Hiper Tales Logosu
novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Grim Tales

Delilik Dağlarında 5

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:21:48
  • 0 yorum
  • 3

Sonunda geçidi ardımızda bıraktığımızda, aşağıda uzanıp giden görünüme bakınca, duyularımıza inanamayarak korku, hayret ve dehşet karışımı duygularla sanırım ikimiz birden haykırdık. O anda aklımızı oynatmamak için farkında olmadan birtakım doğal kuramlar geliştirmiş olmalıydık. Büyük bir olasılıkla Colorado’daki Tanrıların Bahçesi’ndeki[65]tuhaf şekillerde aşınmış taşları ya da Arizona Çölü’ndeki rüzgârın oyduğu fantastik bir şekilde simetrik kayaları düşünmüş olmalıydık. Belki de, bu delilik dağlarına ilk yaklaştığımız sabah gördüğümüze benzer bir serap olduğunu bile düşünmüş olabiliriz. Gözlerimiz fırtınaların izlerini taşıyan bu uçsuz bucaksız yaylalar üzerinde gezinir ve en kalın yeri 12-15 metre, ama çoğunlukla daha ince olduğu belli bir buz örtüsü üzerinde ufalanmış, delik deşik olmuş tepeleri görünen düzgün, geometrik orantılı kocaman taş kütlelerinin sonsuz labirentini seçerken bu türden normal kavramlara başvurmuş olmalıydık.

Bu müthiş görüntünün üzerimizde bıraktığı etki tarif edilecek gibi değildi, çünkü bilinen doğal yasaların daha baştan gaddarca çiğnenmiş olduğu besbelliydi. Tam altı bin metre yükseklikteki bu korkunç eski yaylada ve en aşağı beş yüz bin yıllık insanlık öncesi bir çağdan beri yaşamı olanaksız kılan bu iklimde, sadece akıl sağlığını umutsuzca korumaya çabalayan birinin bilinçli ve yapay nedenler dışında nedenlere atfedeceği düzenli taşlardan oluşan bir karmaşa neredeyse göz alabildiğine uzanıyordu. Dağ yüzeylerindeki bu küp ve sur şeklindeki oluşumların doğal kökenli olmayabileceği yolundaki bütün kuramları ciddi düşünce adına önceden bir kenara bırakmıştık. Zaten bu bölgenin, buzdan ölümün bugünece devam eden egemenliğine yenik düştüğü zamanlarda, insan henüz büyük maymundan başka bir şey değilken başka nasıl olabilirdi ki?

Ama artık aklıselim ağır bir sarsıntıya uğramıştı, çünkü dörtgen, kavisli ve köşeli masif kayalardan oluşan bu labirent, aklı güvenli sığınaklardan yoksun bırakan özelliklere sahipti. Buranın, o adi serap kentin basit, nesnel ve karşı çıkılamaz gerçeklikteki karşılığı olduğu açıktı. Demek ki, o lanetli alâmetin maddi bir temeli varmış – havanın üst taraflarında bulunan yatay konumdaki bir buz tozu katmanı bu şaşırtıcı taş kalıntıların görüntüsünü basit yansıma kurallarına göre yansıtmış olmalıydı. Elbette gördüğümüz görüntü olduğundan büyük, çarpık ve kaynağında bulunmayan şeyleri içeriyor olmalıydı; yine de asıl kaynağını gördüğümüzde, uzaklara vuran görüntüsünden daha iğrenç ve tehditkâr olduğunu düşündük.

Çıplak yaylaların fırtınaları arasında yüz binlerce -belki de milyonlarca- yıldır ayakta kalan bu iğrenç şeyi kesin yok oluştan sadece bu devasa taş kulelerin ve surların inanılmaz, insanlıkdışı büyüklüğü kurtarmıştı. Altımızdaki inanılmaz manzaraya aptal aptal bakarken dilimizin ucuna ‘Corona Mundi[66]-Dünyanın Çatısı-’ gibi türlü türlü fantastik deyişler geldi. Bu ölü kutup dünyasını ilk gördüğümden beri sık sık aklıma takılan tekinsiz eski efsaneleri —şeytani Leng yaylasını, Mi-Go’yu Himalayalar’ın iğrenç Karadam’mı[67], insanlık öncesi dönemlere ilişkin imalarla dolu Pnakotic Elyazmalarını, Cthulhu Mezhebi’ni,Necronomicon’u, şekilsiz Tsathoggua ve bu yarı-varlıkla ilişkili şekilsiz yıldız döllerinden daha kötü şeyler üzerine Kuzey ülkelerinin[68]söylenlerini- düşündüm yeniden.

Bu şey hiç seyrelmeden bütün yönlerde kilometrelerce uzanıyordu; dağların kenarından esaslı bir şekilde ayrılan ve yüksekliği derece derece azalan yamaçların tabanı boyunca bu şeyi sağa ve sola doğru gözlerimizle taradığımızda, aştığımız geçidin solunda kesintiye uğraması dışında hiçbir seyrelme göremediğimize karar verdik. Hesaplanamaz boyutlardaki bir şeyin, tesadüfen sınırlı bir bölümüyle kaşılaşmıştık. Yamaçlarda şurada burada, bu korkunç kenti dağlardaki ileri karakollarını oluşturan o tanıdık küpler ve surlara bağlayan tuhaf görünüşlü taş yapılar göze çarpıyordu. Bu küp ve sur şeklindeki oluşumlar ve tuhaf mağara ağızları dağın iç tarafında da dış tarafındaki kadar çoktu.

Adsız taş labirent, buz üstündeki yüksekliği üç metreyle kırk beş metre arasında, kalınlığı bir buçuk metre ile üç metre arasında değişen duvarlardan oluşuyordu. Bu duvar, bir çok yerde düzensiz yekpare Prekambriyen arduvazların oyulmasıyla oluşmuş gibi görünmekle birlikte genellikle çok çok eski zamanlarda oluşmuş arduvaz, şist ve kumtaşından -çoğunlukla 1,2 m x 1,8 m x 2,4 m boyutlarında- çok kocaman bloklardan meydana gelmişti. Binaların boyutları birbirine eşit olmaktan çok uzaktı; petek gibi yan yana dizilmiş çok büyük binalar bulunduğu gibi, tek başına duran daha küçük yapılar da vardı. Bu şeyler genellikle konik, piramite benzer veya taraçalı olmakla birlikte, birçok kusursuz silindir, kusursuz küp, küp kümesi, daha başka dikdörtgen biçimlerle şuraya buraya serpilmiş, beş köşeli yerleşim planları kabaca çağdaş tahkimatları akla getiren köşeli garip yapılar da vardı. Kenti inşa edenler uzmanlaştıkları kemer kullanımını ilke edinmişlerdi; kentin parlak dönemlerinde belki kubbeler de bulunuyordu.

Tüm bu birbirine girmiş yapılar havanın etkisiyle müthiş aşınmıştı ve içerisinden kulelerin yükseldiği buz yüzeyine kocaman taş bloklar ve çok çok eski zamanlardan kalma döküntüler saçılmıştı. Buz tabakasının saydam olduğu yerlerde bu dev sütunların alt kısımlarını görebiliyor ve çeşitli kuleleri değişik yüksekliklerde birbirine bağlayan, buzun aşınmaktan koruduğu taş köprüleri seçebiliyorduk. Açığa çıkmış duvarlarda, daha yüksekteki benzer köprülerin bir zamanlar bulunduğu yerlerin izini görebiliyorduk. Daha yakından yapılan bir inceleme sayısız büyücek pencerenin varlığını ortaya çıkardı; pencerelerin çoğu uğursuz ve tehdit edici bir tarzda ardına kadar açık olmakla birlikte, bazıları ağaç esaslı taşlaşmış bir malzemeden kepenklerle kapatılmıştı. Kalıntıların çoğunluğunun elbette çatısı yoktu, sert rüzgârlarla aşınmış üst kenarları yuvarlaklaşıp düzgünlüğünü yitirmişti; daha dar açılı konik ve piramit biçimi modellerle çevresindeki daha yüksek yapıların korumuş olduğu binalarsa, her tarafta görülen ufalanma ve küçük küçük deliklere rağmen dış hatlarını oldukları gibi koruyabilmişlerdi. Yatay şeritler halinde oyma süslere benzeyen -eski sabuntaşları üzerindeki mevcudiyetleri şimdi çok daha büyük bir önem kazanmış olan tuhaf nokta kümelerini de içeren- şeyleri dürbünle güç bela seçebildik.

Birçok yerde binalar tamamen yıkılmış ve buz tabakası çeşitli jeolojik nedenlerle derin bir şekilde yarılmıştı. Daha başka yerlerdeyse taş duvarlar buz seviyesinece aşınmıştı. Yaylanın içinden, geçtiğimiz geçidin bir mil kadar solundaki bayırda bulunan bir çatlağa kadar uzanan geniş bir şerit üzerinde hiç bina yoktu; buranın,Tersiyer dönemde -milyonlarca yıl önce- kentin içinden geçerek yüksek sıradağlar içindeki dipsiz bir yeraltı uçurumuna dökülen büyük bir nehrin yatağı olması gerektiğine karar verdik. Bu bölgenin mağaralar, uçurumlar ve insanın kavrayamayacağı esrarlarla dolu bir bölge olduğuna kuşku yoktu.

Geriye dönüp de o sıralardaki duygularımıza baktığımızda ve insanlık öncesi dönemlerden kaldığını sandığımız anormal kalıntıları gördüğümüzde duyduğumuz şaşkınlığı anımsadığımızda ruhsal dengemizi nasıl korumuş olduğumuza şaşmadan edemiyorum. Elbette -zamandizim, bilimsel kuram ya da kendi aklımız açısından- bir şeylerin fena halde çarpık olduğunu biliyorduk, yine de uçağı yönetmek, en ince ayrıntılarına kadar birçok şeyi gözlemlemek ve hem bize hem de dünyaya yararlı olabilecek bir dizi fotoğraf çekebilecek kadar kendimize hâkim olmayı başarabildik. Bana köklü bilimsel alışkanlıklarım yardım etmiş olabilir; çünkü, bütün şaşkınlığıma ve tehdit altında olduğum duygusuna rağmen, bu asırlık esrarı derinlemesine araştırmak -bu hesaba kitaba gelmez derecede büyük yeri ne tür varlıkların inşa ederek içinde yaşamış olduğunu ve kendi dönemlerinde ya da başka dönemlerde dünyayla nasıl ilişkiler içinde olduklarını bilmek- için yakıcı bir merak duyuyordum.

Bu yer sıradan bir kent olamazdı. Dünya tarihindeki arkaik ve inanılmaz bir dönemin, dış kolları, bildiğimiz hiçbir insan ırkı henüz maymunluktan insanlığa adım atmadan çok önce yer sarsıntılarının karmaşası arasında yok olup gitmiş olan ve en karanlık, en fazla çarpıtılmış efsanelerde belli belirsiz anımsanan bir dönemin ilk çekirdeğini ve merkezini oluşturmuş olmalıydı. Efsanevi Atlantis’in,[69]Lemuria’nın[70], Commoriom’un[71], Uzuldaroum’un[72]ve Lomar[73]topraklarındaki Olathoe’nin -bırakın dünü- ancak bugün sayılabileceği bir Paleojen büyükkent uzanıyordu burada; Valusia[74], R’lyeh[75], Mnar topraklarındaki Ib[76]ve Arabistan Çölü’nün Adsız Kenti[77]gibi adı fısıltıyla anılan insanlıköncesi küfürlerle eş tutulabilecek bir büyükkent. Kelimenin tam anlamıyla dev kulelerin bu girift ağı üzerinde uçarken, imgelemim zaman zaman bütün bağlarından kurtularak fantastik çağrışımlarla dolu bir dünyada başıboş dolaşıyor, hatta bu kayıp dünya ile kampta gördüğüm çılgınca dehşet arasında bağlar kuruyordu.

U çağın daha hafif olması için yakıt deposu tam doldurulmamıştı; bu yüzden keşif sırasında sakınımlı davranmak zorundaydık. Böyle olmakla birlikte, yine de rüzgârın gerçekten önemsiz sayılabileceği bir seviyeye hızla indikten sonra epeyce bir mesafe katetmiştik. Ne dağ silsilesinin ne de eteklerindeki korkutucu taş kentin ucu bucağı görünüyordu. Her yönde ellişer mil uçtuktan sonra, hiç erimeyen buzun içerisinden bir cesedin pençeleri gibi fırlayıp çıkan bu kayalardan ve duvarlardan oluşan labirentin her tarafta hemen hemen aynı olduğunu gördük. Ama, geniş nehrin bir zamanlar sıradağlardaki döküldüğü deliğe yaklaşırken yamaçlarda açtığı kanyondaki oymalar gibi oldukça dikkat çekici çeşitlilikler vardı. Akıntının giriş noktasında yamacın çıkıntısı dev sütunlar halinde oyulmuştu; bir varili anımsatan yapıları Danforth’da da bende de iğrenç, akıl karıştıran belli belirsiz birtakım anıların canlanmasına yol açtı.

Ayrıca halkın toplandığı meydanlar olması gereken yıldız biçimli birçok açıklığa rastladık ve arazide birçok iniş çıkışlar olduğunu fark ettik. Her nerede dik bir tepe yükselmişse, oyularak çeşitli yönlerde biçimsizce uzanan taş bir yapıya dönüştürülmüştü; ama bunun en az iki istisnası vardı. Bunlardan biri, çıkıntılı uzantısı üzerinde bir zamanlar ne bulunduğu anlaşılmayacak kadar aşınmıştı, diğerinin üzerinde ise, eski Petra[78]vadisindeki ünlü Yılanlı Mezar’a benzeyen fantastik, konik bir anıt olduğu görülüyordu.

Dağlardan karanın içlerine doğru uçtuğumuzda, kentin yamaçlar boyunca uzunluğunun sonsuz olmasına karşın, genişliğinin sınırsız olmadığını gördük. Otuz milden sonra grotesk taş binalar azalmaya başladı ve on mil daha gittiğimizde bilinçle yapılmış hiçbir yapının bulunmadığı ayak basılmamış ıssız topraklara ulaştık. Nehir yatağı kentin ötesinde geniş bir oyuk olarak göze çarpıyor, daha engebeli bir hal almış olan arazi hafifçe yükselerek batıya doğru uzanan sisin içinde kayboluyordu.

Şu ana kadar yere inmemiştik, ancak bu korkunç yapılardan bazılarına girmeyi denemeden yayladan ayrılmak olacak şey değildi. Bu yüzden, aştığımız geçide yakın düzgün bir yer aramaya, uçağı oraya indirdikten sonra yaya olarak araştırma yapmaya karar verdik. Bu kademeli yamaçların kalıntılarla dolu görünmesine karşın daha alçaktan uçtuğumuzda, çok geçmeden, inmeye uygun çok sayıda yer bulunduğunu gördük. Yeniden havalanınca dağları aşarak kampa dönecek olmamız nedeniyle geçide en yakın olan, sert karlarla kaplı, düzgün, engelsiz ve çabuk kalkışa uygun bir yeri seçerek saat 12.30 civarında buraya indik.

Çok kısa bir süre kalacak olduğumuz için ve bu yükseklikte sert rüzgârlar bulunmadığından uçağı bir kar yığınıyla korumak gerekli görünmüyordu; bu yüzden sadece iniş kayaklarını emniyete almakla ve mekanizmanın yaşamsal öneme sahip parçalarını soğuğa karşı korumakla yetindik. Yaya olarak yapacağımız yolculuk için uçuş sırasında giydiğimiz en kalın kürkleri çıkardık ve yanımıza cep pusulası, fotoğraf makinesi, hafif erzak, bol miktarda defter ve kâğıt, madenci çekici ve keskisi, numune torbaları, bir kangal halat ve yedek pilleriyle birlikte güçlü bir elektrikli fenerden oluşan araç gereç aldık; tüm bunlar, yere inme şansına sahip olursak, fotoğraf çekip, resim ve topoğrafik haritalar çizelim, çıplak bir yamaçtan, mostradan veya mağaralardan numuneler alabilelim diye uçağa yüklenmişti. İçine girmeyi başarabileceğimiz bir labirentte geçtiğimiz yolları işaretlemek amacıyla belirli aralıklarla küçük parçalar halinde yere bırakmak için, yırtıp boş bir numune torbasına koyabileceğimiz kadar yedek kâğıdımız vardı allahtan. Alışıldık kaya çentme yöntemi yerine bu çabuk ve kolay yöntemin uygulanmasına elverişli esintisiz bir mağara sistemiyle karşılaşabiliriz düşüncesiyle bunları yanımızda getirmiştik.

Kabuk bağlamış karın üzerinde sakınımla yürüyerek, yanardöner batı göğünde olduğundan daha korkutucu gözüken görkemli taş labirente doğru ilerlerken, dört saat önce havsalanın almakta zorlandığı o geçidi geçerken hissettiğimize benzer, her an bir mucizeyle burun buruna gelecekmişiz gibi yoğun duygular içindeydik. Bir set gibi uzanan dorukların sakladığı gizleri gözlerimizle görmüş olduğumuz doğruydu, ama bilinçli varlıklar tarafından belki milyonlarca yıl önce -daha hiçbir insan ırkı ortaya çıkmadan önce- yükseltilen bu duvarların arasına girmek yine de çok korkunçtu ve akla kozmik anormallikleri getiriyordu. Bu yükseklikteki havanın seyrekliği yürümeyi oldukça zorlaştırıyor olmakla birlikte, Danforth’la ben kendimizi oldukça iyi ve karşımıza çıkabilecek her görevi yerine getirebilecek gibi hissediyorduk. Kar seviyesine kadar aşınmış şekilsiz bir kalıntıya ulaşmak yalnızca birkaç adımımızı aldı, elli altmış metre kadar aşağıda beş köşeli dev şeklini tamamen korumuş, duvar yüksekliği 3 metre ile 3,5 metre arasında değişiklikler gösteren çatısız bir sur vardı. Bu sura doğru yöneldik ve sonunda aşınmış, harçsız dev bloklarına dokunduğumuzda, normal olarak bizim türümüze kapalı olan unutulmuş çağlarla benzeri görülmedik, günah dolu bir bağ kurmuş olduğumuz duygusuna kapıldık.

Uçları arasındaki mesafe yaklaşık olarak 90-100 metre gelen yıldız biçimli bu sur, ortalama 1,5 mx2 m’lik düzensiz boyutlarda jurasik kumtaşı bloklarından inşa edilmişti. Yıldızın uçları ile iç köşesi arasında düzgün bir simetriyle ve buz seviyesinden 120 cm kadar yükseklikte yer alan 120 cm eninde, 150 cm yüksekliğinde bir dizi kemerli mazgal deliği ya da pencere vardı. Bu deliklerden baktığımızda duvar kalınlığının tam bir buçuk metre olduğunu, yapının içinde bölmeler kalmamış olduğunu, iç duvarlarda şeritler halinde oyma ya da yarım kabartma süslerin izleri bulunduğunu gördük; bu ya da buna benzer surlar üzerinde uçarken daha önceden kestirmiş olduğumuz şeylerdi bunlar. Başlangıçta bunların alt bölümleri de varolmuş olmalıydı, ama böylesi şeylerin izi derin buz ve kar tabakası tarafından tamamen örtülmüştü.

Pencerelerden birinden sürünerek içeri girdik ve neredeyse silinmiş duvar resimlerini hiçbir sonuç elde edemeden çözmeye çalıştık, ama buz tutmuş zemini kazmaya kalkışmadık. Uçuşumuz sırasında asıl kentte birçok binanın daha az buza-boğulmuş olduğunu görmüştük, dolayısıyla, hâlâ çatısı bulunan binalara girecek olursak duvarların gerçek toprak zemine kadar indiği buzsuz iç mekânlar bulabilirdik. Suru terk etmeden önce dikkatle fotoğraflarını çektik ve harçsız kocaman taşlardan işçiliğini tam bir şaşkınlıkla inceledik. Pabodie keşke burada olsaydı diye düşündük; çünkü onun mühendislik bilgisi, kentin dağın eteklerine kurulduğu inanılmayacak kadar eski zamanlarda bu dev kaya bloklarının nasıl indirilip kaldırıldığı konusunda tahminde bulunmamıza yardımcı olabilirdi.

Ardımız sıra gökyüzüne doğru yükselen dorukların arasında rüzgâr büyük bir vahşetle çığlık çığlığa eserken asıl kente doğru, ayrıntıları hiçbir zaman belleğimden silinmeyecek yarım millik bir yürüyüş yaptık yokuş aşağı. Bizim dışımızda biri böylesi bir görsel efekti ancak fantastik karabasanlarda tasavvur edebilirdi. Batının fokurdayan buharlarıyla aramızda koyu renkli taş kulelerin korkunç karmaşası uzanıyor; bakış açımız değiştikçe sıradışı[79], inanılmaz biçimleri üzerimizde yepyeni etkiler yaratıyordu. Elle tutulur taşlardan bir seraptı bu ve fotoğraflar olmasaydı, böyle bir şeyin olabileceğinden hâlâ kuşkulanıyor olurdum. Taş işçiliği genel olarak incelemiş olduğumuz surunkiyle aynıydı, ama bu işçiliğin kent içerisinde sergilediği aşırı gösterişli biçimler tarif edilebilecek gibi değildi.

Resimler bile buranın bitmez tükenmez tuhaflıklarının, sonsuz çeşitliliğinin, doğadışı büyüklüğünün ve mutlak yabancılığının birkaç örneğini vermekten öteye gitmiyor. Eukleides’in bile ad bulmakta zorlanacağı geometrik biçimler -çeşitli eğimlerde düzlemlerle kesilmiş, her dereceden düzensizlikler içeren koniler, her türden kışkırtıcı orantısızlıklarda taraçalar, tuhaf şişkinlikleri olan dikilitaşlar, tuhaf gruplar halinde kırık sütunlar ve çılgınca grotesk beş köşeli ya da beş sırtlı düzenlemeler- vardı. Yaklaştıkça buz tabakasının saydam kısımlarının altını görebiliyor ve şuraya buraya çılgınca serpiştirilmiş çeşitli yüksekliklerdeki yapıları birleştiren boru şeklindeki taş köprüleri seçebiliyorduk. Düzenli caddelerden eser yoktu, tek düzenli geniş açıklık, dağlardan kente doğru akmış olmasından kuşkulanılmayacak eski nehrin bir mil kadar solumuzdaki yatağıydı.

Dürbünlerimiz, neredeyse silinmiş oymalar ve küme küme noktalardan oluşan dekoratif şeritlerin binaların dışında yaygın bir şekilde bulunduğunu gösterdi ve çatılarla kulelerin çoğunun tepesinin yok olmuş olmasına karşın kentin bir zamanlar neye benzediğini hemen hemen gözümüzde canlandırabildik. Kentin genel olarak, kıvrılıp bükülen birbirine girmiş daracık yolların ve patikaların bir labirenti olduğu söylenebilirdi; bunların hepsi derin kanyonlar, bazılarıysa üzerlerinde çıkıntı yapan taşlar ya da kemer oluşturan köprüler yüzünden neredeyse tünel gibiydiler. Altımızda uzanan kent şimdi, kuzey ucunda kutbun alçak, kızılımsı öğleden sonra güneşinin parlamaya çalıştığı batı yönündeki sisin içinde bir hayal gibi beliriyor ve güneşin bir anlığına daha yoğun bir engelle karşılaşmasıyla ortalığın geçici olarak kararmasının yarattığı etki, betimlemeyi asla aklımdan bile geçiremeyeceğim daha tehditkâr bir hal alıyordu. Ardımızdaki yüksek dağ geçitlerinde esen, hissetmediğimiz rüzgârın uluması ve ıslığı bile sanki kasten daha kötücül bir niteliğe bürünüyordu. Kente doğru inişimizin son aşaması alışılmadık derecede sarp ve çetindi; eğimin değiştiği kenardaki çıkıntılı bir kaya, burada bir zamanlar yapay bir taraça bulunduğunu düşünmemize yol açtı. Buzun altında merdiven basamakları ya da buna benzer bir şeylerin bulunduğuna inanıyorduk.

Sonunda, devrilmiş taş blokların üzerinden atlayarak, insanda cüce olduğu duygusu uyandıran yüksek harap duvarlara bu kadar yakın olmanın verdiği eziklikle, kente girdiğimizde öyle duygulara kapıldık ki, kendimize nasıl hâkim olduk şaşıyorum. Danforth son derece gergindi; kamptaki dehşetle ilgili -daha çok, karabasanı andıran eski çağların bu hastalıklı kalıntılarının bazı özelliklerinin bize dayattığı bazı sonuçları paylaşmamak elimden gelmediği için beni gücendiren- ipe sapa gelmez tahminler yürütmeye başlamıştı. Bu tahminler onun hayalgücü üzerinde de etkili oluyordu; yıkıntılarla dolu ara sokaklardan birinin keskin bir dirsek yaptığı bir yerde, zeminde hiç hoşuna gitmeyen belli belirsiz izler gördüğünde ısrar ediyor, bir başka yerde durarak nereden geldiği belli olmayan hayali, hafif bir sesi -dağdaki mağaralardaki rüzgârın sesinden pek de farklı olmamakla birlikte, yine de rahatsız edecek kadar farklı, boğuk müzikal bir ıslık sesi olduğunu söylediği – bir sesi dinliyordu. Çevrede görülebilen mimariye ve resimleri seçilebilen birkaç duvar süslemesine egemen olan beş köşelilik, aklımıza ister istemez uğursuz şeyler getiriyor ve kutsallıktan uzak bu yeri inşa ederek içinde oturan ilkel varlıklarla ilgili bilinçaltımızda kesin korkuların uyanmasına yol açıyordu.

Ama bilim aşkımız ve ruhumuzdaki maceracılık tamamen ölmemişti; alışkanlıkla, hiç düşünmeden duvarlardaki tüm farklı kaya tiplerinden çenterek numune almaya başladık. Buranın yaşıyla ilgili daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için eksiksiz tüm kayalardan numune toplamak istiyorduk. Büyük dış-duvarlardaki bloklardan hiçbiri Jurasik ve Komançiyen dönemlerden daha eski görünmüyordu ve burada bulunan taşlardan hiçbiri Pliosen çağdan[80]daha yeni değildi. En az 500 000 yıl, belki de çok daha uzun süre hüküm sürmüş ölümün içerisinde dolaşmakta olduğumuz kesindi.

Taş gölgeleriyle alacakaranlık bu labirentte ilerlerken, binaların içlerini incelemek ve giriş olanağı var mı yok mu diye bakmak için her açıklığın önünde duruyorduk. Bu açıklıklardan bazıları ulaşamayacağımız yerlerde bulunurken, bazıları da tepedeki sur gibi, buzun istilasına uğramış, çatısız, çıplak harabelere çıkıyordu. Bir tanesi, geniş ve davetkâr olmasına karşın, hiçbir iniş olanağı bulunmayan dipsiz bir uçuruma açılıyordu. Ara sıra, sağlam kalmış bir kepengin taşlaşmış ahşabını inceleme fırsatını buluyor, hâlâ seçilebilen damarlarının düşündürdüğü inanılmaz eskiliğinden hayrete düşüyorduk. Bunlar, Mezozoik kabuksuz tohumlular ve kozalaklılar sınıfından -özellikle Kretase cycadlarından[81]-, Tersiyer palmiye ve kapalı tohumlular sınıfından bitkilerden yapılmış olmalıydı. Pliosen çağdan daha sonraki çağlara ilişkin hiçbir şey bulamadık. Kenarlarında çoktan kaybolmuş tuhaf menteşelerin izleri bulunan kepenklerin yerlerine yerleştirilme yöntemlerinde değişiklikler görülüyordu; bazıları meyilli pevazların iç tarafına, bazıları da dış tarafına yerleştirilmişti. Yerlerine takozla sıkıştırılmış ve böylece muhtemelen paslanmış olan eski metalik menteşelerinden daha uzun ömürlü olmuşa benziyorlardı.

Bir süre sonra, tepesi zarar görmemiş beş-sırtlı dev bir koninin şişkin bölümündeki taş zeminli, iyi durumda, geniş bir odaya açılan bir dizi pencereyle karşılaştık; ancak pencereler odaya halatsız inilemeyecek kadar yüksekteydiler. Yanımızda halat vardı ama, mecbur kalmadıkça -kalbi yoran seyreltik yayla havasında- bu altı metrelik inişin zahmetine katlanmak niyetinde değildik. Bu büyük oda bir salon veya bir tür toplantı odası olmalıydı. Elektrik fenerlerimiz duvarları çepeçevre dolaşan iki geniş bant halinde göz alıcı, farklı, şaşırtıcı oymaların varlığını gösterdi; bu iki bantın arasında çiçek ve yaprak desenleriyle süslenmiş aynı genişlikte üçüncü bir bant bulunuyordu. İçine daha kolay girebileceğimiz bir yer bulamazsak geri dönmek düşüncesiyle bu noktayı dikkatle not ettik.

Ama en sonunda tam istediğimiz gibi bir girişle karşılaştık; dar bir sokağın bir tarafından öteki tarafına buzun şu anki seviyesinin bir buçuk metre yukarısından geçen bir hava köprüsünün iki metre genişliğinde, üç metre yüksekliğindeki girişi olan bir kemeraltı yolu. Bu kemeraltı yolları doğal olarak üst katların zeminleriyle aynı seviyede bulunuyordu ve şimdi karşılaştığımız geçidin açıldığı zemin de sağlam durumdaydı. Böylece içine girebildiğimiz bina, sol tarafımızda yer alan ve batıya doğru bakan bir dizi dikdörtgen taraçadan oluşuyordu. Dar sokağın öte tarafında, kemeraltı yolunun açıldığı yerde pencereleri bulunmayan ve girişin üç metre kadar yukarısında tuhaf bir şişkinliği olan harap silindirik bir yapı vardı. İçi zifiri karanlıktı; kemeraltı yolu sanki sonsuz derinlikte bir kuyuya açılıyordu.

Bir yığın oluşturan döküntüler, soldaki büyük binaya girişi iki misli kolaylaştırmıştı, ama yine de, çoktandır aradığımız bu şansı kullanmada bir an duraksadık. Çünkü, esrarın bu arkaik ağına girmiş bulunuyor olsak da, iğrençliğini giderek daha açıkça kavradığımız müthiş eski bir dünyanın sapasağlam ayakta kalmayı başarmış bir binasına girmek yeni bir kararlılığı gerektiriyordu. Ama sonunda ileri atılarak açık kapı aralığına yığılmış molozların üzerine tırmandık. Öte yandaki zemin kocaman arduvaz taşlardan döşenmişti ve oymalarla süslenmiş uzun, yüksek bir koridorun başlangıcını oluşturduğu görülüyordu.

Buraya açılan birçok kemerli yolu görüp, içerideki iç içe odaların ne kadar karmaşık olabileceğini düşününce geçtiğimiz yolları kâğıt parçaları bırakarak işaretleme zamanının geldiğine karar verdik. Şimdiye kadar pusulamız ve ardımızdaki kulelerin arasından zaman zaman gözüken yüksek sıradağlar yolumuzu yitirmemizin önüne geçmeye yetmişti, ama artık bunun yerini yapay bir yöntemin alması gerekiyordu. Buna göre, yedek kâğıtlarımızı uygun büyüklükte parçalar halinde yırttık ve Danforth’un taşıyacağı bir torbaya koyarak emniyet kurallarına uygun olarak tutumlu kullanmaya hazırlandık. Bu çok eski taş duvarlar arasında güçlü bir hava akımı görülmediğinden, bu yöntem yolumuzu şaşırmaktan muhtemelen bizi koruyacaktı. Eğer esinti çıkacak olursa, ya da kâğıt stoğumuz tükenmeye yüz tutarsa çok daha zahmetli ve zaman kaybettirici de olsa çok daha güvenli olan kayaları çentme yöntemine başvurabilirdik elbette.

Önümüzde ne kadar büyük bir alanın uzanmakta olduğunu denemeden kestirmenin olanağı yoktu. Binaların birbirlerine yakınlığı ve aralarındaki sık bağlantılar, çöküntülerin tıkadığı veya jeolojik hareketler sonucu yarılmış olanlar dışında buz altındaki köprülerden bir diğerine geçmemizi olanaklı kılıyordu, çünkü buz bu büyük yapıların içine çok az nüfuz etmişti. Buzun saydam olduğu hemen hemen bütün bölgeler, sanki buzdan bir tabaka gelip alt kısımlarında kristalleninceye kadar kent bu durumda terk edilmiş gibi, pancurları sıkı sıkıya örtük pencerelerin varlığını gösteriyordu. Gerçekten de insan, bu yerin karanlık uzak bir geçmişte ansızın bir felakete uğramış, hatta yavaş yavaş çürümüş olmasından çok, kapı ve pencereleri kapatılarak terk edilmiş olduğu gibi tuhaf bir izlenime kapılıyordu. Adsız bir halk buzların ilerleyişini önceden görerek daha güvenli bir yer aramak için burayı topluca terk mi etmişti? Buradaki buz tabakasının oluşumuna eşlik eden fiziksel ve coğrafi koşulların kesin olarak belirlenmesini sonraya bırakmak zorundaydık. Şu anda görmekte olduğumuz bu oluşumdan belki biriken karların yarattığı basınç, belki nehrin taşması, belki de büyük sıradağlardaki eski bir barajın patlamış olması sorumluydu. Bu yerle ilgili olarak insanın aklına neler gelmiyor ki?

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu