novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 23: Aptal Cesareti- 1. Kısım

  • Efe Kutluay
  • 6 Mayıs 2024 13:13:08
  • 0 yorum
  • 11

Milattan Sonra: 2565

 

 

Kartap’tan ayrılalı sekiz saat olmuştu. 

 

Huzursuz ve rüyasız uykumdan Konrad’ın bağırışları ile (kendisi odanın dışındaydı, telsiz sağ olsun…) uyanmıştım. Ardından İstaf’la Ain’i uyandırmış, kimseyle muhattap olmadan ivedilikle kasabadan ayrılmıştık.

 

Konrad günün ilk ışıklarında kasabadan ayrılacağımızı söylemişti, bu da o konuşmayı yaptığımız saatten beş-altı saat sonrasına denk geliyordu. Ama Konrad’ın atladığı bir detay vardı:

 

Erda’da günler yirmi sekiz saatti.

 

Bu da onun hesap ettiği zamanlarda havanın hala karanlık olduğu anlamına geliyordu. Biz kasabadan ayrıldıktan üç saat kadar sonra hava aydınlanmaya başlamıştı.

 

Bizim için bu pek de sorun değildi. Ama Ain’le İstaf için bir sorundu. İkisi de biyolojik saatlerinin tepe taklak olması yüzünden adeta yürüyen ölülere dönmüşlerdi.

 

Bu ilk sorundu. İkincisi ise daha büyüktü ve benle Konrad’ı da etkiliyordu:

 

Açlık.

 

Aslında çantamızda konservelerimiz vardı. Ama Konrad, bunların sadece ikimize yeteceğini ve sadece çok gerektiğinde kullanmamız gerektiğini söylemişti. O zaman ne yapacağımızı sorduğumda ise “ben bir yolunu bulurum” demişti sadece.

 

İçim güvenle dolmuştu…

 

“Hey siz!” diye Ain ve İstaf’a seslendi Konrad.

 

“Bizim bir adımız var!” diye bağırdı Ain.

 

“Aynen. Şimdi söyleyin, sırada ne yapacağız?”

 

Kız bir süre hiçbir şey demedi. Sanırsam açlık ve uykusuzluk onu da epey vurmuştu.

 

“Şey,”diye lafa başladı en sonunda, “Buradan iki yüz kilometre kadar doğuya gideceğiz. Bayan Theslaff’la orada buluşacağız.”

 

“Anladım.” dedi Konrad, sesi herhangi bir duygu belirtisinden uzaktı.

 

Ona yaklaştım, “Bence biraz durmalıyız.” diye fısıldadım kulağına, ikisi anlamasın diye Lehçe konuşmuştum.

 

“Hayır, durmak için erken.” dedi.

 

“Şunların haline baksana!” onları işaret ettim, tam anlamıyla zombi gibiydiler.

 

“Ölmelerinden iyidir.”

 

“Biraz durmak bizi öldürmez.”

 

Buna karşılık hiçbir şey demedi, sadece istifini bozmadan yürümeye devam etti. İç çektim, faydasızdı…

 

Bir saat daha yürüdük. Kartap’taki işlek kasabadan sonra yine bu ıssız topraklara dönmek epey rahatsız hissettiriyordu. Kartap bir rüyaysa burası kesinlike acı gerçeklerdi.

 

Şu ana kadar böceklerle karşılaşmamıştık en azından, bu da bir şeydi.

 

“Ain!” İstaf’ın bağırması ile panikle arkamı döndüm. Kız bir ağacın dibine çökmüştü. Yüzünde bitkin bir ifade vardı.

 

“İyiyim… Sorun yok.” dedi İstaf’a dönerek, ardından bize döndü, “Birazcık dinlensek olur mu? Sadece yarım saat…”

 

“Hayır.” Konrad’ın cevabı netti.

 

“Hasta mısın ulan sen!” diye bağırarak ayağa kalktı İstaf, “Saatlerdir aralıksız yürüyoruz be adam! Bir dakika bile mola vermedik, işkence mi etmeye çalışıyorsun bize?”

 

“Siz askeri öğrenci değil miydiniz? Vay Erdalıların haline… Pekala, bir saat dinlenin.”

 

Konrad’ın izin vermesiyle İstaf da kendini yere bıraktı. İkisi de yere uzanmış soluklanırken Konrad bana seslendi:

 

“Bir baksana bana?” Lehçe konuşmuştu.

 

Ona döndüm, bir ağaca yaslanmış, kaskını ve maskesini çıkarmıştı; bir elinde sigara, diğer elinde de çakmak vardı.

 

“Pek iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.” dedim ona doğru yürürken.

 

“Ayarını yaptım, olması gerekenden çok daha az yanıyor.” dedi ve sigarasını yaktı, biraz içtikten sonra sordu, “Dün arkadaşınla ufak bir geziye çıkmışsın.”

 

“Senden de hiçbir şey kaçmıyor.” 

 

“Tersinin mümkün olabileceğini mi düşündün?” ardından herhangi bir şey dememi beklemeden konuşmaya devam etti, “Belaya bulaşıp bulaşmadığınızı sormayacağım, çok da bir önemi yok zaten. Ama yine de neler gördüğünü anlatmak istersin belki.”

 

Tam ağzımı açıp konuşacağım sırada yine kendisi lafa girdi:

 

“‘Çok bir şey olmadı’, diyeceğin buydu, değil mi?” yüzünde alaycı bir ifade vardı.

 

Güldüm, “Tam değil, ‘pek bir şey olmadı’ diyecektim.”

 

“Benim de hata payım var.” dedi sigarasından bir duman çekmeden önce.

 

Aslında ona Jules’u ve Ernol’u anlatmak isterdim ama… 

 

O an gördüklerim…

 

Yürürken o görüntüleri bir şekilde aklımdan savmayı başarmıştım, ama şimdi durunca tekrar gelmişlerdi.

 

Onun yaslandığı ağaca yaslandım, içimden maskeyi ve kaskı çıkarmak gelse de bu, Konrad’ın yüzümü görmesi ve yine beni soru yağmuruna tutması demek olacaktı. Bunu da istemiyordum doğal olarak.

 

“Söylesene Koni, niye benle buraya kadar geldin?” diye sordum ona.

 

“Daha bir yere gelmedik ki, yolun başındayız.” dedi sadece.

 

“Demek istediğim şeyin bu olmadığını biliyorsun.”

 

“Kartap sınırında yaşananlar bence bunun için oldukça net bir cevaptı.”

 

“Ama yine…”

 

Sözümün yarıda kalmasına sebep olan şey arkamızdaki çalılardan gelen bir hışırtıydı.

 

“Çekil!” sesi duymamla Konrad’ın beni sertçe itmesi bir oldu. Bu o kadar ani olmuştu ki Ain ve İstaf da panikle doğrulup onun tarafa dönmüşlerdi.

 

Konrad, beni uzaklaştırdıktan sonra hızla tüfeğine davranıp çalılara doğru nişan aldı. Çalıların arasındaki hışırtı sesleri devam ederken kendisi sabit bir şekilde duruyordu, oradan bir şey çıktığı gibi vurmaya hazırdı.

 

En sonunda çalılardaki hışırtı seslerinin kesilmesi çalıların içinden bir figür yavaşça çıktı. Uzun ince yapılı, beyaz saçları omuzlarına dökülen bir kadındı bu. Üzerinde uzun lacivert bir etek ve kahverengi bir gömlek vardı.

 

Bir süre hiçbir şey demeden orda durdu, yüzünde “meraklı” denebilecek bir ifade ile bir Konrad’a, bir bize baktı. En sonunda Konrad’a dönüp gülümseyerek konuştu:

 

“Merhaba arkadaş!”

 

Konrad hiçbir şey demedi, diyemezdi de çünkü karşısındaki kadında bir çeviri aleti yoktu. 

 

“Ne diyor?” diye sordu gözlerini kadından ayırmadan.

 

“‘Merhaba arkadaş’ diyor.” diye yanıtladım.

 

“Yavaşça yanıma gel.”

 

Dediğine uyup yanına geldim. Ben yaklaşırken kadının yüzündeki “dostane” ifadede en ufak değişiklik olmamıştı.

 

“Burada ne aradığını sor.” dedi Konrad.

 

Bunu sorunca kadının verdiği cevap oldukça basit olmuştu:

 

“Mantar topluyordum!” omzundaki çantasını çıkarıp içindeki mantarları gösterdi, “Babam bu akşam mantar kızartması yapacak.”

 

Bu dediklerini Konrad için çevirdikten sonra Konrad hiçbir şey demedi, herhalde dediği şeylerin doğruluğunu tartıyordu kafasında.

 

Ben de o sırada kadını daha yakından inceledim. Hiç de tehditkar durmuyordu. Yüzünde tatlı bir gülümseme ile bize bakıyor, sabırla Konrad’ın diyeceği şeyi bekliyordu. 

 

Yüzü oldukça pürüzsüz ve genç duruyordu, yaşını tahmin etmek imkansızdı. Sarı renkli gözleri ise… Garipti, göz kırpması ve arasıra Konrad’la benim aramda gidip gelmeleri dışında sabit duruyorlardı. Uzun, beyaz saçlarının kahkülleri ise alnına düşüyordu, alnının ortasında ise bir şey vardı. Bir… Kristal?

 

Bir kristal!

 

Korkuyla geriye doğru sıçradım, ayağa mı yere sağlam basamamış olacaktım ki ayağım takılıp sırt üstü yere düşmüştüm. Ama şu noktada bu önemli değildi, o “şeyi” gördüğüm anda hissettiğim korku diğer tüm düşüncelerimi bastırıyordu.

 

“B-bir robot!” diye bağırdım diğerlerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bakışları arasında. Konrad haricinde hiç kimsenin ifadesinde bir değişiklik olmamıştı.

 

“Roo-boo-t?” dedi o şey. “Rooo-booot? Roo-boo-ooot…. Roo-bot… Robot!” güldü, “Daha önce bu kelimeyi hiç duymamıştım.”

 

Yavaşça düştüğüm yerden ayağa kalktım, anlaşılan Erdalılar için “robot” kelimesi bir şey ifade etmiyordu anlaşılan.

 

“B-bir nukane!” dedim yavaşça ayağa kalkarken, bu sefer o da anlasın diye Segince konuşmuştum. Böyle deyince Ain ve İstaf’ın ifadesi ne olduğunu anlamışçasına değişmişti.

 

“Evet!” dedi nukane, “Ben bir yirmi sekizinci nesil tam-replika modeliyim. Adım Seliya.” ardından elini tokalaşmak için uzattı. 

 

Elbette o yaratığın elini sıkmayacaktım…

 

Sıkıntıya vermeden elini geri çekti, ardından Ain ve İstaf’ların da olduğu tarafa bakıp konuştu:

 

“Sanırım gidecek bir yeriniz yok.”

 

“Hayır…” sözümü yarıda kesip konuşmaya devam etti:

 

“Eğer öyleyse bizde kalabilirsiniz!”

 

“H-hiç gerek yok…”

 

“Eminim ki babam da sizi misafir etmekten memnuniyet duyacaktır! Buralara pek fazla insan uğramaz.”

 

Bir de konuşmama izin verse…

 

“Bakın, gerçekten gerek yok. Hatta en iyisi biz yavaştan…” bu sefer cümlemi tamamlama mani olan kişi İstaf olmuştu:

 

“Bence gayet iyi bir fikir, sence de öyle değil mi, Falkenmayer?” yalpalayarak ayağa kalktı, sesinde ricacı bir tondan çok tehditkar bir ton vardı, ama yüzündeki ifade ise bir o kadar “yalvarır” bir tondaydı. Hemen arkasından yavaşça ayağa kalkmaya çalışan Ain’in suratındaki ifade de ondan farksızdı.

 

Onları anlayabiliyordum, saatlerce neredeyse hiç durmadan yürümüştük ve sonuç olarak dinlenmek ve belki de bir şeyler yemek istiyorlardı. Seliya adlı nukanenin “babasının” yaşadığı yerse bu noktada onlar için çölde vaha gibiydi adeta.

 

Normalde ben de kabul etmek isterdim, ama teklifi yapan o yaratığa zerre güvenmiyordum. Bu ikilemin sonucu olarak da ağzımdan herhangi bir cevap çıkmamıştı.

 

Sıkıntıyla iç çekip Konrad’a döndüm, ilgisiz bir ifadeyle bana ve ona bakınıyordu, ben ona dönünce gözlerini bende sabitledi. 

 

“Ne oldu?” diye sordu.

 

O an bu konuşmanın bir kelimesini bile onun için tercüme etmediğimi hatırladım, tekrardan iç çekip olayı kısaca özetledim.

 

Konrad, bir süre durdu. İlgisiz bir ifadeyle silahına bakındı. Ardından ağacın dibine gidip çimlere düşürdüğü sigarasının çöpünü cebine attı ve konuştu:

 

“Bence pek bir mahsuru yok.”

 

Harika…

 

 

Görünüşü itibariyle tam anlamıyla yaşının adamıydı, Galvi. Fırça gibi bıyıkları ve kalın kaşları vardı, uzun saçları ise yaşına tezatlık oluştururcasına omuzlarına dökülüyordu. Yüzündeki kırışıklıklar ve çizgiler ise ona yaşlılara has bir şirinlik katıyordu.

 

“Misafirlerim olacağını bilsem daha güzel şeyler hazırlardım, kusura bakmayın.” dedi neşeli bir tonla.

 

“Ne kusuru, amcacığım!” dedi İstaf, bir yandan tabağındaki yemeğe adeta aç bir kurt gibi saldırıyordu, “Elinize sağlık!” 

 

Hemen yanında oturan Ain’in de ondan pek bir farkı yoktu, ilk buluştuğumuz andan beri hiçbir şey yemediklerini varsayarsak durumları anlaşılabilirdi. Ben ve Konrad onlara oranla daha “kibar” bir şekilde yiyorduk, en azından Dünya’daki görgü kurallarının burada da geçerli olduğunu varsayarsak.

 

“Siz de beğendiniz mi?” diye sordu bana yaşlı adam.

 

Onaylar anlamda kafamı salladım, “Evet, elinize sağlık.” 

 

Ben bunları söylerken Konrad, herhangi bir tepki vermeden yemeğini yemeye devam etmişti. Adama ve o “yaratığa” da birer çeviri aleti verdiğimiz için dediklerini anlıyordu.

 

Mantarın tadı fena değildi, gerçi etli olsa hiç de fena olmazmış ama… Sanırım çok da seçme şansım yoktu.

 

Birkaç dakika boyunca hiçbir şey konuşmadan yemeye devam ettik. Herkes yemeğini bitirince Galvi, gevrek gevrek gülerek konuştu:

 

“Söyleyin bakalım, yolunuz nereye, çocuklar?”

 

“Şey ıhhh…” adama ne diyebileceğimi düşünmeye başladım, aslında hiç bir cevap vermemek daha mantıklı olsa da şu ana kadarki süreçte adamın bize karşı inanılmaz kibar ve misafirperver olmasından ötürü bir şeyler deme gereksinimi hissetmişti.

 

“Doğuya,” diyerek benim yerime cevap veren kişi Konrad oldu, “doğuya yolculuk ediyoruz.”

 

“Anlıyorum. Pek alışıla gelmedik, Kartap’ın doğusundan buralara gelen pek olmaz.”

 

“Buradan Kartap’ın doğusuna giden olur mu ki?” diye sordum.

 

“Elbette,” ardından gevrek gevrek güldü ve devam etti, “Ben!”

 

Demek ki kendisi Kartap’ı görmüştü. Bu, bizlere karşı neden düşmancıl olmadığını da açıklardı.

 

Ayrıca, Konrad’la beni görüp de şaşırmayan ilk kişiydi kendisi. Veya umursamamıştı, bilemiyorum.

 

“Seliya, bir bakar mısın?” diye o “mahlukata” seslendi Galvi. 

 

Küçük salonun kuytu bir köşesinde sessizce duran Seliya bir adım öne çıktı, “Efendim, baba?”

 

“Misafirlerimize içecek bir şeyler getirir misin?”

 

“Elbette.” hızlı adımlarla mutfağa gitti. Bir dakika kadar bir süre sonra bir elinde demirden bir sürahi, diğer elinde de üzerinde bardaklar olan bir tepsi ile çıkagelmişti. Hızlıca bardakları dağıttı ve sürahinin içindeki morumsu sıvıyı doldurdu. Bunları tiksindirici derecede hızlı ve kusursuz yapmıştı.

 

“Teşekkürler, kızım.” dedi ve içeceğinden bir yudum aldı Galvi.

 

Bardağı alıp yavaşça burnuma götürdüm, birkaç kez kokladıktan sonra sordum, “Nedir bu?”

 

“Üzüm suyu. Kendim topladım demeyi çok isterdim ama Kartap’tan bir hafta önce almıştım.”

 

“Alkollü mü?” 

 

Güldü, “Alkol için fazla yaşlıyım çocuğum. Eğer misafirlerimin olacağını bilseydim…”

 

Lafını bitirmesine izin vermeden üzüm suyundan bir yudum alıp konuştum, “Gerek yok, böylesi daha iyi.”

 

“Sen bilirsin.” dedi gülerek.

 

“Kardeşim pek zevksizdir.” diye lafa daldı Konrad, “Kendisi adına özür dilerim.”

 

Adam hiç bozuntuya vermedi, “Teklif var, ısrar yok.”

 

“Galvi Amca,” dedi Ain, “Bir şey sorabilir miyim?”

 

“Elbette.” dedi ihtiyar.

 

“Ne zamandır buradasınız?”

 

Galvi durdu, “Kendimi bildim bileli buralarda yaşıyorum.”

 

“Savaştan önce de mi?” bu sefer soran kişi İstaf’tı.

 

“Evet, savaştan önce de. Rahmetli dedem yaptırmış burayı. Sonra rahmetli anam ve babam yerleşmiş buraya, şimdi de ben.”

 

“Bu kadar uzun süre yalnız kalmak… Epey kötü bir şey olsa gerek.”

 

Güldü, “Alışıyorsun çocuğum. Ayrıca yalnız değilim ki! Can dostum doğa her zaman yanımda.” ardından nukaneye döndü, “ve elbette sevgili kızım da.” 

 

Son sözleri üzerine nukane, saygıyla hafifçe eğilmişti.

 

“Yani savaş sizi hiç etkilemedi mi?” 

 

“Yani, etkilemedi demek yalan olur. Ama harpten önceki yaşamımla şu anki yaşamım arasında öyle aman aman bir fark da yok açıkcası. Misal, artık bir devlet olmadığı için vergi ödememe gerek yok!” 

 

Son lafından sonra İstaf’ın suratı ekşimişti, adamın alaycı tavırları hoşuna gitmemişti anlaşılan.

 

Galvi devam etti, “Devlet, geri çekilmeyi büyük şehirlerle sınırlı tuttu. Kasabalarda ve köylerde yaşayanları hiç ama hiç umursamadılar. Gerçi umursasa da buradan gitmek istemezdim, ama yine de fikrimin sorulması fena olmazdı.”

 

“Ama içinde bulunduğumuz şartlarda…” diye lafa başladı İstaf, bir süre duraksadı, muhtemelen ne deyip diyemeyeceğini düşünüyordu. “İçinde bulunduğumuz şartlarda herkesin kurtarılmasını bekleyemezsiniz ki.”

 

O an, ihtiyarın bu laflara sinirlenmesini beklemiştim, onun yaptığı tek şeyse gülüp, “Kuzey doğudaki kasabalarda yaşayanlara da aynı şeyi söylemişlerdi.” demek olmuştu.

 

Bu son laftan sonra bir süre kimse bir şey demedi. Bardakların tıkırtısı haricinde hiçbir ses yoktu.

 

“Peki Terralılar?” diyerek bu sessizliği bozdu Ain.

 

“Onlar mı? Pek uğramazlar.” diye yanıtladı Galvi.

 

“Hayır hayır” dedi Ain, “Kartap’ın doğusundakilerden bahsediyordum.”

 

“Ben de onlardan bahsediyordum zaten. Kartap’taki Terralılar şehrin dışına pek çıkmaz zaten. Senin bahsettiklerin ise… Bir aralar pek sık olurlardı buralarda. Genellikle pek göz önünde olmak istemezlerdi. Çalıların arasında veya mağaraların içinde saklanırlardı, hatta üç gözlü olanları ağaç dalarına çıkarlardı.”

 

“Hiç saldırdılar mı?”

 

“Hayır. Genellikle göz göze gelince ilk yaptıkları kaçmak olurdu, bir anda gölgelere karışır, bir daha da görünmezlerdi. Bazen evimin yakınından geçtikleri de olurdu. Bu zamanlarda ise birbirimizi görmemiş gibi davranırdık sadece.”

 

İçeceğinden bir yudum aldı ve devam etti, “Son birkaç yılda gittikçe daha az görünmeye başladılar. Şu son üç yılda ise bir tane bile görmedim, taa ki bugüne kadar.”

 

Muhtemelen bizden lanetle bahsetmesini bekleyen İstaf’ın yüzü yine ekşimişti, “Tüm bu yaşanan şeylerin onların suçu olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” diye sordu buz gibi bir sesle.

 

“Bilmem, belki de sizin için öyledir. Ama kendim için konuşacak olursam; insanlardan gördüğüm kötülük onlardan gördüğümün zerresi bile olamaz.”

 

Bu son lafından sonra yine bir sessizlik çöktü odaya, ihtiyar ilk kez gülmüyordu, anlaşılan dediklerinde oldukça ciddiydi.

 

Bu rahatsız edici sessizliği bozan yine kendisi oldu, güldü ve, “Sanırım kafanızı yeteri kadar şişirdim.” dedi. Ardından nukaneye döndü, “Seliya?”

 

Nukane yine öne çıktı, “Efendim, baba.”

 

“Misafirlerimize yatacak bir yer hazırlar mısın.”

 

“Elbette.” hızlı adımlarla odadan çıktı.

 

“Şey,” diye lafa başladım, “hiç gerek yoktu ama…”

 

“Hayır hayır, ısrar ediyorum! Misafirlerimi en iyi şekilde ağırlamam lazım.” dedi.

 

İç çektim, iş misafirperverliğe gelince bu adama laf geçirmek imkansızdı. Aslında, rahat bir uykuya hayır demezdim…

 

“Peki.” dedim.

 

 

“Sen uyumayacak mısın?” diye sordum uzandığım yerden.

 

“Şimdi değil.” dedi Konrad, uzandığım koltuğun yanına çektiği bir sandalyede oturuyordu.

 

“Şüphelisin sanırım.” dedim.

 

“Evet.” dedi sadece.

 

“Hatırlatırım, buraya gelmeyi kabul eden sendin.”

 

“Sorun buraya gelmemiz değil zaten, kalmamız.”

 

“Merak etme, Koni, o adamın biz uyurken bize işkence etmek gibi bir niyeti olduğunu sanmıyorum. Ama o makineden emin…”

 

“Sorun onlar değil zaten, sorun sabit bir yerde olmamız.”

 

“Nasıl yani?” 

 

“Demek istiyorum ki, pusuya düşmemiz durumunda kaçacak bir yerimiz yok.”

 

Kafamı salonun öbür tarafına çevirdim. İstaf bir başka koltukta, Ain’se yere serilmiş bir döşeğin üzerinde uyuyordu.

 

“Peki öyle bir durumda ne yapacağız?” diye sordum.

 

“O benim düşüneceğim iş.” dedi sadece.

 

Uzandığım yerde huzursuzca kıpırdandım, “Sen öyle diyorsan.”

 

Bir süre sessizce durdu, ardından sadece, “Uyu, Konstantin.” dedi.

 

Görünüşe bakılırsa ondan daha fazla laf alma şansım yoktu.

 

“İyi geceler.”

 

“İyi geceler.”

 

Gözlerimi kapadım, kısa süre sonra vücudum uykuya teslim olmuştu.

 

 

Pek de tatlı olmayan uykumdan sertçe çekiştirilerek uyandım. Daha gözlerimi bile tam anlamıyla açamadan Konrad, kaskımı zorla kafama taktı.

 

“Ne oluyor be?” diye sordum, uyku sonrası sersemliğinden hala tam olarak çıkamamıştım. 

 

Konrad, hiçbir cevap vermeden kolumdan tutup beni çekiştirerek koşmaya başladı. Ona direnmedim, istesem de pek direnebilecek bir durumda değildim zaten.

 

“Ne oluyor?” diye sorumu yineledim, Konrad yine cevap vermedi, sadece koşmaya devam etti.

 

Hızlı adımlarla koridorları geçtik. Hiç kimsecikler yoktu, ne Ain ve İstaf, ne Galvi, ne de o yaratık… En azından ben onları görememiştim, Konrad beni çekiştirirken etrafa bakmak pek bir zordu.

 

En sonunda evden dışarı çıktık, Konrad beni ağaçlık alana doğru sürüklerken kendimi kurtarmaya çalışıp tekrardan sordum:

 

“Ne oluyor?”

 

Beni daha da sert çekip bağırdı, “Bir sus be adam! Zamanımız yok.”

 

“Ne zamanı…”

 

“Amına koyacağım ha! Sus dediysek sus!”

 

Hiçbir şey demedim, en iyisi beklemekti. 

 

Ağaçların arasında bir süre daha beni çekiştirip durdu. En sonunda bir ağacın yanında durdu, birkaç hızlı hamle ile ağacın bir üst dalına çıkıp elini uzattı:

 

“Hadi!”

 

Elini tutup ağaca tırmandım. Aynı şekilde birkaç dalı daha çıktıktan sonra durduk. Galvi’nin evinden pek de uzaklaşmamıştık aslında, tırmandığımız ağacın yaprakları arasından rahatlıkla görülebiliyordu.

 

Bu kısa koşuşturmanın ardından sonunda tam anlamıyla ayılabilmiştim.

 

“Neler oluyor?” diye dördüncü kez sordum.

 

“Götünde kurt mu var?” diye sordu.

 

“Asıl senin mi var? Aniden beni uyandırıp buraya getirmen, neler oluyor be?” beşinci soruşum olmuştu bu.

 

“Sen uyumadan önce konuşmuştuk ya, hatırladın mı?” diye konuşmaya başladı.

 

“Evet?”

 

“Ha işte, sen uyuduktan bir süre sonra sigara içmek için dışarı çıktım. Dışarı çıkınca o ihtiyarla, Galvi miydi neydi adı, robot kızda oradaydı. Kendisi bir sandalyede oturmuş, dışarıyı izliyordu. Kızda yanında emir eri gibi bekliyordu.”

 

“Ee?”

 

“‘Ee’ni sikerim senin! Adam akıllı dinle beni! Her neyse, adam beni görünce gülerek selam verdi, ardından kızdan bana da bir sandalye getirmesini istedi. Kız hızlıca içeri girdi ve kaptığı bir sanldalyeyle geri geldi. Ve işte tam o sırada olan oldu, kızın dizlerinin bağı bir anda çözüldü ve adeta krize girmişçesine titremeye ve bir şeyler söylemeye başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken farkettim ki ihtiyarın yüzü adeta kireç gibi olmuştu, alnından boncuk boncuk terler akıyordu. Yanıma geldi ve seni buradan götürmem gerektiğini söyledi.”

 

“Sonra?”

 

“Sonrası yok, buradayız işte.”

 

Ne oluyordu be?!

 

“Ain ve İstaf, onlara ne oldu?” diyr sordum.

 

“Onlar o hengame sırasında çoktan uyanmıştı, ben seni uyandırmaya giderken ihtiyar onlara bir şeyler anlatıyordu.” dedi.

 

“Ne anlatıyordu?”

 

“Bilmem,” ardından sol elini uzatıp açtı, dört tane çeviri aleti vardı.

 

“Onlar gelir gelmez aletleri onlardan alıp bana verdi.”

 

İçimden küfür ettim, “Şimdi ne olacak?”

 

“Bilmiyorum.” dediği tek şey bu olmuştu, sesi herhangi bir duygudan yoksundu, ama yine de sıkkın olduğu anlaşılıyordu, “ama içimden bir his pek de güzel şeyler olmayacağını söylüyor.”

 

Epey bir süre orada bekledik, öyle ki bacaklarım tutulmaya başlamıştı.

 

“Pekala, ben gidiyorum.” diyerek hareketlendim, hareketlenmemle Konrad’ın beni omzundan tutup sertçe çekmesi bir oldu.

 

“N-noluyor?!”

 

“Kal olduğun yerde!” ardından Galvi’nin evinin etrafındaki çalıları gösterdi, “Sakın ses çıkarma.”

 

İlk başlarda oralarda hiçbir şey göremedim. Ama biraz daha dikkatli bakınca, ağaçlatın ve çalıların arasında adeta gölgeler gibi hareket eden figürleri farkettim.

 

“Onlar ne?” diye sordum korkuyla, bağırmamak için kendimi zor tutmuştum.

 

“Sanırsam yakalandık.” dedi Konrad.

 

O figürler bir süre daha o şekilde hareket etti. En sonunda bir tanesi çalıların içerisinden yavaşça çıktı. Simsiyah kıyafetli, eli silahlı bir adamdı bu. Sert, duygulardan tamamen yoksun bir yüze sahipti. Saçlarının yokluğu, alnının tam ortasındaki yeşilimsi kristali ortaya çıkarıyor ve onun için kullandığım “adam” ifadesinin bir yanılsama olduğunu gösteriyordu.

 

Sağa ve sola baktı, bir anlığına bizim olduğumuz tarafa da döndü ama bizi farkettiğini gösterecek herhangi bir hareket yapmadı. 

 

Ardından tekrardan önüne döndü ve saf bir duygusuzlukla, “Temiz.” dedi. Buradan sesini duyabiliyor olmak şaşırtıcıydı.

 

Bunu demesiyle çalılardan bir düzine figür daha çıktı.

 

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu en son çıkan.

 

“Patron ne emrettiyse onu.” dedi bir diğeri, ardından hızlı adımlarla nukanenin önüne geçti ve evin kapısına doğru ilerledi. Birkaç kere kapıyı tıklattıktan sonra Galvi kapıyı açtı:

 

“Ah, günaydınlar!” dedi, sesi neşeli gibiydi, sahte bir neşe.

 

“Günaydınlar.” dedi adam, “Ben Müfettiş Ayiz, Yıldızdan geliyoruz.”

 

“Yıldız mı?” dedi yaşlı adam, “İmparatorun diyarından buralara pek kimse uğramaz. Hayrola, hangi rüzgar attı sizi buraya?”

 

“Son zamanlarda buralarda garip ve olağan dışı bir şeyler oldu mu?”

 

Yaşlı adam başını olumsuz anlamda salladı, “Hayır, her şey eskiden nasılsa öyle.”

 

“Ama bize gelen duyumlar tam tersi yönde.” dedi Ayiz, sesi alaycı bir tondaydı, “İki tane düşman tam da buralardaymış.” 

 

“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum memur bey…”

 

Galvi lafını bitiremeden Seliya dışarı çıktı, bir eliyle Ain’i, diğer eliyle de İstaf’ı yakasından tutuyordu. İkilinin çırpınışlarına rağmen “yaratık” bir milim kıpırdamıyordu.

 

“Seliya! Ne yaptınız ona!?” Galvi, panikle “kızının yanına” gitti. O ana kadar bir insandan pek farksız olan şey bu sefer adeta put gibi duruyordu. Küçülen göz bebekleri sarılıkta kaybolmuş gibiydi.

 

“Harika,” dedi Ayiz, “Lem, Şu ikisini al da götür.”

 

Kel kafalı nukane, Ain ve İstaf’ı alıp götürdü. Bunla eş zamanlı olarak Seliya’nın da göz bebekleri eski haline döndü, ardından da dizlerinin bağı çözüldü.

 

“Seliya!” diye yanına gitti Galvi.

 

“Ne oldu bana…” diye konuştu nukane, anlaşılan az önce ne yaptığının farkında değildi.

 

“Önemli bir şey…” yaşlı adamın lafını tamamlamasına mani olan şey Ayiz’in onu omzundan tutup sertçe çekmesiydi.

 

“Çok konuşma, ihtiyar!” diye bağırdı.

 

“Baba!” Seliya ileri atılsa da yaşlı adam ona engel oldu.

 

“B-bir şey yok, sen kal orada…” yaşlı adamın konuşmasına engel olan kişi yine Ayiz’di.

 

“Sana çok konuşma demedim mi, ha?”

 

Galvi’yi bu sefer daha da sert bir şekilde çekiştirerek götürdü. Onu ve Ain’le İstaf’ı tutan nukanenin yanına götürdü.

 

“Görünüşe bakılırsa işler pek iyi gitmiyor.” dedi Konrad.

 

“Scheisse!” diye söylendim, Konrad’ın bana uyumadan önce söylediği laflar aklıma gelmişti. Anlaşılan epey isabetli bir öngörüde bulunmuştu.

 

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordum.

 

“Hiçbir şey.” dedi sadece.

 

“Nasıl hiçbir şey?!”

 

“Şu noktada yapacak hiçbir şey yok, beklemek hariç.”

 

Bu lafları üzerine sıkıntıyla iç çektim. Ardından tekrar onların tarafa doğru döndüm; Ain, İstaf ve Galvi’yi yan yana oturtmuşlardı, iki yanlarında silahlı adamlar bekliyordu. Ayiz, elindeki tabancası ile oynayarak bir ileri bir geri yürüyordu. 

 

“Müfettiş Bey, ne oluyor?” diye sordu Galvi. İhtiyar adamın yüzünden boncuk boncuk terler akıyordu.

 

“Bizi gördüğün için sevindiğini sanmıştım.” dedi Ayiz gülerek. “Normal aslında, bir nukaneye kızın gibi davranmaya başladığına göre yalnızlık psikolojini pek iyi etkilememiş olsa gerek.”

 

Yaşlı adam hiçbir ters tepki vermedi, zaten gözlerini bile zar zor açık tutuyor gibi görünüyordu.

 

“O zaman başka bir soru sorayım, yanındaki çocukların burada ne işi var?”

 

Yaşlı adam ağzını açamadan Ain cevap verdi:

 

“Arkadaşımla kaybolmuştuk ve konaklamak için bir yere ihtiyacımız vardı. Galvi Bey de sağ olsun…”

 

“Karanlık bölgeye girişin cezasının ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” bu sefer konuşan, Ain birkaç adım sağında duran bir kadındı.

 

“Kaybolmuştuk dedim ya…” dedi Ain utana sıkıla.

 

“Nasıl bir kaybolmaysa…” kadın lafının ortasındayken Ayiz, onu tek bir el hareketiyle susturdu ve konuşmaya başladı:

 

“Şimdi beni iyi dinleyin, üçünüz de! Buraya gelme nedenimizi artık anlamışsınızdır herhalde. Normalde yaptığınız şeyin cezası ölümdür, ama yine de, bizle ‘işbirliği’ yaparsanız yaşamanıza izin verebiliriz.”

 

“Biz…” İstaf konuşmaya başlamışken Galvi lafa atladı:

 

“Bir şey görmediğimizi söyledik ya efendim.”

 

Ayiz güldü, “O zaman siz görmediniz. Biz gördük!”

 

“Size niye yalan söyle…” 

 

Yaşlı adam sözünü bitiremeden Ayiz, silahının kabzası ile ona sertçe vurdu.

 

“D-durun!” Ain ileri çıkmak istese de yanındaki kadın onu tuttu.

 

“Bir şey… Yok…” Galvi konuşmayı denedi, birkaç kere kan tükürdü bu sırada.

 

Olayları uzaktan izleyen Seliya da biraz daha yakınlaşmıştı. “Babasının” durumunu sadece “endişeli” gözlerle izlemekle yetinmişti. Belki de fazlasını istese bile yapamazdı…

 

Ayiz, Galviyi saçlarından tutup kaldırdı, “Şimdi, konuşuyor musun konuşmuyor musun?” dedi.

 

“Konuşabileceğim bir şey yok ki…” bu sefer de karnına tekme yiyip susmuştu.

 

“Biliyor musun? Beni aptal yerine koymandansa açık açık insanlığa ihanet ettiğin yüzüme hönkürmeni yeğelerdim.” ardından bir süre durup devam etti, “Bir şey soracağım, neden bize zorluk çıkarıyorsun? Sonuçta önündeki seçenekler birbirine yakın bile değil; bir yanda insanlar, bir yanda da şiddet bağımlısı aptal yaratıklar.”

 

Galvi, yavaşça yerinden doğruldu. Kısa süreli bir öksürük krizinin ardından yüzünde bir gülümseme ile konuşmaya başladı:

 

“Siz o iki seçenekten hangisi oluyordunuz?” ardından durup kan tükürdü, “İkiside sizlere uyuyor…”

 

Ayiz, bu laf üzerine durdu. Ardından güldü fakat tekrardan ciddileşmesi çok uzun sürmedi. Kaşla göz arasında tabancasını ona doğrulttu, sonrası ise kulakları sağır edercesine bir ses ve yaşlı adamın kanlar içerisinde yere yığılmasıydı. Paramparça yüzünde hala o “gülen” ifade vardı.

 

“Baba!” diyereke cesede doğru koşturdu Seliya. O, onun cesedini kollarına almış, sanki uyanmasını beklermişcesine sallarken Ain ve İstaf, dehşet dolu bakışlarla kala kalmışlardı.

 

“Scheisse?!” az kala oturduğumuz daldan düşüyordum, adamın onu çekip vurması o kadar ani olmuştu ki… Yüce Tanrım… İlk kez birinin öldüğünü görmem değildi bu, ama ilk kez bu sefer tam anlamıyla kusma isteği uyanmıştı içimde.

 

“Yazık oldu.” diye mırıldandı Konrad, başka da bir şey çıkmadı ağzından.

 

Olayın üzerine düşündükçe ruhum daha da daralıyordu. İhtiyarın tiksinç bir şekilde ölmesi yeteri kadar kötüydü, ama daha da kötüsü…

 

“B-bir şey yapmalıyız!” dedim Konrad’a dönüp, o kadar gerilmiştim ki cümleyi zorla kurmuştum.

 

“Neden?” diye sordu.

 

“Onları da vuracaklar!” 

 

“Dedim ya, yapacak bir şey yok.”

 

“N-nasıl yok?!” sinirle boynuna yapışmak istesem de kendimi tuttum, şu an içinde bulunduğumuz durum buna pek müsait değildi.

 

O an olabileceğin en sakin tonda sordum, “Onlardan daha yukarıdayız, silahlarımız da yanımızda.”

 

“Ee?” diye karşılık verdi yine, “Sonra?”

 

“Sonrası…” 

 

İşte o an planımın fazla ütopik olduğunu farkettim.

 

“Tamamını vuramasak bile…” 

 

Konrad, sözümü bitirmeme izin vermeden, “Yine sorunu yanlış yerde arıyorsun.” dedi, “Sorun onların tamamını buradan vurup etkisiz hale getirmek değil. O iş basit. Ama sorun şu ki, onlar arkadaşlarına bizden daha yakın. Sonuçta bu bir rehine kurtarma operasyonu, değil mi?”

 

Onu onaylar anlamda kafamı salladım, ima ettiği şeyi anlamıştım elbette. Kendilerini tehdit altında hissederlerse o “rehineleri” infaz etmemeleri için hiçbir sebep yoktu.

 

“Peki ne yapacağız?” diye sordum.

 

“Bilmiyorum.” dedi sadece, kaskının altında yüz ifadesini göremediğim için bu “bilmiyorumu” ne kadar iyi veya kötüye yormam gerektiğini anlayamamıştım.

 

“Yazık oldu.” diye konuştu Ayiz, “Tatlı bir adamdı, cehaletinin kurbanı oldu…”

 

“Seni adi!” Ain, hiddetle bağırarak adama doğru atıldı, ama kısa hemen yanı başındaki kadın tarafından yere serildi.

 

“Ain!” İstaf, kızın yanına gidip onu kaldırmaya çalıştı.

 

“Seni köpek…”

 

Ayiz, Ain’in hakaretlerine karşılık olarak gülmekle yetindi. Bu o kadar çirkin bir gülüştü ki, sadece Erda değil, Dünya ve onun kolonilerinde yaşayan herhangi bir aklı başında insanın dahi ruhunu tiksintiyle doldurabilirdi.

 

O sırada, Ayiz’in yedi-sekiz adım arkasındaki bir adam ileri çıktı:

 

“Efendim!”

 

“Söyle, Morin?” dedi Ayiz, onun tarafına dönmeye bile yeltenmemişti.

 

Adı Morin olan adam, hızlıca Ayiz’in yanına geldi, elinde tuttuğu tableti göstererek, “Oğlanın kimliğini mevcut kayıtlarda bulamadım. Ama kızın kimliği…” dedi.

 

Ayiz, bir süre hiçbir tepki vermeden tableti inceledi ardından konuştu:

 

“Ain İsda Volhar-Nerhan Ver Borlu… Soylu mu bu kız?”

 

“Öyle görünüyor.”

 

Ayiz omuz silkti, “Tanımıyorum. Daha önce hiç böyle birini duymamıştım.”

 

O sırada geride duran ve diğerlerine oranla nispeten daha yaşlı olan bir tanesine ileri çıkıp konuştu:

 

“Ben tanıyorum. General Volhar Bey, on-on beş sene önce benim komutanımdı.”

 

Bu sözler üzerine Ain’in yüzü huzursuz bir hale büründü.

 

“Rahmetli, kızından çok bahsederdi. Şimdi onu görmek ilginç oldu.” diye devam etti adam.

 

“Babası kesin mezarında ters dönüyordur o zaman.” dedi yine arkadakilerden biri.

 

“Hayır hayır, mezarında ters dönmediğine eminim. Bilakis gurur bile duyuyordur.” dedi başka bir tanesi. Bu lafı üzerine herkes ona döndü. “Hamet söyleyince ben de adamı hatırladım. İmparator tarafından ‘Birlikçi’ olduğu gerekçesiyle Birleşik Yalin’e elçi olarak yollanmıştı. Orada da kimliği belirsiz bir kişi tarafından vuruldu.” diye devam etti. “Kimliği belirsiz bir kişi” tarafından vurulduğu” kısmını iğneleyerek söylemişti.

 

“O-o Birlikçi falan değildi!” Ain adeta parladı, yaşlı adamın vurulduğu anda bile daha az sinirlenmişti.

 

“Tabi tabii.” dedi adam dalga geçercesine, “Sen kesin onu vuranın da Yeni Kıtalı milliyetçilerden biri olduğunu sanıyorsundur. Ama aslında olan şey, İmparatorun mutlak adaletinin tecelli etmesiydi, tıpkı tüm hainlere olduğu gibi!”

 

Bu laflar Ain’i daha da sinirlendirmişti, “Kes sesini be! Babam, İmparatora ve devletimize sizin asla hayal edemeyeceğiniz hizmetlerde bulundu! Yüzlerce yıl yaşasanız bile yanına yaklaşamazsınız!”

 

Adam güldü, “Sen ne kaba bir fahişeymişsin böyle! Seni sev…”

 

“Seni yavşak!” İstaf, kendini tutan adamdan kurtulup konuşmakta olan adama doğru fırladı, ardından yüzüne olağan gücüyle vurdu. Aldığı darbenin etkisi ile adam adeta yere kapaklandı. 

 

İstaf’ı adamın üzerine yürümekten alıkoyan şeyse onu daha önceden tutan adamın onu yakalayıp karnına tüfeğinin dipçiyle vurması olmuştu.

 

“İstaf!” Ain, kendini kurtarıp panikle İstaf’ın yanına gitti. 

 

“Seni piç…” diye sövdü İstaf, kendisine atılan dipçikten öte o adamın Ain’e söylediği laflara takılmıştı muhtemelen.

 

Yüzüne yumruğu yiyen adam, bir eliyle çenesini tutarken tabancasını çıkartıp bağırmaya başladı:

 

“Senin amına koyacağım çocuk! Senin o ananın…”

 

O bir şey yapamadan adı Hamet olan ihtiyar onu tuttu, “Sakin ol.”

 

“Ne sakini ulan! Bu iki vatan hainini buracıkta gebertmeyeceksek ne sikime buradayız?” bir eli çenesinde bağırmaya devam etti adam.

 

“Oğlanı bilmiyorum, ama kız soylu.” dedi Hamet, “Bir soyluyu öldürmenin ne anlama geldiğini biliyorsundur herhalde?”

 

“Hain bir soylu! Tıpkı babası gibi!” 

 

“Bu kadar erken kanıya varma. Volhar Bey, muhalif biriydi belki. Ama bir hain… Onun için böyle bir tabir kullanabilirmiyiz bilmiyorum.” bir süre duraksadıktan sonra devam etti, “Ayrıca, Ver Borlu ailesi bizzat İmparator tarafından himaye altına alınmış bir ailedir. Volhar Bey hiç ikinci bir çocuğu olduğundan bahsetmemişti, bu da muhtemelen bu kızı ailenin tek varisi yapıyor olmalı. Eğer hesabını İmparatora vermeye hazırsan, hodri meydan!”

 

“Sen…” hiddetle silahını kılıfına sokup konuştu, “Peki ne bok yiyeceğiz şimdi?”

 

Muhtemelen bu sorunun muhattabı olan Ayiz, yine silahıyla oynuyordu. Dikkatini hiç oraya sordu:

 

“Başkentle iletişim kurma şansımız var mı?”

 

“Hayır efendim.” dedi aralarındaki tek kadın üye olan kişi.

 

“Peki en yakın üsle?”

 

“Yine hayır, efendim.”

 

“Anlıyorum…” silahıyla oynamaya devam etti 

 

Ardından kimse bir şey demedi. Adeta ölüm sessizliği vardı ortamda, çıkacak en ufak seste sanki tüm silahlar patlayacak gibiydi. Eh, durum pek fenaydı görünüşe bakılırsa.

 

“Konstantin.” dedi Konrad.

 

“Evet?” ona döndüm.

 

“İşaret vermemle ağaçtan inip onlara doğru koşacaksın.”

 

“Ne?!” dediği şeylen az kala dengemi kaybedip daldan düşüyordum.

 

“Dediğimi yap.”

 

O an kaskı ve maskesinden dolayı yüzünü göremesem bile yüz ifadesini tahmin edebiliyordum. Onla neredeyse aralıksız yirmi iki yıl geçirmiştim, ve o yüz ifadesinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum.

 

“Pekala, koşturmaya başladıktan sonra ne yapacağım?”

 

Cevap olarak bir elindeki flaş bombasını gösterdi, “Tüfekle ateşleyeceğim. Üç saniye içerisinde en yüksek şiddette patlayacak. Çıplak gözle bakan birinde en iyi ihtimal yarım saat körlüğe sebep olur. Kaskının vizörü olduğu için sana bir şey olmaz, ama arkadaşların için aynı şeyi söyleyemem.”

 

Son cümlede vermek istediği mesajı almıştım.

 

“Tamamdır, peki nukaneyi kör eder mi?” diye sordum.

 

“Bilmem, göreceğiz”

 

Konrad’ın müthiş güven verici cevabının ardından daldan aşağı son bir kez baktım. Cesaretimi toplayıp aşağı atladım ve koşmaya başladım.

 

Kısa süre sonra ise oradaydım, o an orada bulunan herkes (Seliya hariç, o hala Galvi’nin cesedi ile uğraşıyordu) bana döndü.

 

“Orada!” diye bağırdı bir tanesi, diğerlerine çok daha genç duruyordu bu.

 

“Ateş, ateş!” diye bağırdı kadın.

 

En geride duranlardan bir tanesi sadece çığlık attı. Ayiz’in yüzünde ise otuz iki diş bir gülümseme oluşmuştu. Onların kel kafalı nukanesi ise adeta avına atlamaya hazırlanan bir kurt gibiydi. Ain ve İstaf’sa gözüne far tutulmuş tavşana dönmüşlerdi.

 

Peki şimdi ne yapmalıydı? Bunu pek de düşünecek zaman yoktu.

 

“Gözlerinizi kapatın!” diye avazım çıktığınca bağırdım. Ardından, tam beş saniye sonra, ben daha Ain’le İstaf’ın tepkisini dahi göremeden adeta dev bir ışık kümesi her yeri yuttu. Gözlerim ağrımamıştı, kör olmamıştım. Ama vizör varken bile böyle bir etkisi varsa, kim bilir çıplak gözü ne hale getiriyordur?

 

Az önce aklımdan geçen soruyu cevaplarcasına birkaç çığlık ve küfür duydum, ardından bunu takiben birkaç silah sesi, nedense bu konu da hiç endişe etmedim. Önümü kapayan ışık dağılana kadar koştum. Işık dağıldığın da ise, onların yanındaydım.

 

“F-falkenmayer!” dedi İstaf, yüzünde mutlu mu olduğunu yoksa başka bir şey mi düşündüğünü tam olarak çıkaramadığım bir ifade vardı.

 

“Ah, şey…” bir şeyler söylememe kalmadan aklıma bir şey dank etti:

 

Şimdi ne yapacaktım? Konrad, bundan sonrası için herhangi bir şey söylememişti.

 

O silahlı kalabalık şimdi çığlık çığlığa adeta başı kesik tavuk gibi oradan oraya koşturuyordu, birkaçı panikle silahını ateşliyordu. Seliya ise sonunda babasını bırakmış, meraklı gözlerle olan biteni seyrediyordu. Bu durumda olduğum yerde hiçbir şey yapmadan durmak pek akıllıca değildi sanki…

 

“Sen!” 

 

Adeta hırlarcasına gelen bir sesle kafamı sağa çevirdim, bu Ain’e küfreden adamdı, ve anlaşılan gözlerini kapamayı akıl etmişti.

 

“Şimdi siktim se…” cümlesini tamamlayamadan, adeta bir yıldırım gibi ağaçların arasından fırlayan, Konrad’dan yediği tekmeyle evin dış duvarına yapıştı.

 

Konrad, bu sefer bizim tarafa doğru fırladı. Tek hamleyle beni yere çekti ve elindeki karbon kalkanı yere fırlattı. Kalkanın siyahımsı katmanı etrafımızı sararken son gördüğüm şey o kel nukanenin ifadesiz yüzüyle üzerimize atlıyor olduğuydu.

 

Hiç şaşırmadım, ne bir şok, ne de bir korku belirtisi gösterebildim. Bunları gösterebilmek için fazla hızlı gelişmişti olaylar.

 

Lem adlı nukanenin yarınlar yokmuşcasına karbona vurmasıyla çıkan sesler eşliğinde sordu Konrad:

 

“Arkadaşların bize pek yardımcı olmuyor gibi.”

 

Onlara döndüm, ikisi de birbirine sokulmuş, korku dolu gözlerle dimdik bize bakıyorlardı. 

 

Hemen ona dönüp sordum:

 

“Şimdi ne yapıyoruz?”

 

Çıkardığı başka bir tür bombayı bomba atara yüklerken konuştu:

 

“Eğer böyle devam ederse karbon otuz ile kırk bir saniye içerisinde çözünecektir. Eğer arkadakiler de ateş etmeye başlarsa bu yirmi beş ile otuz saniyesi arasına inebilir. İki türlü de yeteri kadar zamanım var…”

 

“Ne anlatıyorsun be?!”

 

“Bak, kalkanın inmesi ile onu vuracağım, bu size zaman kazandırır.” tüfeğe takılı bomba atarı gösterdi, “Bu şey patlayıcı değil, bu yüzden muhtemelen onu öldürmeyecektir. Tabii, öldürürse ne ala, ama yine de tedbiri elden bırakmayın.”

 

“Ee, sonra?”

 

“Onu vurduktan sonra siz, hiç beklemeden doğuya doğru koşacaksınız. Bir sis bombası ve birkaç tane kandela ile siz yeteri kadar uzaklaşana kadar onları tutabilirim.”

 

“Pekala…” cümlemin tam ortasında bir şey aklıma dank etti:

 

“Sen ne olacaksın?”

 

“Onları tutacağım, siz o sırada kaçacak…”

 

“O-olmaz! Seni bırakamam…”

 

“Hay sikeyim Konstantin!” diye bağırarak sözümü kesti, “Hakkımda endişelene endişelene bu zamanı mı buldun? Siz gidin, ben size yetişirim.”

 

İç çektim, “Pekala.”

 

Ain ve İstaf’a tekrardan döndüm, biraz daha iyi görünüyorlardı. Ama çeviri aleti olmadığı için Konrad’ın dediklerini bir şekilde açıklamam gerekiyordu. Yaklaşıp konuştum:

 

“Bakın, ben şimdi deyince koşmaya başlıyoruz, anlaştık mı?”

 

Evet, planda bize düşen tek şey buydu.

 

“P-peki…” dedi Ain, İstaf’sa sadece kafasını sallamakla yetindi.

 

Adeta saatlermiş gibi geçen birkaç saniyeden sonra karbon dağıldı. Karbonun dağılması ile kudurmuşçasına pençelerini karbona geçirmeye çalışan nukanenin de önü açılmış oldu. Hiç beklemeden bize doğru fırladı. Ona engel olan şey, büyük bir soğukkanlılıkla önüne çıkıp onu bomba atarla vuran Konrad’dı. Aldığı darbe ile eve doğru savrulan nukane, çarptığı duvarı da parçalayarak evin içine girdi.

 

Ve evet, yüksek ihtimalle ölmemişti…

 

“Şimdi, koşun!” diye bağırdı Konrad, ona uyup tüm gücümüzle fırladık. Bu sırada az önce kör alan kişiler de toparlanmaya başlamıştı. Buna karşılık Konrad, atıldığı gibi etrafa ışıklar saçan bir dizi küçük bomba attı, ardındansa attığı bir sis bombası ile orada hiçbir şey görülemez olmuştu…

 

Daha fazla geriye bakmadan koşmaya devam ettik. Ben en önde ilerliyor, ikisi de el ele beni takip ediyordu. Hem dış iskelet, hem de, övünmek gibi olmasın, hızlı koşan biri olmam sebebi ile sık sık durup onları beklemem gerekiyordu. Ellerinden geleni yaptıkları aşikardı, ama yine de yeteri kadar hızlı değillerdi, yoksa ben mi çok hızlıydım?

 

“F-falkenmayer!” diye bağırdı İstaf, karnına yediği darbenin etkisi ile bir eli karnında adeta yalpalaya yalpalaya geliyordu.

 

“E-evet?” durup ona döndüm.

 

“S-sen… Ne halt ettiğini sanıyorsun?” diye sordu.

 

“Ne?” ağzımdan çıkabilen tek şey bu olmuştu.

 

“Ne ne? Kendini gebertmeye mi çalışıyorsun?” cümlesini bitirdikten sonra kısa süreli bir öksürük krizine girdi.

 

“Onlar bizimle uğraşırken kaçabilirdin. Ama sen…” Ain cümlesinin ortasındayken İstaf, kendini toparlayıp tekrardan konuşmaya başladı:

 

“Sen bir anda fırlayıverdin. Sizlerin o iğrenç oyuncakları olmasa paramparça olmuştun. Niye, Falkenmayer, niye?” 

 

Durdum, tamamen içimden gelen hislerdi bunlar. Nedenini hiç düşünme gereği duymamıştım, şu anda düşünecek zaman da değildi açıkcası.

 

“Bunun zamanı değil, gitmemiz lazım…” dedim.

 

“Sen önce anlat, niye?” diye sorusunu yineledi İstaf.

 

İç çektim, şu noktada bunları düşünmek için hem fazla stresli, hem de fazla yorgundum. Sadece bedensel bir yorgunluk değil, az önce yaşanan onca saçma sapan olayı ve Konrad’a ne olacağını düşünmenin de getirdiği bir yorgunluk…

 

“Bak, şu an hiç zamanı değil, ve…” 

 

Bir anda duymaya başladığım seslerden ötürü sustum ve sesin geldiği yöne döndüm, benle birlikte onlar da sesin geldiği yöne, az önce geldiğimiz yöne, doğru döndü.

 

Adım sesleriydi bunlar, gittikçe yakınlaşan ve hızlanan adım sesleri…

 

Scheisse! Aldığı darbeden sonra peşimize düşmeye çalışacak kadar azimli olmaması gerekiyordu.

 

Tüfeğimi İstaf’ın eline tutuşturdum, “Kaçın!”

 

“N-ne?” bu ani çıkışıma doğal olarak şaşırmıştı.

 

“Gidin hadi! Ben onu oyalarım!”

 

Bir süre durdu, art arda yaşanan onca olayı sindirmeye çalışıyordu muhtemelen.

 

“T-tamam!” dedi en sonunda, ardından Ain’in elini tutup koşturmaya başladı. 

 

Onlar koşmaya başlayınca yola arkamı geri döndüm. Adım sesleri gittikçe yaklaşırken kendisi de uzaklardan görünmeye başlamıştı. Yüzünde yine o ifadesiz ve korkunç ifade vardı. Konrad’ın ateşlediği ve bir yumruk büyüklüğündeki mermi karnında saplı bir şekilde duruyordu, muhtemelen bu mermiden ötürü sallana sallana ilerliyordu. 

 

Biraz daha yaklaştıktan sonra durdu, bir süre olduğu yerde bana doğru baktı. Ardından karnına saplı mermiyi tutup çıkarmaya çalıştı, bir süre uğraştıktan sonra çıkardı. Karnındaki delikten mavi bir sıvı fışkırırken tekrardan bana döndü, sonra koşmaya başladı.

 

Hemen tabancamı çekip ona nişan aldım, elimi tetiğe attım ve… Ateş edemedim, tetiği çekemedim… Büyük, geometrik cisimlere ateş etmek kolaydı ama onun gibi, insana benzeyen şeyler de…

 

Kendi içimde sorgulamalar yapmak için çok yanlış bir zaman olduğunu anlamam, yaratığın benden sadece birkaç metre uzakta olduğunu fark etmem ile başladı.

 

Kahretsin! Bir canavara ateş etmek bu kadar zor olmamalıydı!

 

Tetiği çektim, mermi onun omzunu deşip etrafa o mavi “kanı” saçarken yaratık herhangi bir tepki vermedi. Sadece koşmaya devam etti. Ben ise şimdiden kusma noktasına gelmiştim. 

 

İkinci kez tetiği çekmeme kalmadan yaratık çoktan dibimde bitivermişti, sonrasında ise yüzüme yediğim yumruk ile ayaklarım yerden kesildi…

 

Kalkanın çıkardığı o cızırtılı ses, ayakların yerden kesilirkenki içinin dışına çıkma hissi… Bunları daha önce henüz bir hafta önce yaşamış olmama rağmen şimdiden kötü bir hatıra gibiymişcesine aklıma kazınmıştı…

 

En sonunda yere kapaklandım, gözlerimin önünde fevkalade çirkinliğiyle [MEVCUT ENERJİ: 83] yazıyordu.

 

“Uhh…” kafamı kaldırdım, karşımdaki yaratığın hiç de durmaya niyeti olmadığını, birkaç saniye sonra kafama attığı tekme ile anlamıştım.

 

Üçüncü kez vuracağı sırada hemen sola doğru yuvarlandım ve nukanenin ayağına sertçe bir tekme attım, bu sefer yere kapaklanan o olmuştu.

 

Hemen bundan faydalanıp ayağa kalktım. Hızlıca yerdeki tabancamı almak için fırladım, tam alıyordum ki o şeyin bacağımı kavrayıp sertçe çekmesi yine yere kapaklandım. 

 

Ona döndüm, bir eliyle bacağımı tutmuş, diğer eliyle ise pençelerini çıkarmış saplamaya çalışıyordu.

 

[MEVCUT ENERJİ: 72]

 

[MEVCUT ENERJİ: 62]

 

[MEVCUT ENERJİ: 51]

 

Diğer ayağımla yüzüne sertçe bir tekme geçirdim, ardından kendimi kurtarıp biraz ötemdeki tabancıyı aldım ve ayağa kalkarak birkaç adım uzaklaştım. O sıra da o da kendini toparlamış, tekrardan üzerime atlamaya hazırlanıyordu. 

 

Hemen kafasına ateş ettim. Benim tetiği çekmemle nukanenin kollarıyla yüzünü kapaması bir oldu. Mermiler kolunu ve ellerini deşti, birkaç tane parmağını da parçaladı. Son mermiye gelince durdum. Yaratık bu sırada gardını indirmişti. Hiç beklemeden ateş ettim, ama mermi kafasına değil, attığım tekme sonrası yamulmuş çenesine isabet etti. Çenesinin patlaması ile ortaya çıkan görüntüsü… Hala çok insandı…

 

Beni boynumdan tutup havaya kaldırdı, ardından yere doğru fırlattı.

 

[MEVCUT ENERJİ: 43]

 

Ben yerden kalkmaya çalışırken bacağımdan yakaladı ve fırlattı. Önce bir ağaca çarptım, ardındansa, biraz yokuş aşağı bir yer olsa gerek, yere düştükten sonra epey bir yuvarlandım. Etraftaki taş, toprak, ağaç ve benzeri şeylere çarpa çarpa küçük bir nehir yatağının oraya düştüm.

 

[MEVCUT ENERJİ: 23]

 

Kalkana rağmen acı çekiyordum…

 

Yaratık, ağaçların arasından kendini gösterdi. Parçalanmış çenesi, yarılmış karnı, delik deşik olmuş kolları ve omzu ile bir zombiyi andırıyordu.

 

O yaklaşırken ben de yapabileceğim şeyleri düşünüyordum. İyla’yla dövüşümü hatırladım, onu nasıl yenmiştim? Aslında cevap barizdi, yenmemiştim, şansım yaver gitmişti…

 

Tabii ya!

 

Hızla etrafa baktım, ona zarar verebilecek kadar büyük bir şey lazımdı, bir odun parçası veya kaya, her şey olabilirdi!

 

Etrafımda bu tanımlamaya uyan tek şey, birkaç metre ötemde duran ve aşağı yukarı bir basketbol topu büyüklüğündeki bir kayaydı. 

 

Biraz yaklaşmasını bekledim, ne kadar hızlı hareket edebileceğini fark etmiştim, sabırlı olmalıydım…

 

Yaklaştı yaklaştı ve daha çok yaklaştı… Aramızdaki mesafe iki metre kadar olduğunda ise kayayı kendime çektim, kayanın parmaklarımın ucuna gelmesi ile fırlattım.

 

Nukane, herhangi bir tepki veremeden kaya, sertçe karnına çarptı ve vücudunun üst kısmının adeta bir demir çubuk gibi geriye doğru bükülmesine sebep oldu.

 

O haliyle önce biraz yalpaladı, ardından bir dizi üzerine çöküp dengesini toparlamaya çalıştı. En sonunda yalpalamayı bırakınca bir eliyle vücudunun üst kısmını öne doğru çevirmeye çalıştı. Yine bükülmüş bir demir çubuk nasıl zorlanarak eski haline nispeten getirilebiliyorsa, o da vücudunu “r” harfi gibi görünecek şekilde de olsa toparlamayı başardı.

 

Hiçbir şey diyemedim, şu noktada diyecek de bir şey yoktu zaten. Bir anlığına çakmağımı çıkarmayı düşünsem de hem bunun için yeteri kadar zamanım yoktu, hem de onun bunu öldürmeyeceğine emindim.

 

Yaratık, boynumdan kavrayıp havaya kaldırdı beni. Bir eliyle boynumu sıkarken hem nafile bir çabayla ondan kurtulmaya çalışıyor, hem de yapacak bir şey düşünüyordum.

 

En sonunda, kemerimdeki bıçağı çıkarıp koluna sapladım. Ben bıçağı saplayınca beni bıraktı. Ardından bıçağı tek hamlede kolundan çıkarıp fırlattı. Sonraki hamlesi ise pençelerini çıkarıp kafama geçirmek oldu.

 

[MEVCUT ENERJİ: 8/ KALKAN JENERATÖRLERİNİN GÜCÜ KRİTİK SEVİYEDE]

 

Ve sonra bir daha vurdu, kollarımı kaldırıp engellemeye çalışsam da bunun pek bir etkisi olmamıştı. Bu son darbe, diğerlerinin aksine canımı yakmıştı, anlaşılan yolun sonuna gelmiştik…

 

Elini tekrardan kaldırdı ve kafama geçirdi, kulakları tırmalayan bir sesle kaskımı deşti pençeleri, ardından da pençelerini derimde hissettim.

 

Ve… Bu kadar.

 

Pençelerini kaskımdan çıkardı, ardından tökezler ama seri adımlarla oradan uzaklaştı.

 

O uzaklaşırken hiç hareket etmedim. Bu saçmalığı sindirmek için biraz zamana ihtiyacım vardı…

 

Beni öldürmeden bırakmıştı. Veya, öldüğümü düşünmüştü… Bu daha makul geliyordu, peki neden?

 

Aklıma gelen ilk ihtimal, beni bir “insan” olarak görmediği için kaskımı değil de kafatasımı kırdığını düşünüp bunun yeterli olacağını düşünmesiydi. Bu bir ihtimaldi, ama içinde bulunduğu ekip o “gerçeği bilen” gruptan olmalıydı, yoksa buralara kadar gelmezlerdi…

 

Diğer ihtimalse, dövüşümüz sırasında pençelerinin köreldiği, bu yüzden de beni öldüremediği ve bunun farkında olmadığı için de çok üstüne gitmediğiydi. Bu da saçmaydı, böyle bir savaş makinesi nasıl olurda böyle bir şeyin farkında olamazdı.

 

En sonunda tek bir sonuca vardım; makineler aptaldı.

 

Akan dere, vücudumda rahatsızlık verici bir his uyandırırken orada öylece durdum. Hareket etmedim, buna mecalim olmadığından mı, yoksa istemediğinden mi ötürü olduğunu bilmiyordum. Ama şu an aklımdan geçen tek şey buydu, burada böylece oturmak…

 

Talihi sayesinde yaşayan bir adam; iki, belkide üç kez… Yaşıyor olduğum için sevinmem gerekiyordu, değil mi? Ama şu an tek hissettiğim şey aciziyetti, yaşanları kontrol edemeyen birinin aciziyeti…

 

Acaba Konrad şu an ne yapıyordu? Ölmüş müydü yoksa? Veya kaçmanın bir yolunu mu bulmuştu? O hengame içerisinde kendini rahatça kurtarabilirdi, gerçi o nukanenin oradan buraya peşinde kimse olmadan gelmesi… Elbette o sis bombasından sonra ne yaşandığını bilmek mümkün değildi, yine de tahmin yürütmek bu kadar yorucu olmamalıydı…

 

Peki Ain ve İstaf, onlara ne olmuştu? Acaba yeteri kadar vakit kazandırmış mıydım onlara? Yaratıkla ne kadar uzun süre dövüşmüştüm ki? On beş dakika? On dakika? Belki de yirmi dakikadır, veya sadece beş… İkisi bu sürelerde ne kadar uzaklaşabilirlerdi ki, veya uzaklaşıp da nereye gidebilirlerdi? 

 

Gerçi bunlar saçma sorulardı, her halükarda bundan sonrasında yapacağım bir şey yoktu…

 

Koş!

 

Ne?

 

Koş!

 

Koş!

 

Koş!

 

Zihnimin en derinliklerinde, adeta beynimi ve kafatasımı patlatıp dışarı çıkmak istercesine bu kelime yankılanıyordu kafamda. 

 

Koş!

 

Koş!

 

Koş!

 

Gittikçe daha da dayanılmaz hale geliyordu bu, sıradan bir baş ağrısının yarattığı etkiden çok farklıydı bu, tıpkı…

 

Koş!

 

Koş!

 

Koş!

 

Tıpkı o anki gibiydi, o taşa dokunduktan sonra kafamın içindeki o kelime gibiydi!

 

Koş!

 

Koş!

 

Koş!

 

Olduğum yerde doğruldum, tek hamleyle kaskımı çıkardım. Bacaklarım ağrıyor, aldığım o son birkaç darbe adeta vücuduma vurulan bir kamçı gibi hissettiriyordu. 

 

Tabii bunun çözümü belliydi.

 

Maskemi çıkarıp kemerime taktım, birkaç nefes çektikten sonra adeta yeniden doğmuş gibiydim. Ah, Erda’nın mucizevi havası! Keşke en ufak dengesizlikte beni öldürebilecek olmasaydın!

 

Koşmaya başladım, nereye gideceğimi bilmeden koşmaya. Ain ve İstaf’ın gittikleri yönü düşündüm, yüksek ihtimal oradam gitmeye devam etmiş olmalılardı. Öyle olmamışsa da yapacak pek bir şey yoktu, önümdeki tek seçenek buydu.

 

Ağaçları, kayaları, patikaları geçtim. Tek bildiğim şey “koşmam” gerektiğiydi. Bir de doğuya doğru koşmam gerekiyordu, bunu ben eklemiştim.

 

Ne kadar süre koştum bilmiyorum, Erda’nın havası sağ olsun yorulmuyordum da, ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre boyunca koşturabilirdim. Ama yine de, şu ana kadar onlara dair bir iz bulamamak moral bozucuydu.

 

Ama yine de koşmalıydım!

 

Bu amansız koşturmam, bir anda çalıların içerisinden çıkan iki silüetle göz göze gelmem sona erdi. İkimiz de bu ani karşılaşma sonra bir anlığına paniklesek de kendimizi toparlamamış kısa sürmüştü.

 

“F-falkenmayer!” dedi İstaf. Şaşırmıştı, ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme de oluşmuştu. Bu gurur okşayıcıydı.

 

Konstantin! Yaşıyorsun!” dedi Ain, “O canavarı atlatmışsın!”

 

Son cümlesi ile durdum, “Hayır, daha değil.” dedim.

 

Bunun söylememle ikisinin arkasında bir figürün belirmesi bir oldu, ardından ileri doğru atıldı.

 

“Çekil!” ikisini de kenara ittim, ileri atılan nukane bodoslama bana çarptı ve arkamdaki ağaçlardan birine çarpmama sebep oldu.

 

Hemen ayağa kalktım, bu sırada kendisi yine üzerime atıldı. Kendimden asla beklemeyeceğim bir hızla sağa doğru çekildim, ardından da nukaneyi hazırlıksız yakalayıp bacağına sert bir tekme attım, dizinin alt kısmı tekmenin etkisi ile koptu.

 

Birkaç kez geriye doğru tek ayağı üzerinde sıçradı. O sıçrarken ona doğru atılıp yüzüne doğru bir yumruk salladım. Yüzünü son anda sola kaçırdığı ıskaladım.

 

Kendini yere attı, ardından ileri doğru sıçradı, dehşet içinde bizi izleyen Ain ve İstaf’a doğru! 

 

Onun arkasından atıldım, yine kendimden asla beklemediğim bir şekilde onu yakalamayı başardım. Pençeleri İstaf’tan, kendini Ain’in önüne atmış ve ona verdiğim tüfeği de yüzünü korumak için tutmuştu, belki birkaç santimetre ancak uzaktaydı.

 

Yaratık, kollarımdan kurtulmak için deki gibi çırpınırken İstaf’a bağırdım:

 

“Vur şunu!”

 

“N-ne?” diyebildi sadece, bir elindeki tüfeğe, bir de yaratıkla boğuşmakta olan bana bakıyordu.

 

“Vursana! Erschieß es!”

 

En sonunda yüzüne tekrardan o kararlı ifade oturdu, yaratığa nişan aldı ve ateş etti. Mermi, yaratığın, artık pek de insana benzemeyen, kafasını paramparça etti, tek bir atışla işini bitirmişti. 

 

Etrafa o mavi sıvının saçılması ile hemen geri çekildim. Cesedine bakmamak için arkama döndüm, son görmek istediğim şey o iğrenç yaratığın grotesk cesediydi.

 

Omzundan bir yük kalkması, gerekiyordu, değil mi? Ama hiç öyle hissetmemiştim, yorgunluk bile hissetmiyordum, vücudum hala enerji doluydu. Ve o kadsr hızlı hareket edebilmem… Mein Gott…

 

“Konstantin…” bu ses Ain’e aitti, “İ-iyi misin?”

 

Onlara döndüm, “E-evet, iyiyim…”

 

Ve onu gördüm. Etrafa saçılmış o mavi kan, korkunç derecede eti andıran o şeylerin içerisindeki metal parçaları, makinenin iç iskeletinin “ete bulanmış” şekilde dışarı çıkması…

 

“Falkenmayer?” dedi İstaf, hiçbir cevap veremedim.

 

“Falkenmayer?” yanıma geldi, omzuma dokundu. O an o şeye bakmaktan kendimi kurtarıp ona dönebildim.

 

“Ben…”

 

Cümlemi tamamlayamadım, ondan uzaklaştım. Erda’nın havası ciğerlerimi yakarken, o gün içerisinde gördüğüm tüm iğrençliklerin bir sonucu olarak kustum…

 

Sanırım bu durumda kimse beni suçlayamazdı…

 

Değil mi?

 

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset

No results available

Reset