Hiper Tales Logosu
novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Grim Tales

Delilik Dağarında 7

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:23:59
  • 0 yorum
  • 0

Öykünün tamamı, çözülebildiği kadarıyla, yakın bir zamanda Miskatonic Üniversitesi’nin resmi bülteninde yayımlanacaktır. Ben burada sadece en önemli noktalara, o da konudan konuya atlayarak, değinmekle yetineceğim. Efsane ya da her ne iseler, oymalar yıldız başlı şeylerin yeni doğmakta olan, yaşamın henüz başlamadığı dünyaya kozmik uzaydan gelişlerini -onların gelişlerini ve zaman zaman gemilerine binerek uzayda öncü keşfe çıkan bir çok başka yabancı varlıkların gelişini- anlatıyordu. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki, zarımsı kocaman kanatlarıyla yıldızlarası boşluğu dolduran esiri[82]geçebiliyorlardı – bu, antikiteye meraklı bir meslektaşımın uzun zaman önce, tepe üzerindeki garip yaratıklara ilişkin anlattığı öyküyü garip bir şekilde destekliyordu. Bu yaratıklar oldukça uzun süre deniz altında yaşamış, fantastik kentler kurmuş, bilinmeyen bir enerji ilkesinden yararlanan son derece karmaşık silahlarıyla isimsiz düşmanlarına karşı korkunç bir savaşa girişmişlerdi. En yaygın ve gelişmiş biçimlerini ancak gerektiğinde kullanıyor olsalar da, bilimlerinin ve makine bilgilerinin bugünkü insanın bilgilerini fersah fersah aştığı çok açıktı. Bazı oymalar, diğer gezegenlerde makineleşmiş bir evreden geçtiklerini, ama olumsuz manevi sonuçlarını görünce vazgeçtiklerini akla getiriyordu. Organizmalarının olağanüstü dayanıklılığı ve doğal gereksinimlerinin basitliği, imal edilmiş ürünler olmadan ve zaman zaman doğa güçlerine karşı korunma dışında giysilere bile gereksinim duymadan yüksek bir yaylada yaşamalarını mümkün kılmıştı.

Dünyadaki yaşamı, başlangıçta beslenme amacıyla, sonra daha başka amaçlarla -çoktandır bildikleri yöntemlerle malzemelerden yararlanarak- deniz altında yaratmışlardı. Evrensel düşmanlarının yok edilmesinden sonra, sıra daha ayrıntılı deneylere gelmişti. Aynı şeyi diğer gezegenlerde de yapmışlardı; sadece gerekli yiyecekleri üretmekle kalmamış, dokularını ipnotik etki altında her türden geçici organlara dönüştürebilen ve böylece topluluğun ağır işlerini yapan ideal köleler durumundaki bazı çok hücreli protoplazmik kütleler de üretmişlerdi. Bu koyu kıvamlı kütlelerin Abdul Alhazred’in korkunçNecronomicon’unda üstü kapalı bir şekilde sözünü ettiği, ama bu Deli Arabın bile, alkaloid içeren bazı bitkileri çiğneyenlerin düşleri dışında yeryüzünde bulunduklarını ileri sürmediği “shoggoth”lar[83]olduğuna hiç kuşku yoktu. Yıldız başlı “Eskiler” bu gezegen üzerinde kendi basit besin maddelerini sentez yoluyla ürettikten ve yeterince shoggoth yetiştirdikten sonra, bazı hücre gruplarının başka türde hayvanlar ve bitkiler biçiminde evrimleşmelerine çeşitli nedenlerle izin verirlerken, başbelası olarak gördükleri varlıkların kökünü kuruttular.

Çok büyük ağırlıkları kaldırabilecek kadar geliştirilebilen shoggothların yardımıyla, deniz altındaki küçük, alçak yapılı kentler büyüyerek, daha sonra karada kurulacak olan kentlerden pek farklı olmayan görkemli taş labirentlere dönüştü. Uyum gösterme yetenekleri çok yüksek olan Eskiler evrenin başka bölgelerinde daha çok karada yaşamış ve karada kent inşa etme konusunda birçok geleneği muhafaza etmiş olmalıydılar. Milyarlarca yıldır ölü olan koridorlarını daha o zaman dikkatle incelediğimiz kent de dahil, duvarları oymalarla süslü bu Paleojen kentlerin mimarisini inceledikçe, bugüne kadar henüz kendimize bile açıklamaya kalkışmadığımız ilginç bir tesadüften büyük ölçüde etkilendik. Kentteki binaların çağlar önce aşınarak şekilsiz yığınlara dönüşmüş tepeleri yarım kabartmalarda açıkça görülüyordu; bu resimlerde gruplar halinde iğne gibi sivri kuleler, bazı konilerin ye piramitlerin tepelerinde zarif süsler, silindirik sütunların tepelerinde taraklı yatay diskler vardı. Bu görüntü, zavallı Lake’in bahtsız kampına ilk defa yaklaşırken gördüğümüz, böyle bir siluetten binlerce, on binlerce yıldır yoksun bir kentin sırrına erilmez delilik dağları üzerinde gökyüzüne yansıttığı o uğursuz serabın aynısıydı.

Eskiler’in deniz altındaki ve bir bölümünün karaya çıkmasından sonraki yaşamları hakkında ciltler dolusu yazılabilir. Sığ sularda yaşayanlar başlarının üzerindeki beş ana dokunacın uçlarındaki gözleri kullanmaya devam etmiş, oyma ve yazma sanatını oldukça alışıldık bir şekilde icra etmişlerdi – yazıyı sivri uçlu bir gereçle sudan etkilenmeyen parafinli bir yüzey üzerine yazmışlardı. Okyanusun daha derinlerinde yaşayanlar, ışık elde etmek için fosforlu gibi ışıyan ilginç bir organizmadan yararlanmış olmakla beraber, görme işlevini esas olarak başlarının üzerindeki prizmatiksillerle, niteliği anlaşılamayan- gerektiğinde bütün Eskiler’i ışıktan kısmen bağımsız kılan- bir duyu yoluyla sağlamışlardı. Oyma ve yazı biçimleri nesilden nesile büyük değişikliklere uğramıştı; yarım kabartmalardan niteliklerini çıkaramadığımız -belki de ışımayı sağlamak amacıyla- bazı kimyasal kaplama usullerini kullanmaya başlamışlardı. Varlıklar kısmen -yan taraflarında bulunan, denizlalesini andıran kollarla- yüzmek, kısmen de ayağı andıran bir dizi organın bulunduğu alt taraflarındaki dokunaçları sağa sola hareket ettirmek suretiyle denizde yol alıyorlardı. Bazen de katlanabilir yelpazemsi kanatlarından bir ikisinin yardımıyla uzun sıçrayışlar yapabiliyorlardı. Karada genellikle ayağı andıran organlarını kullanıyor, ama ara sıra da kanatlarını kullanarak oldukça yükseklere ya da ötelere uçabiliyorlardı. Denizlalesini andıran kolların uçlarında bulunan çok sayıda dokunaç her türlü sanat ve el işlerinde büyük bir ustalık ve maharet sağlayacak tarzda zarif, esnek, güçlü, hassas ve kas-sinir uyumu bakımından eşsizdi.

Bu şeylerin dayanıklılığı inanılacak gibi değildi. Denizlerin en derin yerlerinin müthiş basıncının bile bunlara hiçbir zararı dokunmuyordu. Şiddetle karşılaşmadıkları sürece çok azı ölüyordu, bu yüzden de çok az mezarlıkları vardı. Diklemesine gömdükleri ölülerinin üzerlerini, üstlerine beş köşeli desenler çizilmiş höyüklerle kapatmış olmaları, oymaların ortaya koyduğu gerçeklerden sonra kendimize gelmek için yeniden durup düşünmemizi gerektirdi. Yaratıklar-Lake’in kuşkulandığı gibi, pterodofitlere benzer şekilde- sporlarla çoğalıyorlardı, ama olağanüstü dayanıklı ve uzun ömürlü olmaları ve yenilenmeye gereksinim duymamaları nedeniyle, sömürgeleştirecek yeni bölgeler söz konusu olmadıkça büyük ölçekte yeni prothallus üretimine yönelmiyorlardı. Gençler çabucak olgunlaşıyor ve bizim düşünebileceğimiz tüm standartların ötesinde bir eğitimden geçiyordu. Entelektüel ve estetik yaşam çok ileri düzeydeydi ve yakında yayımlayacağım monografide daha ayrıntılı bir şekilde betimleyeceğim bir dizi uzun ömürlü gelenek ve kurum yaratmıştı. Bunlar, yaşama alanının deniz ya da kara olmasına göre az çok değişiklik göstermekteydi ama, temelleri ve dayandığı esaslar aynıydı.

Bitkiler gibi, beslenmelerini organik olmayan maddelerden sağlayabiliyor olmakla beraber, büyük ölçüde organik, özellikle de hayvansal besinleri yeğliyorlardı. Deniz altında deniz hayvanlarını çiğ çiğ yerlerken, karada etlerini pişiriyorlardı. Keşif ekibimizin bazı fosilleşmiş kemiklerde izlerini fark ettikleri keskin silahlarla avlanıyor ve sürü besliyorlardı. Çok aşırı olmayan sıcaklıklara mükemmelen dayanıyor ve donmuş suyun altında doğal durumlarında yaşayabiliyorlardı. Ama Pleistosen çağın aşırı soğukları bastırdığında -yaklaşık bir milyon yıl önce- karada yaşayanlar, ölümcül soğuk onları yeniden denizlere sürünceye kadar, yapay ısıtma da dahil özel önlemlere başvurmak zorunda kaldılar. Evrensel boşlukta yaptıkları tarihöncesi uçuşlar için, efsanelerin dediğine göre, bedenlerini bazı kimyasal maddelerle doldurarak yeme, içme, soluk alma gibi şeylere gereksinim duymadıkları gibi, ısıdan da etkilenmez hale gelmişlerdi, ama büyük soğuklar bastırıncaya kadar bu yöntemi çoktan unutmuşlardı. Her halükârda bu yapay durumu, zarar görmeden sonsuza kadar sürdüremezlerdi.

Karı koca yaşamı olmayan, yarı bitkisel yapıdaki Eskiler, memelilerin aile yaşamının biyolojik temellerine sahip değillerdi ama mekânın akılcı kullanımı ilkesinden hareketle ve -aynı evde oturanların meşgale ve eğlencelerine ilişkin resimlerden çıkardığımız kadarıyla- doğuştan kafa denkliği gibi nedenlerle, evlerde örgütlenmiş büyük gruplar halinde yaşıyorlardı. Evlerini döşerlerken bütün eşyayı kocaman odaların ortasına topluyor, bütün duvarları dekorasyon için boş bırakıyorlardı. Karada yaşayanlar aydınlatmayı elektro-kimyasal bir yolla sağlıyorlardı. Hem karadakilerin, hem denizdekilerin tuhaf masaları, sandalyeleri, kafesli silindirik divanları -çünkü dokunaçlarını kapatarak dik bir vaziyette dinleniyor ve uyuyorlardı- ve menteşeyle birbirine tutturulmuş noktalı yüzeylerden oluşan kitapları için rafları vardı.

Yönetim biçimleri, gördüğümüz oymalardan bu konuda kesin bir sonuç çıkarılamasa da, belli ki çok karmaşık ve büyük bir olasılıkla toplumcu nitelikteydi. Yerel ticaret de, farklı kentler arasındaki ticaret de çok gelişmişti; üzerinde yazılar bulunan beş köşeli bazı küçük, yassı fişler para yerine geçiyordu. Keşif ekibimizin bulduğu küçük sabuntaşları böylesi paralar olmalıydı. Esas olarak kentli bir kültürleri olmakla birlikte, bir miktar tarım yapmakta ve büyük çapta hayvan yetiştirmekteydiler. Madencilik ve bir miktar da imalat yapılmaktaydı. Çok sık yolculuk yapıyor olmalarına karşın, ırkın yayılmasını sağlayan sömürgeleştirme hareketleri dışında sürekli göç oldukça seyrek görülüyordu. Yaratıklar, kendi hareketleri için herhangi bir şeyden yararlanmıyorlardı, çünkü karada, havada ve suda Eskiler gibi hareket etmek, oldukça büyük hızlara ulaşmalarına yetiyordu. Ama yükler su altında Shoggothlar tarafından, karadaki yaşamlarının sonraki yıllarında ise, çok ilginç çeşitlilik gösteren ilkel omurgalılar tarafından taşınıyordu.

Bu omurgalılarla çok sayıdaki diğer yaşam biçimleri -karada, denizde ve havada yaşayan hayvanlar ve bitkiler-Eskiler tarafından yaratılan ama dikkat alanları dışında kalan canlı hücrelerin kontrolsüz bir şekilde evrimleşmesinin ürünüydüler. Kontrolsüz bir şekilde gelişmelerine izin verilmişti, çünkü egemen varlıklarla çatışmaya girmemişlerdi. Rahatsızlık veren yaşam biçimleriyse elbette ki hiç düşünmeden yok edilmişti. En yakın tarihli ve en dekadan oymalarda, karada yaşayanların bazen yiyecek bazen de kendilerini eğlendiren soytarılar olarak kullandıkları ayaklarını sürüyerek yürüyen ve maymunla insana belli belirsiz benzerliği su götürmeyen ilkel bir memeliyi görmek fazlasıyla ilgimizi çekti. Karadaki kentleri kurarken yüksek kulelerin büyük taş blokları paleontolojinin henüz bilmediği kocaman kanatlı pterodaktiller tarafından kaldırılmıştı genellikle.

Eskiler’in çeşitli jeolojik değişimlere ve yer sarsıntılarına karşın hayatta kalmakta gösterdikleri başarı tam bir mucizeydi. Arkeen çağdan daha önce kurulmuş çok az kent kalmış olmakla birlikte, uygarlıklarında ya da tuttukları kayıtların ileri kuşaklara aktarılmasında hiçbir kesinti olmamıştı. Gezegene ilk indikleri yer Antarktika Okyanusu idi ve Ay’ı oluşturan maddenin komşu Pasifik’ten kopmasından kısa bir süre sonra gelmişe benziyorlardı. Oyma haritalardan birine göre o zamanlar bütün gezegen sularla kaplıydı ve çağlar geçtikçe taş kentler Güney Kutbu’ndan uzak bölgelere doğru yayılmıştı. Başka bir harita Güney Kutbu civarında büyük bir kara parçasını gösteriyordu; asıl merkezlerini karaya yakın sığ sulara taşıyan yaratıklar besbelli ki karaya yerleşme denemeleri yapmışlardı. Daha sonraki dönemlerde çizilmiş haritalarda karaların çatladığı ve birbirinden uzaklaştığı, bazı kısımlarının, Taylor, Wegener ve Joly tarafından yakınlarda ortaya atılan kıtaların sürüklenmesi kuramını çarpıcı bir şekilde destekleyecek tarzda uzaklara sürüklendiği görülüyordu.

Güney Pasifik’te yeni bir karanın yükselmesiyle çok büyük olaylar başladı. Deniz dibi kentlerinden bazıları taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkıldı; ama felaketler bununla kalmadı. Başka bir ırk-ahtapot biçimli, belki de efsanevi Cthulhu soyundan karada yaşayan bir ırk- evrenin sonsuzluğundan çıkageldi ve Eskiler’i bir süre için tamamen deniz diplerine çekilmeye zorlayan müthiş bir savaş başladı aralarında. Karadaki çok sayıda yerleşim açısından çok büyük bir darbeydi bu. Daha sonra barış yapıldı yeni topraklar Cthulhu soyuna bırakılırken denizler ve eski topraklar Eskiler’e kaldı. En büyükleri, gezegende ilk indikleri yer olması nedeniyle kutsal sayılan Antarktika’da olmak üzere yeni kara kentleri kuruldu. O andan başlayarak, eskiden olduğu gibi, Antarktika Eskiler’in uygarlığının merkezi oldu ve Cthulhu soyu tarafından orada kurulan tüm kentler ortadan kaldırıldı. Sonra Pasifik’teki karalar, korkunç taş kent R’lyeh’i ve uzayın boşluğundan gelen ahtapotları da beraberinde götürerek ansızın denizin dibine battı ve böylece Eskiler, içlerinde, sözünü etmeyi sevmedikleri belli belirsiz bir korkuyla, bir kez daha gezegene egemen oldular. Daha ileri çağlarda Eskiler’in kentleri yerkürenin tüm topraklarına ve sularına yayıldı – yakında basılacak olan monografimde Pabodie’nin cihazı gibi bir cihazla arkeologların birbirinden oldukça uzak bölgelerde sondajlar yapmalarını önermemin nedeni budur.

Sonraki çağlar boyunca ortaya yeni yeni kara kütlelerinin çıkmasıyla, denizlerden karaya doğru düzenli bir şekilde göçler oldu, ama denizler hiçbir zaman tam olarak terk edilmedi. Karaya doğru göçün bir başka nedeni de deniz altında başarıyla yaşamanın kendilerine bağlı olduğu Shoggothları üretmede karşılaşılan yeni güçlüklerdi. Zamanın ilerlemesiyle, oymaların da hüzünle itiraf ettiği gibi, organik olmayan maddeden yeni yaşam türleri yaratma sanatı unutulmuş, Eskiler var olan yaşam türlerini biçimlendirmekle yetinmek zorunda kalmışlardı. Karada, büyük sürüngenler oldukça yumuşak başlı çıktılar; ama, denizlerin bölünerek üreyen ve kaza eseri tehlikeli düzeyde bir zekâya sahip olan shoggothları bir süre için büyük bir sorun oldular.

Shoggothlar her zaman Eskiler’in ipnotik telkinleriyle kontrol altında tutulmuşlar ve yoğrulabilme özelliğine sahip dayanıklı bedenlerinden kol bacak benzeri çeşitli yararlı, geçici organlar oluşturulmuştu; ama artık kendi bedenlerine şekil verme gücünü zaman zaman bağımsızca kullanıyor ve geçmiş telkinlerden akıllarında kalan biçimleri taklit ediyorlardı. Öyle görünüyordu ki, Eskiler’in istençlerine boyun eğmeden onları taklit eden, istenci ayrı ve zaman zaman da inatçı, yarı-kararlı bir beyin geliştirmişlerdi. Bu shoggothların oymalardaki görüntüleri Danforth’un da benim de içimi dehşet ve iğrenmeyle doldurdu. Bunlar, normal olarak üst üste yığılmış kabarcıkları andıran kıvamlı bir jöleden oluşmuş şekilsiz varlıklardı ve küre biçimindeyken ortalama çapları dört buçuk metre kadardı. Ama sürekli olarak biçimleri ve büyüklükleri değişiyor, efendilerini taklit ederek kendiliğinden ya da telkinle geçici görme, işitme, konuşma organları ya da oluşumları geliştiriyorlardı.

Anlaşıldığı kadarıyla, Permiyen Çağ’ın[84]ortalarına doğru, belki yüz elli milyon yıl önce shoggothlar artık hiç söz dinlemez olmuşlardı; o zaman denizdeki Eskiler onları yeniden dize getirmek üzere amansız bir savaş başlattılar. Bu savaşa ve shoggothların balçığa bulanmış durumda bıraktıkları başları kesilmiş kurbanlarına ilişkin resimler, aradan geçen sayısız çağa karşın, çok korkutucuydu. Eskiler ayaklanan varlıklara karşı moleküler ve atomik düzeyde etkileri olan ilginç silahlar kullanmış ve sonunda kesin zafere ulaşmışlardı. Bundan sonraki dönemi anlatan resimler, Batı Amerika’nın vahşi atlarının kovboylar tarafından evcilleştirilmesi gibi, shoggothların da silahlı Eskiler tarafından dize getirilip evcilleştirildiğini gösteriyordu. Ayaklanma sırasında shoggothların suyun dışında yaşayabildikleri görüldüyse de, bu geçiş için cesaretlendirilmediler – çünkü, karadaki yararları yaratacakları sorunların yanında hiç kalırdı.

Jurasik Çağ’da Eskiler uzaydan gelen yeni bir saldırı dalgasıyla karşılaştılar; bu seferki düşmanları Plüton gibi yakın zamanlarda keşfedilen[85]uzak gezegenlerden gelmiş yarı mantar yarı kabuklu yaratıklardı – bunların, Kuzeyin gizli gizli anlatılan efsanelerinde adı geçen tepedeki yaratıklarla ve Himalayalar’da Mi-Go ya da İğrenç Kar Adamı diye bilinen yaratıkla aynı türden yaratıklar olduğuna hiç kuşku yoktu. Bu varlıklarla savaşmak için Eskiler kuşatmayı yararak, Dünya’ya gelişlerinden bu yana ilk defa olarak gezegenler arası boşluğa geri dönmeye kalkıştılar, ama tüm çabalarına karşın Dünya atmosferinden çıkmanın artık olanaksız olduğunu gördüler. Yıldızlar arası yolculuğun sırrı her ne idiyse, Eskiler o sırrı sonsuza dek ve kesin olarak yitirmişlerdi. Sonunda Mi-Go, Eskiler’i kuzeydeki topraklardan sürüp çıkardı, ama denizdekilere zarar verecek güçte değildi. Eski ırkın, yavaş yavaş Güney Kutbu’ndaki ilk yerleşim alanlarına geri dönüşü başlıyordu.

Savaş resimlerinde Cthulhu Soyunun olsun, Mi-Go’nun olsun, Eskiler’in bildiğimiz maddesinden çok farklı bir maddeden oluşmuş olduklarını görmek çok ilginçti. Bunlar, rakipleri için olanaksız dönüşümleri ve bütünleşmeleri gerçekleştirebiliyor ve uzayın daha uzak köşelerinden gelmişe benziyorlardı. Oysa Eskiler, anormal dayanıklılıkları ve ilginç dirimsel özellikleri dışında tamamen madde idiler ve kökenleri kesinlikle bilinen uzay ve zamandaydı; oysa diğer varlıkların kökenlerini tahmin etmeye çalışan insanın soluğu kesilirdi. İstilacı düşmana atfedilen tüm bu dünyadışı bağlantılar ve anormallikler elbette ki salt efsaneden ibaret değildi. Tarihe karşı duydukları ilgi ve tarihleriyle gururlanmak psikolojilerinin önemli bir unsuru olduğundan, belki de Eskiler ara sıra uğradıkları yenilgileri açıklamak için kozmik bir çerçeve uydurmuşlardı. Görkemli kültürlerin ve gökyüzüne doğru yükselen yüksek kentlerin sürekli boy gösterdiği bazı korkunç efsanelerin ileri ve güçlü yaratıklardan Eskilerin tarih kayıtlarında söz edilmemiş olması oldukça anlamlıdır.

Uzun jeolojik çağlar boyunca dünyanın değişen durumu, birçok oyma harita ve manzara resminde şaşırtıcı bir canlılıkla görülmekteydi. Bazı durumlarda mevcut bilimin yeniden gözden geçirilmesi gerekecektir, bazı durumlardaysa gözüpek sonuçlar görkemli bir şekilde doğrulanmaktadır. Daha önce söylediğim gibi, Taylor, Wegener ve Joly’nin bütün kıtaların Güney Kutbu kara kütlesinden merkezkaç kuvvetin etkisiyle kopup kıvamlı bir katman üzerinde yüzerek uzaklara sürüklenen parçalar olduğu yolundaki varsayımlarını —Afrika ve Güney Amerika’nın birbirini bütünler gibi görünen dış hatlarının ve büyük dağ sıralarının oluşum ve uzanım şekillerinin düşündürdüğü bir varsayım- bu tekin olmayan kaynak şaşırtıcı bir şekilde desteklemekteydi.

Yüz milyon veya daha fazla yıl öncenin Karbonifer[86]dünyasını betimleyen haritalar, Afrika’yı bir zamanların tek parça halindeki Avrupa (o zamanlar en eski efsanelerin Valucia’sı), Asya, Kuzey ve Güney Amerika ile Antarktika’dan ayıracak olan anlamlı yarıkları ve kanyonları gösteriyordu. Daha başka haritalar- ve esas olarak da, içinde bulunduğumuz bu dev kentin elli milyon yıl önce kuruluşuyla ilgili olan bir tanesi- bugünkü tüm kıtaları birbirlerinden iyice ayrılmış olarak gösteriyordu. Haritaların keşfedilebilecek en yeni tarihlisinde -belki de Pliosen Dönemde yapılmış olan bir tanesinde- Alaska’yı Sibirya’ya, Kuzey Amerika’yı Grönland yoluyla Avrupa’ya ve Güney Amerika’yı Graham Toprakları yoluyla Antarktika kıtasına bağlayan bağlara karşın bugünün dünyası yaklaşık olarak açık seçik görülüyordu. Karbonifer Dönemi haritalarda, bütün yerküre -okyanus zemini ve yarılmış kara kütleleri- Eskiler’ in büyük taş kentlerinin sembollerini taşıyordu, ama daha sonraki haritalarda, yavaş yavaş Antarktika’ya doğru geri çekilme açıkça görülüyordu. Pliosen dönemine ilişkin son haritada Antarktika kıtası ve Güney Amerika’nın ucundakiler dışında hiçbir kara kenti; ya da 50° Güney Enleminin kuzeyinde hiçbir deniz kenti görülmüyordu. Eskiler’in kuzey dünyası konusundaki bilgi ve ilgileri, sahil hattını incelemek üzere, muhtemelen yelpazeyi andıran zarımsı kanatlarıyla yaptıkları uzun bir araştırma gezisi dışında tamamen sona ermişti.

Dağların yükselmesi sonucu kentlerin yıkılması, merkezkaç kuvvetin etkisiyle karaların kopup aynlması, karaların ve deniz diplerinin sismik sarsıntıları ve daha birçok doğal neden bütün kayıtların ortak konusuydu ve geçip giden çağlarla birlikte git gide daha az yenilenmenin yapılmış olduğunu görmek oldukça ilginçti, içinde bulunduğumuz bu ölü büyük kent, bu ırkın çok uzak olmayan bir yerde daha önce kurulmuş daha büyük merkezlerinin çok büyük bir depremde yerle bir olmasından sonra Kratase çağı’nda kurulmuş son genel merkezleriydi. Rivayete göre Eskiler’in denizdibinde ilk defa yerleştikleri yer olması nedeniyle, genel olarak bu bölgenin en kutsal bölge olduğu anlaşılıyordu. Birçok özelliğini oymalardan tanıdığımız, uçuşumuz sırasında dağ silsilesinin her iki yönüne doğru yüzlerce mil uzandığını gördüğümüz bu yeni kentte, denizdibinde kurulan ilk kentten kalma, yer katmanlarının uzun çağlar boyunca gösterdiği hareketlilikler sonucu günışığına çıktıkları varsayılan birçok kutsal taş bulunuyordu.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu