novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Delilik Dağları'nda 3

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:19:19
  • 0 yorum
  • 3

O gece hiçbirimiz, öyle sanıyorum ki, derin ve deliksiz bir uyku uyuyamadık; hem Lake’in keşfinin yarattığı heyecan, hem şiddetini git gide artıran fırtına buna olanak tanımadı. Fırtına bizim bulunduğumuz yerde bile öylesine vahşi bir şiddetle esiyordu ki, bu fırtınayı doğuran ve üzerimize gönderen bilinmeyen yüce dorukların yanı başındaki Lake’in kampında kimbilir nasıldır diye düşünmekten kendimizi alamadık. McTighe saat onda uyanıktı ve kararlaştırıldığı gibi Lake’le telsiz bağlantısı kurmaya çalıştı, ama batı yönündeki fırtınalı havanın elektrik yükü iletişimi engelliyordu. Ama,Arkham’lailetişim kurduk ve Douglas da Lake’e ulaşma çabalarının sonuç vermediğini söyledi. Fırtına konusunda hiçbir fikri yoktu; çünkü, bulunduğumuz yeri öfkeyle kasıp kavurmaya devam etmesine karşın, McMurdo Koyu’nda çok hafif bir rüzgâr esiyordu.

Gün boyu hepimiz endişe içerisinde telsizden gelecek sesi bekledik ve zaman zaman Lake’e ulaşmaya çalıştık, ama hiçbir başarı elde edemedik. Öğleye doğru batıdan kopan çılgın bir rüzgârın kampımızı yerle bir edeceğinden korktuysak da rüzgâr sonunda yatıştı ve sadece öğleden sonra iki sularında şöyle bir yeniden canlanır gibi oldu. Saat üçten sonra hava oldukça sakindi, o zaman Lake’e ulaşma çabalarımızı iki katına çıkardık. Lake’in elinde mükemmel kısa-dalga vericilerle donatılmış dört uçak olduğunu düşündüğümüzden, tüm bu telsizleri aynı anda kullanılmaz hale getirebilecek bir kazayı aklımız almıyordu. Yine de bir ölüm sessizliği sürüyordu ve o civarda esen rüzgârın delice gücünü düşününce, en korkunç ihtimalleri aklımıza getirmekten kendimizi alamıyorduk.

Altıya doğru korkularımız elle tutulur hale gelmişti, telsizle Douglas’a ve Thorfmnssen’e danıştıktan sonra araştırmaya başlamaya karar verdim. McMurdo Koyu’ndaki erzak deposunda Sherman’la iki denizciye bıraktığımız beşinci uçak iyi durumda ve kullanıma hazırdı; öyle görünüyordu ki, içinde bulunduğumuz durum, bu uçağın saklanma nedeni olan acil durumun ta kendisiydi. Sherman’la telsiz bağlantısı kurdum ve ona güney üssündeki iki denizciyi de alarak mümkün olan en kısa sürede uçakla bana gelmesini emrettim; hava koşulları oldukça uygun görünüyordu. Sonra, araştırmaya katılacak kişiler üzerinde konuştuk ve yanımda alıkoyduğum kızak ve köpeklerle birlikte, herkesi bu araştırmaya dahil etmeye karar verdik. Bu kadar büyük bir yük bile, ağır makineleri taşımak için özel siparişle imal ettirdiğimiz bu kocaman uçaklardan birine fazla gelmeyecekti. Bu arada zaman zaman telsizle Lake’e ulaşmaya çalıştım, ama hiçbir sonuç alamadım.

Gunnarsson ve Larsen adlı denizcilerle birlikte Sherman 7.30’da havalandı ve uçarken zaman zaman uçuşun normal seyretmekte olduğunu rapor etti. Üssümüze geceyarısı vardılar ve hep birlikte, bir sonraki adımımızı tartıştık. Bir dizi üs olmadan Antarktika üzerinde bir tek uçakla uçmak çok tehlikeliydi ama, hiç kimse gerekliliği apaçık belli olan böyle bir işe katılmaktan kaçınmadı. Ön hazırlık olarak uçağa bazı yükleri yükledikten sonra, saat ikide kısa bir süre dinlenmek için çadırlara girdik, ama dört saat sonra yükleme ve toplanma işini tamamlamak üzere yeniden ayaktaydık.

25 Ocak sabahı saat 7.15’de on adam, yedi köpek, bir kızak, bir miktar yakıtla erzak ve telsiz donanımı dahil daha birçok malzemeyle birlikte McTighe’nin pilotluğunda kuzeybatıya doğru uçmaya başladık. Hava açık, sakin ve oldukça ılıktı; kampın koordinatları olarak Lake’in verdiği enlem ve boylama ulaşmakta pek fazla zorlukla karşılacağımızı sanmıyorduk. Yolculuğumuzun sonunda bulacağımız şeyden, ya da hiçbir şey bulamamaktan kaygılanıyorduk; çünkü kampa yaptığımız tüm çağrılar yanıtsız kalmaya devam ediyordu.

Bu dört buçuk saatlik uçuşun her olayı, hayatımdaki tuttuğu önemli yer nedeniyle, belleğime kazınmıştır. Bu uçuş, doğayla ilgili bildik kavramlar ve doğal yasalar yoluyla edindiğim huzuru ve dengeyi elli dört yaşımda kaybedişimi işaret ediyordu. O andan itibaren onumuz da -ama en fazla öğrenci Danforth’la ben- duygularımızdan hiçbir şeyin silemeyeceği ve elimizden gelirse genel olarak insanlarla paylaşmaktan kaçınacağımız, pusuya yatmış, son derece iğrenç bir dehşet dünyasıyla karşı karşıya kalacaktık. Gazeteler, uçuş halindeyken gönderdiğimiz, fasılasız uçuşumuzu; havanın üst katmanlarında tehlikeli fırtınalarla giriştiğimiz iki boğuşmayı; üç gün önce Lake’in yolculuğunun ortasındayken açtığı sondaj çukurunun bulunduğu kırık yüzeyin uzaktan gözümüze ilişmesini; donmuş, uçsuz bucaksız yaylalarda rüzgârın önüne katılıp sürüklenen, Amundsen’le Byrd’ün de dikkatlerini çekmiş olan pamuk gibi bir grup tuhaf silindirik kar kütlelerini görüşümüzü anlatan bültenleri yayımladı. Ama sonunda, duygularımızı basının anlayabileceği sözcüklerle ifade edemeyeceğimiz bir noktaya ulaştık ve bundan sonra mesajlarımıza kelimenin tam anlamıyla sansür uygulamak zorunda kaldık.

İlerimizdeki uğursuz görünüşlü konilerin ve zirvelerin oluşturduğu düzensiz hattı ilk fark eden denizci Larsen oldu; onun haykırışları, herkesin büyük kabinli uçağın pencerelerine üşüşmesine yol açtı. Hızımıza rağmen, dağlar çok yavaş büyüyordu, bu yüzden onların çok ama çok uzakta olduklarını ve sırf anormal yükseklikleri nedeniyle bu uzaklıktan görünür olduklarını anladık. Ama yine de, çeşitli, çıplak, soğuk, kara doruklarım seçmemize, arkasındaki yanardöner buz tozu bulutlarına karşı kızılımsı kutup ışığının esinlediği tuhaf bir hayal gördüğümüzü düşünmemize yol açarak batı göğünde yavaş yavaş yükseldiler. İnsan ne tarafa baksa, her an kendini açığa vuracakmış gibi duran etkileyici bir gizliliğin ipuçlarını görüyordu; karabasanı andıran bu ince kuleler yasak düş âlemlerine ve uzak zamanların, uzayın ve çok boyutluluğun korkunç uçurumlarına açılan dehşet verici bir geçidi işaret ediyorlardı sanki. Bunların kötü şeyler -uzak yamaçları lanetli, sonsuz bir uçurum gibi görünen delilik dağları- olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Bu kaynayan yarı ışıklı bulutların oluşturduğu arka plan dünyaya ait bir uzamdan çok, belli belirsiz soyut uzaklıklarla ilgili tarifsiz çağırışımlara yol açıyor, muazzam bir uzaklığı, ayrılığı, yalnızlığı ve bu insan ayağı değmemiş uçsuz bucaksız güney dünyasında milyarlarca yıldır hüküm süren ölümü anımsatıyordu.

Daha yüksek dağ doruklarının gökyüzüyle birleştiği yerlerdeki düzenli geometrik oluşumlara dikkatimizi çeken genç Danforth oldu -Lake’in mesajlarında sözünü ettiği, dağların tepesine tutunmuş mükemmel geometrik küplere benzettiği ve Roerich’in maharetle resmetmiş olduğu bulutlu Asya dağlarının zirvelerindeki çok eski zamanlardan kalma tapınak harabelerine benzetmekte çok haklı olduğu anlaşılan düzenli geometrik şekiller. Gizemli dağların bu olağanüstü dünyasında sahiden de Roerichvari tekin olmayan bir şeyler vardı. Ekimde ilk defa Victoria Toprakları’nı gördüğümde bunu hissetmiştim, şimdi yeniden hissediyordum. Ayrıca bu ölümcül ülkenin en eski dönemlere ait yazıtlarda sözü edilen kötü ünlü Leng Yaylasına[57], bu Arkeen devir efsanesine ne kadar çok benzediğinin farkına varmaktan da büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Efsanebilimciler Leng’i Orta Asya’ya yerleştirmişlerdir, ama insanoğlunun -ya da atalarının- anıları çok eski zamanlara kadar uzanır ve bazı öyküler pekâlâ, Asya’dan ve bizim bildiğimiz herhangi bir insan dünyasından daha eski dehşet ülkelerinden, dağlarından ve tapınaklarından gelmiş olabilir. Birkaç cüretkâr mistik, Pnakotic Elyazmalarının[58]bazı bölümlerinin Pre-Pleistosen kökenli olduğunu ima etmiş ve Tsathoggua[59]müritlerinin de Tsathoggua’nın kendisi kadar insanlığa yabancı olduğunu ileri sürmüştür. Leng, hangi mekânda hangi zamanda olursa olsun, içinde ya da yakınında olmak isteyeceğim bir yer olmadığı gibi Lake’in kısa bir süre önce sözünü ettiği, böylesi ne idüğü belirsiz Arkeen canavarlıkları doğuran bir dünyanın yakınlarında bulunmaktan da hoşlanmıyordum. Şu an için, o iğrençNecronomicon’uokuduğuma da, Üniversite’deki, insanın içine baygınlık verecek kadar allame halkbilimci Wilmart’la uzun uzadıya konuşmuş olduğuma da bin pişmandım.

Bu ruh halinin, dağlara yaklaşıp da yamaçlarının git gide artan dalgalanmalarını seçmeye başladığımızda, giderek daha fazla yanardöner olan tepe noktasında birden karşımıza çıkan tuhaf seraba gösterdiğim tepkinin bu kadar şiddetli olmasında payı olduğuna hiç kuşku yok. Önceki haftalarda, bazıları, şu anda görmekte olduğumuz serap gibi oldukça tekinsiz ve inanılmayacak kadar canlı düzinelerce kutup serabı görmüştüm, ama şimdiki tamamen yeni ve karanlık tehditler içeriyordu; düşsel duvarlar, kuleler ve minarelerin kaynayan labirenti, başlarımızın arasındaki karmakarışık buz buharları arasından hayal meyal gözüktüğünde korkuyla titredim.

Geometrik yasalardan anormal derecede sapmanın ve tuhaflığı en aşırı noktalara ulaştırmanın ete kemiğe bürünmesi olarak insanoğlunun bilmediği, hayal bile edemeyeceği bir mimariyle gece-karası kocaman taşların üst üste yığılmasıyla inşa edilmiş bir kent izlenimi bıraktı üstümüzde. Tepesinde bir dizi ince diskin şapka gibi durduğu, bazı kısımları boğum boğum şişkin, uzun, silindirik sütunların, üzerlerinde yükseldiği, bazıları taraçalı, bazıları oluklu kesik koniler ve çok sayıda dikdörtgen kalın levhadan, değirmi plakadan ya da birbiri üzerine binmiş beş köşeli yıldızdan oluşan masaya benzer tuhaf yapılar vardı. Üzerlerinde başka bir şey bulunmayan ya da silindirler, küpler, tepesi yatay kesilmiş koni ve piramitler bulunan bileşik koni ve piramitlerle şurada burada tuhaf beşli kümeler halinde tığ gibi ince kuleler vardı. Baş döndürücü bir yükseklikte tüpgeçitlerle birbirlerine bağlanmış, insanın düş gücünü ateşleyen tüm bu yapılar, insanın içini dehşetle dolduran, insanı ezen bir büyüklükteydiler. Serap, genel olarak, Kuzey Kutbu’nda balina avcılığı yapan Scoresby’nin[60]1820’de görüp resimlerini çizdiği bazı çılgın görüntülerden çok farklı değildi, ama önümüzdeki karanlık, bilinmeyen dağ zirvelerinin gökyüzüne ağdığı, akıl almaz eskilikte bir dünya keşfettiğimizi düşünürken yakında bir felaketle karşılaşacağımız düşüncesinin yüreklerimizde çöreklendiği şu an ve şu yerde hepimiz bu serapta gizli bir kötülükten izler buluyor, onu sonsuz melanetin uğursuz habercisi gibi görüyorduk.

Serap parçalanmaya başladığında, bu süreçte karabasanı andıran çeşit çeşit kule ve koninin daha da iğrenç, çarpık, geçici biçimlere bürünmesine karşın, sevindim. Tüm yanılsama dağılarak yerini çalkantılı bir menevişlenmeye bıraktığında, yeniden yere bakmaya başladık ve yolculuğumuzun sonuna yaklaşmakta olduğumuzu anladık. Önümüzdeki bilinmeyen dağlar devlerin korkunç surları gibi baş döndürücü yüksekliklere ulaşıyor, üzerlerindeki geometrik şekiller, dürbünsüz bile şaşılacak kadar net görülebiliyordu. Şimdi eteklerin alt kısımlarındaydık; karın, buzun ve ana yaylanın yer yer çıplak toprak parçaları arasında Lake’in kamp kurduğu ve sondaj yaptığı yerler olduğunu tahmin ettiğimiz bir çift koyu lekeyi seçebiliyorduk. Eteklerin yüksek bölümleri, arkalarındaki Himalayalar’dan bile daha yüksek dağ silsilesinden farklı bir bölge oluşturarak kampın beş altı mil ilerisinde yükselmeye başlıyordu. Sonunda Ropes -uçağın kumandasını McTighe’den alan öğrenci- büyüklüğüne bakarak, kamp olduğu sonucuna vardığımız sol taraftaki koyu lekeye doğru uçağı indirmeye başladı. Bu arada McTighe, dünyanın ekibimizden alacağı son sansürsüz mesajı gönderdi.

Antarktika’da geçirdiğimiz günlerin geri kalan bölümüyle ilgili kısa ve yetersiz bültenleri, elbette, herkes okumuştur. İndikten birkaç saat sonra bulduğumuz trajediyle ilgili sakınımlı bir rapor gönderdik ve istemeye istemeye Lake’in bütün ekibinin önceki günün ya da ondan önceki gecenin fırtınasında ölmüş olduğunu bildirdik. Ekiptekilerden on biri ölmüş, gene Gedney kaybolmuştu. Bu üzücü olay nedeniyle yaşamış olmamız gereken şoku göz önünde bulunduran insanlar, ayrıntıların yeterince açık olmamasını hoş gördüler ve rüzgârın, on bir bedeni de taşınamayacak kadar parçalamış olduğunu söylediğimizde bize inandılar. Duyduğumuz büyük huzursuzluğa, şaşkınlığa ve yüreklerimizi ezen büyük korkuya rağmen bir an için olsun gerçeklikten kopmamış olmamız nedeniyle, kendimizle ne kadar gururlansak azdır. Gerçeklikten uzaklaşmamış olmamızın asıl önemi anlatmaya cesaret edemediğimiz -başka insanları isimsiz dehşetlerden koruma gereksinmesi doğmasaydı, şimdi de anlatmayacak olduğumuz- şeylerde yatıyor.

Fırtınanın korkunç bir yıkıma yol açmış olduğu doğruydu. Şu öteki şey olmasaydı bile, bu fırtından ekibin sağ çıkacağı yine de kuşkuluydu. Fırtına, çılgınca bir öfkeyle savurduğu buz parçacıklarıyla, ekibimizin daha önce karşılaştığı fırtınalardan kat kat güçlü olmalıydı. Uçak korunaklarından biri -hepsi de çok kötü ve kullanılmaz durumdaydılar- toz haline gelmiş, uzaktaki sondaj kulesi paramparça olmuştu. Yerdeki uçakların ve sondaj makinelerinin açıkta kalan kısımları öyle aşınmıştı ki, ayna gibi parlıyordu ve küçük çadırlardan ikisi, koruyucu buz duvarına rağmen yerle bir olmuştu. Fırtınada dışarıda kalmış tahta yüzeyler delik deşik olmuş, boyaları soyulmuş ve kardaki bütün çekme izleri silinmişti. Arkeen biyolojik nesnelerden hiçbirinin bir bütün olarak çıkarılacak durumda olmadığı da doğruydu. Karman çorman bir yığının içerisinden, uçları yuvarlanmış tuhaf beş köşeli şekli ve nokta nokta silik desenleri birçok kuşkulu karşılaştırma yapılmasına yol açan birkaç yeşilimtırak sabuntaşı parçası da dahil bazı minerallerle en tipik olanları ilginç şekilde hasar görmüş bazı fosil kemikleri topladık.

Köpeklerden hiçbiri sağ kalmamıştı, kampın yakınında alelacele inşa edilmiş kardan ağılları neredeyse yerle bir olmuştu. Bunu rüzgâr da yapmış olabilirdi ama, ağılın kampa bakan ve rüzgâr almayan tarafındaki büyükçe gedik, çılgına dönmüş hayvanların kendilerini dışarı atmış ve duvarı parçalamış olduklarını düşündürüyordu. Kızakların üçü de görünürlerde yoktu; bunu, rüzgârın onları önüne katıp bilinmeyen bir yerlere sürüklemiş olabileceği şeklinde açıklamaya çalıştık. Sondaj yerindeki sondaj cihazıyla buz eritme makinesi onarılmayacak kadar hasar görmüştü, bu yüzden bunları, Lake’in patlayıcılarla açtığı geçmişe açılan şu rahatsız edici geçidi tıkamada kullandık. Aynı şekilde uçaklardan en fazla zarar görmüş ikisini kampta bıraktık; çünkü, ekibimizden sağ kalanların arasında sadece dört gerçek pilot – Sherman, Danforth, McTighe ve Ropes vardı ve Danforth’un sinirleri bir uçağı idare edemeyecek kadar bozuktu. Çoğu anlaşılmaz bir şekilde sağa sola savrulmuş olan, bulabildiğimiz bütün kitapları, bilimsel araç gereci ve öteberiyi topladık. Yedek çadırlar ve kürkler ya kayıptı ya da kullanılmaz durumdaydı.

Uçakla geniş bir alanda yaptığımız arama sonucu, Gedney’in kayıp olduğunu kabul etmek zorunda kalmamızdan sonra,Arkham’ındünyaya duyurması için sakınımlı bir mesaj gönderdiğimizde öğleden sonra dört sularıydı; sakin, duygularımızı açığa vurmayan bir mesaj göndermekle sanırım iyi etmiştik. Biyolojik numuneler yanında duydukları çılgınca huzursuzluk, zavallı Lake’in gönderdiği mesajlardan kestirilebilecek köpeklerin huzursuz davranışlarından söz ettik daha çok. Ama sanırım, onların aynı huzursuzluğu acayip yeşilimtırak sabuntaşlarını ve altüst olmuş bölgedeki diğer bazı nesneleri, aralarında rüzgârın benzeri görülmedik bir merak ve araştırmacılıkla parçalarını gevşettiği, söktüğü, zarar verdiği makinelerle bilimsel araç gereçlerin ve uçakların da bulunduğu nesneleri kokladıklarında da göstermiş olduklarından söz etmedik.

On dört biyolojik numuneyle ilgili pek fazla ayrıntıya girmedik. Ancak paramparça olmuş numuneler bulabildiğimizi, onlardan geriye kalanların da Lake’in tarifini tamamen ve etkileyici bir şekilde doğruladığını söyledik. Kişisel duygularımızı bu meselenin dışında tutmak zor bir işti – ve bulduğumuz numunelerin sayısından ya da onları tam olarak ne durumda bulduğumuzdan söz etmedik. O zamana kadar, Lake’in adamlarının delirmiş olduğunu akla getirecek herhangi bir mesaj göndermeme konusunda anlaşmaya varmış bulunuyorduk ve elbette kusurlu altı biyolojik numunenin, Mezozoik veya Tersiyer zamanlara ait acayip yeşilimsi sabuntaşlarındaki nokta nokta desenlerin aynısının üzerlerine işlenmiş olduğu beş köşeli höyüklerin altındaki yaklaşık üç metre derinliğinde mezarlara dikkatle baş aşağı gömülmüş olması delilik gibi görünüyordu. Lake’in sözünü ettiği sekiz sağlam numune fırtınayla çok uzaklara sürüklenmişe benziyordu.

Halkın genel ruh sağlığını da gözetiyorduk, bu yüzden Danforth’la ben ertesi gün dağlara yaptığımız korkunç yolculuktan dönünce çok az şey anlattık. Bu kadar yüksek bir dağ silsilesini ancak son derece hafifletilmiş bir uçağın, allahtan ki sadece ikimizle sınırlı bir keşif ekibiyle geçebileceği bir gerçekti. Sabah saat birde geri döndüğümüzde Danforth bir sinir krizi geçirmek üzere olmasına karşın çenesini tutmayı hayranlık verecek ölçüde becerebildi. Çizdiğimiz resimleri ve cebimizde getirdiğimiz diğer şeyleri kimseye göstermemek; dış dünyaya açıklanmasını kararlaştırdığımız şeylerden fazlasını arkadaşlarımıza bile söylememek, çektiğimiz filmleri daha sonra özel olarak tab etmek üzere gizlemek hususlarında Danfort’u söz vermeye ikna etmek pek zor olmadı, bu yüzden öykümün bundan sonraki bölümü genel olarak dünya için olduğu kadar Pabodie, McTighe, Sherman ve ötekiler için de yenidir. Danfort’un benden de ketum olduğu kesin, çünkü gördüğü -ya da gördüğünü sandığı- bir şeyi bana bile anlatmıyor.

Herkesin bildiği gibi, raporumuzda güçlükle havalanışımızın öyküsü; Lake’in. yüksek dorukların Arkeen arduvaz ya da Komançiyen zamanın ortalarından bu yana hiç değişikliğe uğramamış çökelmiş katmanlar olduğu yolundaki fikrinin doğrulanışı; doruklara tutunmuş küp şeklindeki oluşumların ve surların düzgünlüğü konusundaki gözlem; mağara ağızlarının çözünmüş kireçtaşı damarları olduğu konusunda verilen karar; bazı yamaç ve geçitlerin deneyimli dağcılarca aşılabileceği tahmini; gizemli öte tarafta, dağların kendileri kadar eski ve dağların kendileri kadar değişmeden kalmış çok yüksek yaylalar – tuhaf görünüşlü kayaların ince buz tabakasını deldiği, yaylanın genel yükseltisi ile yüksek dorukların sarp uçurumu arasında derece derece yükselen tepelerin yer aldığı, 6000 metreden yüksek yaylalar bulunduğu yolunda bir akıl yürütme vardı.

Bu bilgilerin büyük çoğunluğu, her bakımdan esas olarak doğruydu ve kamptakileri tam olarak ikna etmişti. On altı saati -bildirdiğimiz uçuş, iniş, tetkik ve kaya toplama programının gerektirdiğinden daha uzun bir zaman dilimi- bulan yokluğumuz için uzun süre esen hayali ters rüzgârları bahane etmiş ve hakikaten daha uzaklardaki tepelere inişimizin öyküsünü anlatmıştık. Allahtan ki, öykümüz kimsede yolculuğumuzu tekrarlama isteği uyandırmayacak kadar gerçekçi ve sıradandı. Böyle bir şeye kalkışacak olsalardı, Danforth ne yapardı, bilmem ama, ben onları caydırmak için elimden gelen hiçbir çabayı esirgemezdim. Pabodie, Sherman, Ropes, McTighe ve Williamson, biz yokken, Lake’in uçaklarından en iyi durumda olan ikisi üzerinde deliler gibi çalışmış, anlaşılmaz bir şekilde karıştırılmış kumanda mekanizmasını yeniden kullanılır hale getirmişlerdi.

Ertesi sabah bütün uçakları yükleyerek mümkün olan en kısa sürede eski üssümüze doğru yola çıkmaya karar verdik. Bu rota dolaylı olmakla birlikte McMurdo Koyu’na gitmenin en güvenli yoluydu, çünkü milyarlarca yıldan bu yana ölü olan bu hiç mi hiç bilmediğimiz topraklar üzerinden düz bir rotayla uçmak yeni tehlikeler içerebilirdi. Sayımızın trajik bir şekilde azalmış, delme makinelerimizin parçalanmış olması göz önüne alındığında daha fâzla keşif yapmamız pek olası görünmüyordu. Etrafımızı saran -açığa vurmadığımız- kuşku ve korkular, bizde, güneyin bu deliliğe gebe ıssız dünyasından elimizden geldiğince çabuk kaçma isteği uyandırıyordu.

Herkesin bildiği gibi, geri dönüşümüz başka bir felaketle karşılaşılmadan başarıldı. Bütün uçaklar hiç durmadan uçarak ertesi gün -27 Ocak- akşam üzeri eski üsse ulaştılar ve ayın 28’inde iki aşamalı bir uçuşla McMurdo Koyu’na vardık; verdiğimiz kısa süreli molaya, büyük yaylayı aştıktan sonra buzşelfi üzerinde karşılaştığımız şiddetli rüzgârların dümen yekelerinden birini bozması neden oldu. Bundan sonra beş gün içerisindehepimiz Arkham ve Miskatonic’ebinmiş, bütün donanımı yüklemiş olarak, sıkıntılı Antarktika göğünde Victoria Toprakları’nın arkamızdan alayla bakan dağları batı yönünde bir hayal gibi gözükür ve rüzgârın feryadı kanımı donduran müzikal bir ıslık sesine dönüşürken kalınlaşmaya başlayan buz tabakasını yararak Ross Denizi’nde ilerliyorduk. İki haftadan az bir zamanda Kutup topraklarını ardımızda bıraktık ve maddenin ilk defa canlanıp, gezegenin henüz soğumuş kabuğu üzerinde yüzmeye başladığı bilinmez çağlarda, yaşamın ve ölümün, uzayın ve zamanın karanlık ve şeytani güçlerle ittifaklar kurduğu bu tekinsiz ve lanetli ülkeyi geride bıraktığımız için Tanrıya şükrettik.

Geri dönüşümüzden bu yana, hepimiz sürekli olarak, insanları kutba yapılacak keşif gezilerinden soğutmaya çalıştık ve sözümüzde durarak kuşku ve tahminlerimizi kendimize sakladık. Hatta bozulmuş sinirleriyle genç Danforth bile doktorlarına ağzından bir kelime kaçırmadı – oysa ki o, daha önce söylediğim gibi bana bile anlatmayacağı, ama bence anlatsa rahatlayacağı bir şeyi sadece kendisinin görmüş olduğunu düşünmekteydi. Belki de daha önceki bir şokun aldatıcı yan etkisinden başka bir şey olmayan bu şey, birçok şeyi açıklığa kavuşturabilir ve bizi rahatlatabilirdi. Kendine yeterince hâkim olamadığı nadir anlarda bana fısıldayıp, biraz kendine gelir gelmez hararetle inkâr ettiği birbiriyle bağlantısız bölük pörçük laflardan edindiğim izlenim böyleydi.

Başkalarını büyük beyaz güneyden vazgeçirmek zor olacak, üstelik daha fazla çaba göstermemiz, dikkatleri çekerek, elde etmek istediğimizin tersi sonuçlara yol açabilir, insandaki merak duygusunun ölümsüzlüğünü ve açıkladığımız sonuçların başkalarının da bilinmeyenin peşinde yüzlerce yıldır sürdürülen aynı yolculuğa çıkmasına yeteceğini daha baştan bilmeliydik. Lake’in şu biyolojik canavarlarla ilgili raporları, gömülü numunelerden aldığımız parçaları ve çektiğimiz fotoğrafları kimseye göstermeme konusundaki özenimize karşın doğabilimcilerle paleontologların heyecanını doruğa çıkarmıştı. Daha şaşırtıcı olan zedelenmiş kemikleri ve yeşilimtırak sabuntaşlarını da göstermekten kaçınırken, dağ silsilesinin öte tarafındaki yüksek yaylalarda çektiğimiz fotoğrafları ve düzeltip dehşetle inceledikten sonra cebimize koyup getirdiğimiz o buruşuk şeyleri Danforth da, ben de sıkı sıkıya herkesten gizledik. Ama şimdi Starkweather-Moore ekibi bizimkinden çok daha üstün bir donanımla keşfe çıkmaya hazırlanıyor. Eğer caydırılmayacak olurlarsa, Antarktika’nın ta merkezine kadar gidip, bildiğimiz dünyanın sonunu getirebilecek olan o şeyleri ortaya çıkarıncaya kadar buzları eritip, delik delecekler. Bu yüzden, suskunluğuma artık son vermek, delilik dağlarının ötesindeki o isimsiz şeyden söz etmek zorundayım.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm