novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Delilik Dağarında 9

  • Grim Tales
  • 3 Şubat 2024 08:26:23
  • 0 yorum
  • 0

Dekadan oymaları incelememizin, önümüze acil bir hedef koymuş olduğunu söylemiştim. Bu hedef, daha önce varlığından haberdar olmadığımız, ama şimdi bulmaya ve incelemeye can attığımız karanlık iç dünyaya kazılmış yollardı. Oymaların ölçeğinden, komşu tünellerin herhangi birinden aşağı doğru bir mil kadar yürümenin, bizi, yan taraflarında gecenin karanlığına bürünmüş gizli denizin kayalık kıyılarına inen, Eskiler tarafından inşa edilmiş patikalar bulunan, büyük çukurun üzerindeki baş döndürücü, güneşsiz uçurumun kıyısına götüreceği sonucunu çıkardık. Varlığını bir kez öğrendikten sonra, bu efsanevi uçuruma gerçekten bakmanın karşı konulamayacak bir çekiciliği vardı – öte yandan, bunun bu uçuş görevinde gerçekleşmesini istiyorsak araştırmaya hemen başlamamız gerektiğini de çok iyi biliyorduk.

Şimdi akşamın sekiziydi ve fenerlerimizin sonsuzaca yanmasını sağlayacak kadar yedek pilimiz yoktu. Araştırmalarımızın ve kopya çıkarma çalışmalarımızın o kadar çoğunu buz seviyesinin altında yapmıştık ki, en az beş saat süreyle fenerlerimizi neredeyse sürekli olarak kullanmıştık; özel kuru pil formülü fenerlerin en fazla dört saat daha yanmasına yetebilirdi ancak – ama özellikle ilginç ve güçlük arzeden yerler dışında fenerlerin birini kullanmayarak bu süreyi emniyetle biraz daha uzatabilirdik. Bu dev yeraltı mezarlığında ışıksız yapmak olacak şey değildi; bu yüzden uçurum gezisini gerçekleştirebilmek için duvar resimlerini çözmeyi bir yana bırakmamız gerekiyordu. Elbette ilerde yeniden burayı ziyaret ederek günlerce hatta haftalarca yoğun incelemelerde bulunmak ve fotoğraflar çekmek niyetindeydik -merakımız çoktan duyduğumuz dehşete baskın çıkmıştı- ama, şu an için acele etmek zorundaydık. Geçtiğimiz yolları bulabilmek amacıyla ardımız sıra bıraktığımız kâğıt stokumuz sınırsız olmaktan çok uzaktı ve bu stoku artırmak amacıyla yedek defterleri ya da çizim yaptığımız kâğıtları feda etmek içimizden gelmiyordu, ama yine de koca bir defteri gözden çıkarmak zorunda kaldık. Başka çare kalmazsa, kayaları çenterek işaret bırakma yoluna gidebilirdik- ve gerçekten yönümüzü kaybedecek olursak, zamanımızın elverdiği ölçüde şu ya da bu kanalı deneyerek günışığına ulaşmaya çalışabilirdik. Böylece sonunda, en yakın tünelin gösterdiği yönde şevkle yola koyulduk.

Haritamızı yapmak için yararlandığımız oymalara göre ulaşmak istediğimiz tünel ağzı bulunduğumuz yerden en fazla çeyrek mil kadar uzaklıktaydı ve arada, büyük bir olasılıkla buz seviyesinin altında bir yerlerden içine girilebilen sağlam görünüşlü binalar bulunuyordu. Tünelin girişi, havadan görüp görmediğimizi anlamaya çalıştığımız resmi nitelikte beş köşeli büyük bir yapının-tepenin eteklerine en yakın köşesinde- zemin katında olmalıydı.

Havadan gördüğümüz şeyleri gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda böyle bir yapıyı anımsayamadık, bu yüzden binanın üst kısımlarının büyük ölçüde yıkılmış olduğuna ya da gördüğümüz bir buz blokunun ilerlemesiyle darmadağın olmuş olduğuna hükmettik. Bu ikinci durumda, tünel muhtemelen tıkanmış olurdu, o zaman en yakın ikinci girişi -bir milden az uzaklıkta, kuzeyde olanını- denemek zorunda kalacaktık. Aradaki kuru nehir yatağı daha güneydeki diğer tünel girişlerini denememizi engelliyordu ve eğer bu iki giriş de tıkalı ise, pillerimizin daha kuzeyde, bu ikinci girişten bir mil kadar ötedeki bir başka girişi denememize yetebileceği kuşkuluydu.

Labirentin karanlık yollarında pusula ve harita yardımıyla -çeşitli derecelerde tahrip olmuş ve sağlam birçok oda ve koridoru geçerek, rampaları tırmanarak üst katlara çıkıp köprülerden geçip yeniden alt katlara inerek, tıkanmış geçitleri ve moloz yığınlarını aşarak, son derece iyi korunmuş, tekinsiz bir şekilde tertemiz geçitlere atılarak, yanlış yollara sapıp, gerisingeri dönerek (bu durumda ardımız sıra bıraktığımız kâğıtları topluyorduk), arada bir, günışığının sızdığı bir hava bacasının dibiyle karşılaşarak- yol almaya çalışırken karşılaştığımız duvar oymalarının birçok defa cazibesine kapılacak gibi olduk. Çoğu, çok önemli tarihsel öyküler dile getiriyor olmalıydı; ilerde yeniden buraya dönebilmek umuduyla yanlarından geçip gitmeye razı olduk. Yine de zaman zaman yavaşlayarak ikinci el fenerimizi yaktığımız oldu. Daha fazla filmimiz olsaydı, bazı yarım kabartmaların fotoğrafını çekmek için mutlaka dururduk, ama elle kopya etmek gibi vakit alıcı bir şeyin sözü bile edilemezdi.

Şimdi bir kez daha anlatmaya çekindiğim ya da açıkça ifade etmekten çok ima etme isteğinin ağır bastığı bir noktaya geliyorum. Ama, yeni bir keşif gezisini engellemek amacıyla tuttuğum yolu haklı göstermek için geri kalanları da açıklamak zorundayım. Saat 8.30 civarında, sivri tepeli bir duvarın ucu olan bir ikinci kat köprüsünden geçip, törenleri betimleyen son zamanlarda yapılmış ayrıntılı, dekadan resimlerle süslü yıkık bir koridora inerek tünel ağzının hesapladığımız yerine iyice sokulduğumuzda Danforth’un genç, keskin burnu ilk defa alışılmadık bir şeylerin kokusunu aldı. Yanımızda bir köpek olsaydı, sanıyorum ki bizi daha erken uyarırdı. Başlangıçta, daha önce tertemiz olan havayı dolduran kokunun ne olduğunu anlayamadık, ama birkaç saniye sonra anılarımız birden ayaklandı. Bu şeyi, izninizle, hiç çekincesiz anlatmaya çalışacağım. Havada bir koku vardı ve bu koku belli belirsiz, inceden inceye ve hiçbir yanılgıya yer vermeyecek şekilde Lake’in kesip biçtiği iğrenç şeylerin çılgınca mezarlarını açtığımızda midelerimiz altüst eden kokuya benziyordu.

Bu, o sırada, elbette şu andaki kadar kesin gözükmüyordu. Bunun birçok makul açıklaması olabilirdi ve biz de kararsızlık içerisinde epeyce fısıldaştık. Her şeyden önemlisi, araştırmaya devam etmekten geri durmadık; çünkü buraya kadar geldikten sonra, büyük bir felaket dışında herhangi bir şey tarafından engellenmekten nefret ediyorduk. İleriden gelen diğer kokuyu -bu sefer ikimizin aynı anda- fark etmemiz bu duraklama sırasında oldu. Birbiriyle çelişkili görünse de, bu koku hem daha az, hem de daha çok korkutucuydu- özünde daha az korkutucu olmakla birlikte, böyle bir yerde ve bu şartlarda son derece korkutucuydu. .. yeter ki, Gedney… Çünkü bu koku şu bildiğimiz petrol -daha doğrusu benzin- kokuşuydu.

Bundan sonra nasıl duygularla hareket etmiş olabileceğimizi psikologlara bırakıyorum. Şimdi artık kampta yaşanan dehşetin bu milyarlarca yıldır karanlıklara gömülü mezarlığa kadar uzanmış olduğunu biliyorduk, bu yüzden önümüzde -şimdi ya da kısa bir süre önce- adını koyamadığımız bir şeylerin var olduğundan kuşku duymuyorduk. Buna rağmen, sonunda alev alev yanan bir merakın -ya da kaygının- ya da kendi kendini ipnotize etmenin -ya da Gedney’e karşı duyulan belli belirsiz bir sorumluluk duygusunun -ya da her neyse, bizi egemenliği altına almasına boyun eğdik. Danforth, yukarıdaki yıkıntılara giden dar sokağın dönemecinde görmüş olduğunu sandığı bir izden ve ondan hemen sonra aşağıdaki bilinmez derinliklerden geldiğini düşündüğü -rüzgârlı doruklardaki mağara ağızlarından yankılanan seslere çok fazla benziyor olmasına karşın, Lake’in otopsi raporunun ışığında çok büyük bir öneme sahip olabilecek- müzikal bir ıslık sesinden fısıltıyla söz ediyordu. Ben de fısıltıyla, kampı ne durumda bulduğumuzdan, nelerin kaybolmuş olduğundan ve sağ kalan tek kişinin delirmiş olmasına rağmen, aşılmaz dağları aşarak bilinmeyen ilkçağ kentine doğru böylesine çılgın bir yolculuğu nasıl gerçekleştirmiş olduğundan söz ettim.

Ama birbirimizi inandırmak şöyle dursun, söylediklerimize kendimiz bile inanmıyorduk. Çakılı gibi yerimizde dururken bütün ışıklarımızı söndürdük; yukarı dünyadan sızan hafif bir ışığın ortalığın zifiri karanlık olmasını engellediğini belli belirsiz fark ettik. Düşünmeden neredeyse kendiliğinden ilerlemeye başlamıştık, zaman zaman fenerlerimizi yakıp söndürerek yolumuzu aydınlatıyorduk. Altüst edilmiş döküntülerin üzerimizdeki etkisinden bir türlü silkinip kurtulamıyorduk ve benzin kokusu gittikçe artıyordu. Gittikçe daha fazla yıkıntı gözlerimize çarpar, ayaklarımıza takılır oldu ve çok geçmeden daha fazla ilerleme olanağının kalmadığını gördük. Havadan gözümüze çarpmış olan bu gedik hakkındaki kötümser tahminlerimiz fazlasıyla doğru çıkmıştı. Tünel arayışımız başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve şimdi o dipsiz uçuruma açılan deliğin bulunduğu zemin kata bile ulaşamayacaktık.

İçinde bulunduğumuz önü tıkalı koridorun tuhaf oymalarla süslü duvarlarını aydınlatan el fenerimiz bu koridora açılan kimi az, kimi çok tıkalı birçok geçidin varlığını gösteriyor ve bu geçitlerden birinden -diğer kokuyu bastıran- belirgin bir benzin kokusu geliyordu. Daha dikkatle bakınca hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tam da bu delikten bir miktar döküntünün bu yakınlarda temizlenmiş olduğunu gördük. Ardında pusuya yatmış dehşet her ne olursa olsun, ona çıkan yolun apaçık ortada olduğuna inanıyorduk. Yeniden harekete geçmeden önce oldukça uzun bir süre beklemiş olmamıza hiç kimsenin şaşacağını sanmıyorum.

Yine de bütün cesaretimizi toplayarak bu karanlık kemerli yola girdiğimizde, ilk izlenimimiz tam bir düş kırıklığı oldu. Çünkü, döküntülerle dolu -kenar uzunluğu altı metrelik mükemmel bir küp şeklindeki- bu yeraltı mezarının oymalarla süslü duvarları arasında ilk bakışta fark edilebilecek yakın zamanlara ait hiçbir şey yoktu, dolayısıyla gözlerimiz, boş yere, içgüdüsel olarak başka bir geçit aradı. Ama, Danforth’un keskin bakışları zemindeki döküntülerin altüst edildiği bir noktayı seçmekte gecikmedi; bunun üzerine her ikimiz de fenerlerimizi sonuna kadar açtık. Her ne kadar bu ışıkta gördüğümüz şeyler gerçekte çok basit ve önemsiz olsa da, ifade ettikleri anlam yüzünden anlatmadan geçemeyeceğim. Molozlar kabaca düzlendikten sonra birçok ufak tefek eşya gelişi güzel üzerine atılmıştı ve bu kadar yüksek bir yaylada bile güçlü bir koku yaymaya yetecek kadar benzin yakın bir zamanda bir köşesine dökülmüş olmalıydı. Diğer bir deyişle, burası -uçuruma giden yolun beklenmedik şekilde tıkalı çıkmasıyla, bizim gibi, geri dönmek zorunda kalmış olan varlıklarca yapılmış- bir kamp yerinden başka bir şey olamazdı.

Daha açık anlatayım. Etrafa saçılmış eşyaların hepsi de Lake’in kampındandı: Tarumar edilmiş kamp yerinde gördüklerimiz gibi tuhaf şekillerde açılmış teneke kutular, birçok yanmış kibrit, az çok tuhaf bir şekilde kirlenmiş üç resimli kitap, üzerinde resimler ve yazılar bulunan kartonuyla boş bir mürekkep şişesi, kırık bir dolmakalem, tuhaf bir şekilde kesilmiş kürk ve çadır bezi parçaları, kullanım kılavuzuyla birlikte tükenmiş bir pil, çadır ısıtıcılarımızla birlikte gelmiş küçük bir broşür ve oraya buraya serpiştirilmiş buruşuk kâğıtlar. Hepsi de yeterince kötüydü, ama buruşuk kâğıtları düzeltip üzerindekilere baktığımızda en kötüsüyle karşı karşıya olduğumuzu hissettik. Kampta bizi buna hazırlamış olması gereken bazı açıklanamaz şekilde kirlenmiş kâğıtlar bulmuştuk ama, bu karabasan kentin insanlık öncesi kemerlerinin altında bu görüntünün etkisi dayanılacak gibi değildi.

Deliren Gedney, tıpkı beş köşeli çılgın mezarların üzerine yapılmış noktalar gibi sabuntaşlarının üzerindeki noktaları taklit ederek bu noktaları yapmış olabilirdi; aceleyle, kentin bulunduğumuz yere yakın bölgelerini gösteren -kimi yeri doğru kimi yeri yanlış- kabataslak krokiler çizmiş, bizim izlediğimiz yolun dışında bir yerlerde bir çemberle işaretlenmiş -oymalarda büyük silindirik bir kule, uçuşumuz sırasında da daire biçimi kocaman bir uçurum olarak tespit ettiğimiz- bir yerden, şu anda içinde bulunduğumuz beş köşeli yapıya ve bu yapının içindeki tünel ağzına doğru bir yol çizmiş olmalıydı.

Bu krokileri, tekrar söylüyorum, Gedney çizmiş olabilirdi; çünkü önümüzde duran bu krokiler de, tıpkı bizimkiler gibi buzlar altındaki bu labirentin bir yerlerindeki bizim görüp kullandığımız oymalar olmasa da daha başka yakın dönem oymalardan yararlanarak hazırlanmıştı. Ama sanattan anlamaz bu beceriksizin asla yapamayacağı bir şey varsa, o da alelacele ve özensizce çizilmiş olmasına karşın bu krokiyi kopya edildiği bütün dekadan oymalardan belki de çok üstün, tuhaf ve kendinden emin -ölü kentin en parlak günlerinde Eskiler’in bizzat kullandıkları tekniğe has- bir teknikle çizmekti.

Öykümü buraya kadar okumuş olanlara söylemeye gerek bile duymadığım nitelikte -çılgınca da olsa- kesin sonuçlara ulaşmış olduğumuza göre bundan sonra kaçıp canımızı kurtarmadığımız için Danforth’un da benim de zırdeli olduğumuzu söyleyecekler vardır. Belki de delirmiştik -hem zaten, bu korkunç dorukların delilik dağları olduğunu söylememiş miydim? Ama sanırım, ölümcül hayvanların resimlerini çekmek ve yaşam tarzlarını incelemek amacıyla Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında peşleri sıra koşturanlarda da -o kadar aşırı olmasa da- aynı ruh bulunmalı. Korkudan elimiz ayağımız buz kesmiş de olsa, sonunda içimizde cayır cayır yanan merakın ateşi baskın çıktı.

Elbette ki, orada olduğunu bildiğimiz o şeyle -ya da o şeylerle- yüz yüze gelmeye niyetimiz yoktu; çoktan gitmiş olmaları gerektiğini hissediyorduk. Şimdiye kadar, uçurumun yakınlardaki diğer girişini bulmuş ve oradan geçerek -daha önce hiç görmedikleri- son karanlık çukurun dibinde kendilerini bekleyen geçmişin zifiri karanlık parçalarına ulaşmış olmalıydılar. Yok eğer bu giriş de tıkalıysa daha kuzeydeki diğer girişi aramaya gitmiş olmalıydılar. Işığa pek o kadar gereksinim duymadıklarını unutmuş değildik.

Şimdi dönüp geriye baktığımda, o anda tam olarak ne hissettiğimizi ya da beklentilerimizi bileyen yeni amacımızın ne olduğunu pek anımsayamıyorum. Korktuğumuz şeyle karşılaşmak istemediğimiz kesindi, ancak elverişli bir yere gizlenerek görünmeden bazı şeyleri gözetlemek için içimizde gizli ve bilinçsiz bir istek olabileceğini yadsıyacak değilim. Bulduğumuz buruşturulmuş krokilerde görülen büyük yuvarlak bir yer biçiminde yeni bir hedefin araya girmiş olmasına karşın, muhtemelen uçurumun kendisine bir göz atma hevesinden de vazgeçmiş değildik. Buranın, en eski oymalarda yer alan, ama yukarıdan sadece çok büyük yuvarlak bir açıklık olarak görünen silindirik dev kule olduğunu hemen tanımıştık. Bu binanın alelacele çiziktirilmiş krokilerde bile hissedilen etkileyiciliği, buz altında kalan seviyelerinin hâlâ çok önemli birtakım özellikleri olabileceğini düşünmemize yol açtı. Belki de, henüz karşılaşmadığımız hayranlık uyandırıcı mimari özelliklere sahipti. Yer aldığı oymalara bakılırsa, inanılmayacak kadar eski -kuşkusuz, ilk inşa edilen binalardan biri- olmalıydı. Hâlâ duruyorlarsa, oymalarının çok önemli olduğuna kuşku yoktu. Ayrıca yukardaki dünya ile -bizim o kadar dikkatle izlemiş olduğumuz yoldan daha kısa ve muhtemelen ötekilerin inmiş oldukları- bir bağlantı sağlıyor olabilirdi.

Her neyse, yaptığımız şey, -bizimkiyle mükemmelen uyuşan- korkunç krokileri incelemek ve adsız öncellerimizin bizden önce iki kez geçmiş olmaları gereken, daire şeklindeki yere götüren yolu tutmak oldu. Uçuruma açılan bir sonraki kapı bu yerin ötesinde olmalıydı. Daha çok zemin katlardan hatta bazen bodrum koridorlarından geçmesi dışında, birculde sac’da[93]biten yolculuğumuza benzeyen -geçtiğimiz yolları işaretlemek için kâğıtları oldukça idareli kullandığımız- bu yolculuktan söz etmenin gereğini duymuyorum. Zaman zaman ayağımızın altındaki yıkıntı ve döküntülerde daha önce oradan geçildiğini gösteren izlere rastlıyorduk ve benzin kokusunun duyulabildiği alanın dışına çıktığımızda, o daha iğrenç ve kalıcı kokunun -birdenbire- belli belirsiz farkına vardık yeniden. Yol, bizim daha önce izlediğimiz yoldan uzaklaşmaya başladıktan sonra, tek el fenerimizin ışığını zaman zaman çok kısa sürelerle duvarlarda gezdirdik ve her seferinde de duvarların Eskiler’in estetik kaygılarını ifade etmelerinin temel yolu olarak başvurdukları oymalarla dolu olduğunu gördük.

Saat 21.30 sularında, toprağın oldukça altında olduğu anlaşılan zemininde buzları giderek kalınlaşan ve yavaş yavaş tavanı alçalan kemerli bir koridorda ilerlerken ileriden gelen kuvvetli günışığını görmeye başladık ve bu sayede fenerimizi söndürebildik. Daire şeklinde kocaman bir yere yaklaşmakta olduğumuz ve açık havadan çok uzakta olmadığımız anlaşılıyordu. Koridor, bu koca taş yıkıntılar için şaşırtıcı derecede alçak bir kemerle sona eriyordu, ama daha çıkmadan çok fazla şey görebiliyorduk. Koridonın ötesinde döküntülerle dolu -çapı tam altmış metre olan- kocaman yuvarlak bir alan uzanıyordu ve buraya içinden çıkmakta olduğumuz kemerli yola benzer tıkalı birçok kemerli yol açılıyordu. Duvarların bütün elverişli yüzeyleri devasa boyutlarda oymalı spiral kuşaklarla süslenmişti ve bu oymalar açık havaya maruz kalmaları yüzünden çok aşınmış olmakla birlikte, daha önce gördüklerimizi fersah fersah aşan bir sanat değerine sahipti. Döküntülerle dolu zemini kalın bir buz tabakası örtüyordu, gerçek zeminin çok derinlerde olduğunu düşündük.

Ama buradaki en dikkat çekici şey, kemerli yollardan keskin bir dönüşle açık zemine doğru uzaklaşan ve dev silindirik duvarın iç yüzeyinde helezonlar çizerek yükselen, antik Babil’in dev kulelerinin ve zigguratlarının dış yüzeyinden yükselen merdivenlerin dengi taş rampaydı. Uçuş hızımızın yüksekliği ve inişle duvarı birbirine karıştırmamıza yol açan görüş açımız yüzünden bu özelliği havadan fark edememiş, dolayısıyla buzun altına inecek başka bir yol aramak zorunda kalmıştık.

Pabodie olsaydı, bu rampayı duvarın yüzeyinde tutan mühendislik ilkelerini anlatabilirdi, ama Danforth’la ben sadece hayranlık ve şaşkınlık duyuyorduk. Şurada burada kocaman taş dirsekler ve sütunlar görüyorduk, ama bunlar böyle bir işlevi yerine getirmeye yeterli görünmüyordu. Bu şey kulenin şu anki tepesine kadar sapasağlamdı -açık havaya maruz kaldığı göz önünde tutulacak olursa, oldukça dikkat çekici bir durum- ve duvarlardaki tedirginlik verici, tuhaf kozmik oymaların korunması konusunda çok işe yaramıştı.

Yarım günışığı altında -elli milyon yıllık ve kuşkusuz bu güne kadar gördüğümüz en eski yapı olan- bu dev silindir tabanına korkuyla karışık bir saygı duygusu içinde adım attığımızda, yüzeyinde merdiven dolaşan duvarların yüksekliğinin on sekiz metreden fazla olduğunu gördük. Uçuşumuz sırasında gördüklerimizden anımsadığımız kadarıyla, bu, dışarıdaki buz tabakasının kalınlığının on iki metre kadar olduğu anlamına geliyordu; çünkü, uçaktan gördüğümüz derin uçurum ufalanmış taşlardan yaklaşık altı metre kadar yükseklikte bir tepenin üzerinde yükseliyordu ve çevresinin dörtte üçü daha yüksekteki harabe hattının kavisli masif duvarları tarafından bir dereceye kadar korunmuştu. Oymalara göre, kule başlangıçta daire şeklinde çok büyük bir alanın ortasında yer alıyordu ve zirvesine yakın kat kat yatay diskleri ve üst kuşağı boyunca bir sıra iğne gibi sivri, zarif kulesiyle yaklaşık olarak yüz altmış, yüz yetmiş metre yüksekliğe ulaşıyordu. Duvarlardan düşen taşlar daha çok dışarıya dökülmüştü – allahtan böyle olmuştu, yoksa rampa parçalanmış ve içerisi tıkanmış olurdu. Durum böyle olmakla birlikte taş rampa fena halde tahrip olmuştu; öte yandan, zemindeki kemerli yolların tıkanıklığı yakın zamanlarda kısmen temizlenmişe benziyordu.

Diğerlerinin inerken bu yolu kullanmış olduğu ve ardımızda kâğıttan uzun bir iz bırakmış olmamıza rağmen çıkarken bizim de kullanacağımız mantığa uygun yolun bu yol olduğu sonucuna varmakta gecikmedik. Kulenin ağzının tepenin eteklerine ve beklemekte olan uçağımıza olan uzaklığı, içine girdiğimiz taraçalı büyük binadan daha fazla değildi ve bundan sonra buz seviyesi altında yapacağımız keşifleri bu bölgede yapacaktık.

Gördüğümüz ve tahmin ettiğimiz tüm bu şeylerden sonra hâlâ keşif yapmayı düşünüyor olmamız çok garipti. Sonra döküntülerle dolu meydana doğru ihtiyatla yürürken bir an için tüm diğer konuların aklımızdan çıkmasına neden olan bir görüntüyle karşılaştık.

Rampanın dışarıya doğru çıkıntı yaptığı ve şimdiye kadar gözümüze çarpmamış uzak bir köşesinde üç kızak dikkatle yan yana dizilmiş duruyordu. Lake’in kampından kaybolan kızaklar, taş ve moloz dolu karsız bir arazide uzun süre zorla sürüklenmek ve bunun olanaksız olduğu zamanlarda da kucaklanarak taşınmak dahil kötü kullanım nedeniyle permeperişan orada yatıyorlardı. Büyük bir özenle ve akıllıca sarılıp sarmalanmışlardı ve içlerinde fazlasıyla tanıdık şeyler vardı: Benzin sobası, yakıt bidonları, alet kutuları, erzak sandıkları, bazılarının tıka basa kitapla dolu olduğu belli olan, bazılarında ne bulunduğu anlaşılmayan muşambalar. Her şey Lake’in kampından alınmıştı.

Diğer odada bulduğumuz şeylerden sonra böyle bir şeyle karşılaşmaya bir ölçüde hazırdık. Asıl şoku, kızaklara yaklaşıp dış hatları bizi garip bir şekilde huzursuz eden muşambayı açtığımızda yaşadık. Anlaşıldığına göre Lake gibi ötekiler de tipik numuneleri toplamakla ilgileniyorlardı; çünkü burada her ikisi de kaskatı dondurulmuş, mükemmelen muhafaza edilmiş, boyun civarındaki yaraları plasterle kapatılmış ve daha fazla zarar görmemeleri için dikkatle sarılmış böylesi iki numune vardı. Bunlar genç Gedney ile kayıp köpeğin bedenleriydi.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm