de elli milyon yıl önce -Alt Eosen veya Üst Kretase çağında- yapılmışa benziyordu ve sanatsal değeri, bir tek istisna ile, gördüğümüz her şeyi geride bırakan yarım-kabartmaları vardı. Bu istisnanın, incelediğimiz en eski yapı olduğundan hiç kuşkuya düştüğümüz olmadı.

Yakında halka sunulacak olan fotoğrafların desteği olmasaydı, deli diye akıl hastanesine kapatılmak korkusuyla bulduğum şeyleri ve bunlardan çıkardığım sonuçları anlatmaya çekinirdim. Bu bölük pörçük öykünün ilk bölümleri -yıldız başlı varlıkların dünyaya gelmeden önce, başka gezegenlerde, başka galaksilerde ve başka evrenlerdeki yaşamına ilişkin bölümler- elbette bu varlıkların kendi fantastik mitolojileri olarak yorumlanabilir kolaylıkla; ama bazı bölümler matematiğin ve astrofiziğin en son bulgularına öyle tekinsizce benzeyen resim ve çizimler içeriyordu ki, doğrusu ne düşüneceğimi bilemiyorum. En iyisi bırakalım da, yayımlayacağım resimleri görenler karar versin.

Doğal olarak, ne önümüze çıkan herhangi bir oyma grubu öykünün küçük bir bölümünden fazlasını anlatıyordu ne de öykünün çeşitli evrelerine sırasıyla rastladık. Büyük odalardan bazıları, içlerindeki resimler bakımından bağımsız bir birim iken, bazen de bir öykü bir dizi oda ve koridorda sürüp gidiyordu. Harita ve şemaların en iyileri, belki eski toprak seviyesinin de altında bulunan korkunç bir uçurumun -bir tür eğitim merkezi olduğundan kuşku duyulamayacak, yaklaşık on sekiz metre yüksekliğinde, kenar uzunluğu altmış metre olan kare şeklinde bir mağaranın- duvarlarında bulunuyordu. Aynı konunun çeşitli oda ve binalarda insanın sinirlerine dokunacak kadar tekrarlandığı görülüyordu; bazı olaylar ve tarihlerinin belirli bölümleri bu binalarda oturanların ya da dekoratörlerin en gözde konuları olmalıydı. Ama bazen aynı izleğin değişik anlatımları tartışmalı konuların açıklığa kavuşturulmasında ve aradaki boşlukların doldurulmasında işe yarıyordu.

Bu kadar kısa bir sürede, bu kadar çok sonuca ulaşabilmiş olmamıza hâlâ şaşarım. Elbette, biz şu anda bile, sadece anahatları anlayabilmiş durumdayız ve anladıklarımızın çoğuna da çektiğimiz fotoğrafları ve yaptığımız çizimleri daha sonra incelediğimizde ulaştık. Danforth’un şu anda içinde bulunduğu ruhsal çöküntünün nedeni bu son incelemenin etkileri -canlanan anılar, Danforth’un genel duyarlılığını etkileyen belirsiz izlenimler ve bir an için gördüğümüz, özünü benim de kavrayamadığım o son dehşet sahnesi- olabilir. Ama bu incelemeyi yapmak zorundaydık, çünkü yeterince bilgiye ulaşmadan bir uyarıda bulunamazdık, bu uyarının yapılmasıysa son derece gerekliydi. Karmakarışık zamanların bu bilinmeyen antarktik dünyasında hâlâ varlığını sürdüren bazı etkiler ve yabancı doğal yasalar daha fazla keşif yapılmasının önüne geçilmesini zorunlu kılmaktadır.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm