Hiper Tales Logosu
novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Efe Kutluay

Bölüm 22: Kartap- 2. Kısım

  • Efe Kutluay
  • 29 Nisan 2024 13:48:33
  • 0 yorum
  • 12

Milattan Sonra: 2565

 

 

Handan çıkıp yürümeye başladık. Sokaklar ilk gördüğümüzden pek de farklı değildi. Yine “insanlar” koşuşturup duruyordu. Ama bu sefer işlerine gitmek yerine evlerine dönüyorlardı yüksek ihtimalle. Neden bilmiyorum ama eskisi kadar nefretçil bakışlarla karşılaşmıyorduk.

 

Ben, “Bizlerle onların” uyum içinde yaşadığı bu ortamı hayranlıkla izlerken İstaf’ın yüzünde ise huzursuz bir ifade vardı. Sanırsam bu onlar pek de hoşuna gitmemişti.

 

“Bir sorun mu var?” diye sordum.

 

“Yoo.” demekle yetindi sadece, fazlasını demesini de beklemiyordum zaten.

 

“Sen öyle diyorsan…”

 

Bir süre daha o şekilde yürüdükten sonra artık kasabanın o kadar da tenha bölgelerine gelmiştik. Kasabanın geri kalanında olan o “canlı” yapının burada zerresi bile yoktu.

 

“Bence buradan çıkalım, Falkenmayer, yoksa…” İstaf’ın sözünü tamamlamasına mani olan şey duyduğumuz bir çığlık sesiydi.

 

“O neydi?” diye sordum.

 

“Bilmiyorum.”

 

Hızlı adımlarla sesin kaynağına doğru ilerledik. Anlamsız çığlıklar yerlerini küfürlere ve hakaretlere bırakırken olan biteni en sonunda görmüştük.

 

Bir grup çocuk, kendilerinden daha küçük bir çocuğu köşeye sıkıştırmışlardırdı, çocuk kaçmaya çalışınca onu ensesinden tutup sürüklüyorlar ve tekmeliyorlardı. Ettikleri ağız dolu küfürler arasından “Terralı piçi”, “şeytan dölü”, “renkli şerefsiz” gibi bazı lafları yakalayabilmiştim.

 

Evet, dövdükleri çocuk “bizden” biriydi. Gerçi bunu diğerlerinin yanında ne kadar kısa kaldığına bakarak da anlayabilirdim ama…

 

İstaf, beni köşeye çekti, “Bir grup aptal çocuk işte. Onlarla muhattap olup başımıza iş almamalıyız.”

 

Bir süre durdum, “Bir şey yapmam lazım.”

 

“Ne gibi?”

 

“Bilmiyorum…” 

 

“Hadi Falkenmayer, hepsini dövecek halin yok ya?”

 

“Dövemem, ama başka bir şey yapabilirim.” 

 

Ardından kaskımı ve maskemi takmaya başladım.

 

“N-ne yapıyorsun be?!” dedi İstaf.

 

“Merak etme, kimse zarar görmeyecek.” 

 

Başka da bir şey demesine fırsat vermeden bulunduğumuz köşeden çıkıp çocukların üzerine doğru koşturmaya başladım. Ardından da avazım çıktığınca bağırdım. Bağırmamla zorba çocukların oldukları yerde sıçrayıp bana doğru dönmeleri ve beni görünce de korkuyla kaçmaya başlamaları bir oldu.

 

Kolay olmuştu.

 

Ardından zorbalanan çocuğa döndüm. Çocuğun gözlerinde şaşkınlık ve minnet dolu bir ifade vardı.

 

Kaskımı çıkarıp çocuğun yanına geldim, “İyisin değil mi?” diye sordum elimi ona uzatırken, Segince bilip bilmediğinden emin olmadığım için İngilizce sormuştum.

 

“E-vet.” dedi ve ona uzattığım eli tutup ayağa kalktı.

 

Karşımdaki oğlan 13-14 yaşlarında ya var ya yoktu. Kızıl saçları, mavi gözleri ve kendisine tatlı bir görüntü veren çilli bir suratı vardı.

 

“Hassiktir be Falkenmayer! İki dakika götün başın ayrı oynamasın!” bağıra çağıra yanımıza geldi İstaf.

 

“Bence gayet başarılıydı.” dedim.

 

“Başlatma başarı…”

 

“P-pardon?” diye araya girdi çocuk, “S-siz kimdiniz?”

 

Bunları Segince sormuştu, bu işimi kolaylaştırırdı.

 

“Adım Konstantin von Falkenmayer, arkamdaki mürrich ise İstaf.” diye yanıtladım onu. İstaf, “‘Mür’ ne?” diye sorsa da onu görmezden gelip çocuğa sordum, “Senin ismin ne?”

 

“Jules, ama sadece Jules.” dedi.

 

“Sadece Jules mu?” diye sordum

 

“Soyadımı hatırlamıyorum maalesef.” dedi hüzünlü bir ses tonu ile.

 

“Anladım…”

 

Bir süre sessizlik oldu, “Şey, sana eve kadar eşlik etmemizi ister misin? O zorbaların tekrar ortaya çıkıp sana sataşmayacağını bilemeyiz.” diye konuştum.

 

“Olur!” dedi heyecanla. Buna karşılık İstaf’ın tek yaptığı sıkıntıyla iç çekmek olmuştu.

 

Üçümüz birlikte yürümeye başladık. Tekrardan kasabanın nispeten işlek bölgelerine gelmiştik.

 

İstaf, kulağıma eğilip, “Bu çovuk hasta mı?” diye fısıldadı.

 

“Ne biçim bir soru bu be?” diye karşılık verdim ona.

 

“Çok kısa.”

 

“Bizlerin size oranla kısa boylu olduğunu biliyorsun.”

 

“Ama bu anormal derecede kısa.”

 

“Henüz daha çocuk, farkındasın değil mi? Ayrıca ben ve Konrad, kendi insanlarımız için epey uzun boyluyuzdur, bu yüzden bizi kıstas olarak alma.” dedim. Jules’un yanında doğal olarak dev gibi kalıyordum, İstaf’sa muhtemelen bir gökdelen gibiydi onun yanında.

 

“Ne konuşuyorsunuz?” diye sordu Jules.

 

“Boşver, önemli bir şey değil.” diye geçiştirdim onu.

 

“Hey, Jures.” İstaf, konuşmaya başladı.

 

“Jules!” diye düzeltti onu.

 

“Jules, elbette… Şey, kaç yaşındaydın?” diye sordu.

 

“On dördümü yeni bitirdim.” diye yanıtladı onu.

 

“Tamamdır Junes…”

 

“Jules!”

 

“Her neyse, burada ne arıyorsun?” 

 

“Bu ne biçim bir soru be!?” diye çıkıştım İstaf’a, ne kadar kaba!

 

“Mantıklı düşün, Falkenmayer, çocuk on dört yaşında, savaş ise sekiz yıl önce başladı.”

 

“Yani?” 

 

“Sana diploma veren üniversitenin de…”

 

“Ha o konu,” diye lafa başladı Jules (o an beni İstaf’ın ağız dolusu hakaretlerinden kurtardığı için ona minnet duymuştum), “doğduğum koloniyi hatırlamıyorum, ailemle alakalı anılarım ise seyrek seyrek. Tek hatırladığım şey isimleri ve meslekleri. İkisi de orduda birer teknisyendi. Sanırım ben daha çok küçük olduğum için beni de yanlarında görev yerlerine, buraya, götürmüşlerdi. Sonrasında ise… Bulunduğumuz karakol, Birleşik Krallık kuvvetlerince baskına uğradı. Herkes öldürüldü, ben hariç… O güne dair hatırladığım tek şey ben bir dolabın içinde saklanırken patlayan silah sesleriydi.”

 

Bir süre sessizlik oldu, tam bir şeyler söylemek için ağzımı açacakken Jules, konuşmaya devam etti:

 

“Ama şu an iyiyim! Buradayım ve yaşıyorum, bu yüzden yaşananlar bence pek de önemli değil!”

 

“Bir dakika,” dedi İstaf, “Ailenin öldüğünü söylemiştin, ama az önce de kız kardeşin olduğunu söylüyordun?”

 

“Aaa, şey…”

 

“Jules!” oğlanın lafını bölen şey, bir kızın bağırışıydı, “Nerelerdeydin be sen! Ödümü patlattın!”

 

“K-kiy, açıklayabili…” Jules, daha lafını tamamlayamadan kendini kız tarafından kafakola alınmış şekilde buldu.

 

“Açıklasana hadi!” dedi adının Kiy olduğunu öğrendiğimiz kız, ardından yumruğunu sert bir şekilde oğlanın kafasına sürtmeye başladı. Jules her ne kadar kurtulmak için çabalasa da nafileydi, benim yanımda nasıl kalıyorsa kızın yanında da öyle kalıyordu.

 

“Bu ne be şimdi!?” diye sordu İstaf, gördüklerini pek sindirememiş gibiydi.

 

Omuz silktim, “Öz kardeşi olduğunu söylememişti.”

 

“A-ama nasıl?” İstaf, bir bana, bir onlara bakıp duruyordu. Onun bu şoke olmuş haline gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

Bir süre sonra Kiy bize döndü, “Siz kimsiniz?” diye sordu.

 

“Bana yardım eden kişiler!” diyerek ileri çıktı Jules, “Soldaki Konstantin, sağdaki de İstaf!” dedi bizi işaret ederek, ardından bu sefer bize döndü, “Bu da kız kardeşim Kiy!”

 

“Memnun oldum.” diye konuştum, İstaf’sa sadece başını sallamakla yetindi.

 

“Ben de memnun oldum, kardeşime yardım ettiğiniz için sağ olun.” dedi kız.

 

“Biz pek bir şey yapmadık aslın…” sözümüm ortasında Jules heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı:

 

“Nasıl hiçbir şey yapmadınız! Şerefsizler korkudan kalp krizi geçirecekti az kala!”

 

“Tamam tamam, abartma istersen.” dedi İstaf.

 

“T-tamam.” 

 

Bir süre hiç konuşmadan durduk, “Şey, biz gitsek iyi olur sanırım, anne ve babamız bizi bekliyordur.” dedi Kiy.

 

“Anladım, kendinize iyi bakın.” dedim.

 

“Şey, yarın buralarda olur musunuz?” diye sordu Jules.

 

Kafamı hayır anlamında salladım, “Maalesef, yarın gidiyoruz.”

 

“Anladım… Neyse, siz de kendinize iyi bakın. Bay bay!” 

 

Jules, “kardeşiyle” birlikte uzaklaşırken İstaf, homurdanarak konuştu:

 

“Bu ne saçma bir şeydi böyle?”

 

“Güzel şeyler de olmuyor değil.” diye karşılık verdim ona.

 

“Güzel şeyler mi? Bu doğaya aykırı bir şey!”

 

“Erdalıların Terralı bir çocuğu evlat edinmelerinde anormal olan şey ne anlamadım.”

 

Sıkıntıyla iç çekti İstaf, “Çok şey… Ama şu an bunu konuşmaya değmez.”

 

“Sen bilirsin.” 

 

Aslında onu anlayabiliyordum. Eminim o çocuğun “ailesi” içinde oldukça garip ve saçma olmuştur. Ama yine de, iki taraf arasında düşmanlıktan daha başka şeyler, çok sınırlı da olsa, görmek güzeldi. 

 

Bir süre hiçbir şey yapmadan durduk öylece. “Ne yapalım şimdi?” diye sordum.

 

“Bilmem.” diyerek omuz silkti.

 

“Uyumaya ne dersin?”

 

“Dönüp uyumaya ne dersin?”

 

“Sen sızmadan olmaz.”

 

“Aferin…”

 

İşte tam o sırada bir ses duydum. Bir çan sesiydi bu, çok tanıdık bir çan sesi…

 

“İyi misin?” diye sordu İstaf. Onu görmezden gelerek sesin geldiği yöne doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. O da arkamdan “Nereye gidiyorsun be? Beni beklesene!” diye bağırıp beni takip etmeye başladı.

 

Bir süre öylece yürüdük. En sonunda kasabanın ücra köşelerinden biri olduğu aşikar olan bir yere gelmiştik. Bir sürü harabe bina ve sanki buranın bir parçası değilmiş gibi görünen yıkık dökük yolların arasında bir tane, eski püskü ama diğerlerinin aksine işler bir bina vardı. Çan sesleri de (bir çan kulesi yoktu, sesler hoparlörden geliyordu) buradan geliyordu, tam da tahmin ettiğim gibi…

 

Binaya doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan bana yetişen İstaf, hemen sordu: 

 

“Burası neresi?”

 

“Bir kilise.” diye yanıtladım, sesim fısıltı gibi çıkmıştı.

 

“Kilise mi? O ne demek?” diye sordu.

 

“İnandığım dinin mabedi.” diye yanıtladım onu, ardından daha fazla soru sormasına müsaade etmeden binanın kapısını yavaşça açtım.

 

Dışarısının aksine içerisi oldukça temizdi, ama yine de bir çok şey eski püskü ve tabiri caizse toplamaydı. Sıralar, ışıklar, etrafa ağır bir koku yayan mumlar ve etraftaki İsa Mesih motifleri (kırık cam parçalarından yapılmışlardı anlaşılan, çok kalite olmasalardı üzerlerine çaba sarfedildiği belliydi)… Ama yine de, uyandırdığı his normal bir kiliseden farksızdı, en azından benim için…

 

İçeride, elinde bir süpürge ile etrafı silen biri vardı. Genç ve çocuksu bir suratı vardı, başlığının altından sarkan beyaz saçlarına bakılırsa bu bir Erdalıydı. Bizim geldiğimizi görünce etrafı silmeyi bırakıp konuştu:

 

“Selamlar!” yüzündeki ifadeye bakılırsa varlığımızdan rahatsız değildi.

 

“Selamlar efendi.” diye karşılık verdim. Bu sırada İstaf da içeri girmiş, etrafı inceliyordu.

 

“Sizi hangi rüzgar attı buraya?” diye sordu.

 

“Buralarda böyle bir yer görmeyi beklemiyordum açıkçası, bir uğrayayım dedim, sorun olur mu sizin için?” diye yanıtladım onu.

 

“Hayır hayır! Elbette olmazdı!” ardından devam etti, “Mazur olmazsa size bir şey sormak istiyorum, Hıristiyan mıydınız?”

 

“Ben öyleyim, arkadaşım değil.” 

 

Adamıj yüzünde memnun olmuş bir ifade belirdi, “Harika! Buralarda sen ve ben gibi iman etmişler pek azdır. Tabii bu bir sorun değil! Efendimiz tüm kullarını seviyor! Bu arada bayım, isminizi sormam da bir sakınca var mıydı?”

 

“Konstantin,” diye yanıtladım onu, “arkadaşımın adı da İstaf.” ben söylemezsen İstaf’ın buna tenezzül etmeyeceğini düşündüğümden onun da adını söylemiştim.

 

“Ben de Ernol, bayım. Bu kilisenin sorumlusuyum. Kendime papaz demeyi çok isterdim, lakin hocamın, huzur içinde yatsın, ömrü beni bir papaz olmak için eğitmeye yetmedi. Ama yine de yetebiliyorum sanırım, en azından bunun için çabalıyorum.”

 

“Görünüşe bakılırsa, hocanız sizinle gurur duyardı Ernol Efendi, bunca karışıklığın arasında oldukça iyi idare ediyorsunuz gibi görünüyor.”

 

“Emin olun ki bu iltifatlara layık değilim bayım… Her neyse, eğer karnınız açsa size bir şeyler ikram edebilirim. Ayrıca kalacak bir yer arıyorsanız da sizin için…”

 

“Yok yok, sağ olun. Altı üstü geçerken bir uğrayalım demiştik de.”

 

“Anladım. Yine de bir ihtiyacınız olursa söylemekten çekinmeyin!”

 

Biz konuşurken İstaf da etrafı inceliyordu. Merak ve tiksintinin karışık olduğu bir ifade vardı yüzünde. O, İsa Mesih’in cam parçalarından yapılmış motiflerinden birine bakarken ona sordum:

 

“Onu tanıyor musun?”

 

“Pek değil, ama yine tipine aşinayım.” diye yanıtladı.

 

“Pek tabii kardeşim! Efendimizin yüzü insanların kalbini nurla doldurmaktadır! Kim olur da onun nur yüzünğ tanımaz ki?”

 

İstaf güldü, “Savaşın başladığı gün uydu ağımıza girmişlerdi. Sekiz saat boyunca bu herifin korkunç bir fotoğrafını vermişlerdi.”

 

Bir anlığına da olsa iyi bir şey söyleyeceğini düşünmüştüm… Gerçi anlattığı olayı da düşününce…

 

Ernol bağırdı, “Herif mi? Sen Mesihin kim olduğunu bilmez misin be adam?”

 

“Kimmiş?”

 

“Efendimiz! Kurtarıcımız! Mesihimiz ve müjdeleyicimiz! Tanrının oğlu ve…”

 

“Tanrının oğlu mu?” diyerek sözünü kesti İstaf, “Hiç tanrının oğlu olur mu? Bu ne saçma bir şey?”

 

“Sen ne anlarsın ki? Tanrının gözlerini kapadığı kişilerin hakikati ve nuru görmesi nasıl beklenir.”

 

“Başlatma hakikatine! Anlaşılan işgalci piçler buraya sadece askerlerini değil, sizleri zehirlemek için dinlerini de getirmişler!”

 

“Efendimizin yolu ırk değil, inanç ve itikad yoludur! Sanıyor musun ki onlar Mesihin yolundadır!”

 

İç çektim, nereye gidersem gideyim değişmeyen tek şey buydu sanırım. 

 

Bu tip muhabbetlere katılmamayı tercih etmişimdir hep, çünkü sonu hiçbir zaman iyi bir yere gitmiyordu…

 

Onlar tartışırken (ikisinden birinin sinir krizi geçirip saldırmayacağını umarak) ben de etrafa bakınmaya devam ettim. Ve mumların yanına gittiğimde ise… Bir şey gördüm.

 

Mavi-sarı renkli bir taştı bu, ve görüntüsü, çok çekiciydi… Bu garipti çünkü, taş, pürüzsüz görüntüsüne rağmen çevresindeki ışığı biraz bile yansıtmıyordu. Hatta, sönümlüyordu sanki.

 

İçimde doğan inanılmaz bir arzuyla taşın olduğu yere yürüdüm. Mumların yaydığı kokuya aldırış etmeden taşa yaklaşıp incelemeye başladım. Pek de sıradışı bir görüntüsü yoktu, ama ona rağmen çok ilgi çekiciydi. Acaba elde nasıl hissettiriyordu?

 

Tereddütler içerisinde yavaşça taşa doğru uzandım. Saatlermişim gibi geçen bir süreden sonra taşa dokunabildim.

 

Ve… Dokundum…

 

Elimi ona temas ettirmemle adeta elektrik çarpmışa döndüm. Bu his o kadar rahatsız ediciydi ki, adeta her bir titreşimi beynimde hissetmiştim… 

 

Önce İstaf’la Ernol’un sesleri, sonsuz bir boşlukta kayboluyormuşçasına, kesildi. Ardındansa mumların ağır kokusu… Tüm hislerim teker teker kaybolurken aklımdan hiçbir şey geçmiyordu, her şey öylece olup bitmişti…

 

En sonunda ise gördüklerimin yavaş yavaş bulanıp bozulması ile kendimi karanlıkta buldum. 

 

Sonrası ise tamamıyla hiçlik…

 

 

 

 

“Demem o ki, bunu bir gözden geçirmelisiniz bence.”

 

Soğuk… Duyularım işlevini tekrar kazanmaya başladıktan sonra tenimde hissettiğim ilk şey bu olmuştu. Üzerimde kat kat kıyafet olmasına rağmen fazlasıyla rahatsız hissettirmişti.

 

“Geçirdim ve eminim. Ulusumuzun yüksek idealleri için alınabilecek en makul kararları aldım ve almaya da devam ediyorum.”

 

İki kişinin konuşmalarını duyuyordum. İlk konuşan adamın sakin ve ince tonlu bir sesi vardı. İkinci konuşan adamın ise… Müzik gibiydi. Ne bir titreşim, ne de en ufak bir bozukluk vardı. Aşırı akıcı ve toktu sesi. Adeta kusursuzdu. Ama nedense, bir şeyler eksik ve yanlış gibiydi.

 

“Haşa, hünkarım, ne haddime. Sadece fikrimi belirtmek istemiştim.” diye konuştu sakin olan.

 

“Elbette, işin bu sonuçta.” diye yanıtladı diğeri.

 

Gözümü kapatan karanlığın yavaşça dağılmasıyla bulunduğumuz yeri az da olsa görebilmeye başlamıştım. Burası bir salondu, çok büyük bir salon. Beyaz renkli ve üzerinde sarı renkli işlemeler olan duvarlarları vardı, ve aynı şekilde beyaz ve sarı renkli sütunları, mermerleri ve dekorları… Buradaki her şey beyaz ve sarı renkteydi.

 

Görme duyumun tam anlamıyla 

 

yerine geldiğine kanaat getirdikten sonra yavaşça ayağa kalktım. Salonun ortasında olmama rağmen benim varlığıma karşı herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Görünüşe bakılırsa beni görmüyorlardı, tıpkı bir hayalet gibiydim.

 

Yanlarına yaklaşıp onları incelemeye başladım; bir tanesi, muhtemelen kendisi ince ve sakin sesli olandı, sol tarafta ayakta duruyordu. Üzerinde, odanın genel durumuna zıtlık gösterircesine siyah renkli bir kıyafet vardı. Kafasında ise çevresi tüylü, üst tarafı çıkık bir şapka vardı. Buna benzer bir şeyi daha önce de görmüştüm, “börk” gibi bir şeydi herhalde adı. Mavimsi saçları, börkünün altından tutam tutam da olsa görünüyordu.

 

Diğer adam ise adeta bir tepeyi andıran bir tahta oturmuştu. O an oturduğundan dolayı çok belli olmasa da aşırı uzun boyluydu, öyle ki siyahlı adam bile (ki benden uzun gibi görünüyordu) yanında kısa kalıyordu. Adeta bir heykeli andırıyordu adam, sadece uzun boylu veya heybetli olmasından değil, gerçek manada bir heykel gibiydi. Sanki tüm vücut yapısı usta bir heykel tıraşın elinden çıkmışcasına insan (?) estetik zevklerine hitap eder şekildeydi. Onu bir süre daha inceleyince bir şey daha farkettim; mermer gibi bembeyaz teninin üzerinde sarı renkli işlemeler vardı…

 

“Konuşmak istediğim başka bir havadis daha vardır, hünkarım.” dedi siyahlı adam.

 

“Söyle.” dedi hükümdar olduğu anlaşılan adam.

 

“Sol Krallığının, göçe yatırdığı kaynaklarının yarısını kuzey vilayetlerine gönderdiğini öğrendik.”

 

“Sebep?”

 

“Kıtlık, hünkarım. Kıtlıktan dolayı geçici olarak kaynaklarını çekmeleri gerektiklerini söylediler.”

 

Hükümdar güldü (daha doğrusu o tarz bir ses çıkardı, yüzünde ağzının hafifçe açılması harici bir hareket olmamıştı), “Başka ne beklerdin ki onlardan? İnsanlığın kaderi konusunda sorumluluk alabileceklerini mi düşündün?” dedi, yine ağzının açılıp kapanması dışında yüzünde herhangi bir hareketlilik olmamıştı.

 

“Bir kulunuz olarak, fikir belirtebileceğimi düşünmüyorum.”

 

“Elbette… Halkımızın, yurdumuzun, insanlığın; her şeyin… Her şeyin kaderi bizim elimizde, benim elimde!” 

 

Gözleri kocaman açıldı, göz bebekleri yoktu, kocaman bir karaltıdan ibaretlerdi sadece. Ardından bir elini kaldırdı, diğer elini de o elinin üzerindeki sarılıkların üzerinde gezdirirken konuştu:

 

“Benden başka da kimse olamazdı zaten. Şu kusursuzluğa, şu güzelliğe bak! Bu yolda karşıma çıkan her fedakarlığa cesaretle göğüs gerdim! Her bir acıya, her bir cefaya… Yürüyememek mi? Ha! Bu güzelliğe fazlasıyla değer! Vücudumdaki bu altınlar… Biliyor musun, Odgurmış? Vücudumu süsleyecek tüm altın parçalarını bizzat ben seçtim!”

 

“Elbette hünkarım.” 

 

Adamın anlattıklarına bakılırsa sonradan bu hale gelmişti. Güzellik ve estetik olarak mükemmel bir forma geldiğine inanıyordu. Gerçi daha çok grotesk bir yaratığa, başarısız bir esere benziyordu ama…

 

Bunun dışında, adam altından bahsetmişti. Sanırım buradaki tüm sarılıklar altındı. Koca odayı (ve hatta kendi vücudunu) altınlar ile donatabilmek için mükemmeö bir servete sahip olman gerekirdi, sanırım bu adamda da bunlardan fazlasıyla vardı.

 

Hükümdar, bir süre daha “güzellik ve kusursuzluk” hakkında konuştu. Bu süreçte adının “Odgurmış” olduğunu öğrendiğim adam, hiçbir şey demeden olduğu yerde durmuştu. Epey bir süre sonra Hükümdar konuştu:

 

“Başka bir şey var mıdır?”

 

“Yoktur, hünkarım.” dedi Odgurmış.

 

“Çekilebilirsin.”

 

Odgurmış, saygıyla eğildi ve onu selamladı. Ardından börkünü düzeltip salondan çıktı. Kendisinin çıkması ile etraf bir anda bozulmaya başladı. Beyaz salonbir anda karanlığa gömüldü, tüm yapılar adeta kendi içerisine doğru çökerek boşluğa karıştı.

 

Bunların hiçbirine tepki veremedim. Tüm bu çöküşün ortasında öylece dururken gözlerimi yine bir buğu kapladı. En sonunda ise hissettiğim şey yine o hiçlikti…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O bendim…

 

 

 

 

Gözlerimi aniden açmamla kendimi kilisede buldum. İstaf’la Ernol arkada tartışıyor, mumların ağır kokusu burnumu sızlatıyordu, ve elbette…

 

Taş!

 

Korkuyla kendimi geriye attım, ardından sandalyelerden birine takılıp sırt üstü yere düştüm. Ama o an sırtmın acısı umurumda değildi.

 

Ne olmuştu?

 

Ne görmüştüm ben?

 

Tek hatırladığım taşa dokunduğumdu ve… Orada gördüklerim… 

 

Rüya mıydı bu? Orada gördüklerim gerçek olamazdı herhalde, değil mi? Ama çok gerçekçi hissettirmişti, ve üstüne üstlük her şey taşa dokunmamla eş zamanlı gerçekleşmişti.

 

Ayakta mı uyumuştum yoksa? Ama o taşa dokunduktan sonra yaşananlar, çarpan elektrik, yavaşça hissizleşmem ve gözümün kapanması, hepsini hatırlıyordum…

 

Mumun kokusu mu çarpmıştı yoksa?

 

“Falkenmayer!”

 

Beni bu düşüncelerden uyandıran şey bir anda dürtüklenmeye başlamam oldu. Yavaşça sağıma döndüğümde bunu yapanın İstaf olduğunu gördüm.

 

“İyi misin?” diye sordu ona döndüğümü görünce.

 

“E-evet.” dedim ve hızlıca ayağa kalkıp masaya baktım. “Taş” orada yoktu, tek gördüğüm şey masanın üstünden aşağı damlayan bir sıvıydı.

 

“İ-iyi misiniz bayım?” diye sordu Ernol, “Burada kalın bayım! Hemen ilk yardım çantasını…”

 

“G-gerek yok.” dedim, “Şey, biz gitsek iyi olur sanırım.”

 

“Anlıyorum. Şey, Tanrı yardımcınız olsun!”

 

Hızlıca onu selamlayıp kiliseden çıktım. Hızlı adımlarla uzaklaşırken İstaf bağırdı:

 

“Nereye gidiyorsun be?”

 

Onu duymazdan geldim. Kafam şu an o kadar meşguldü ki, düşünmek dışında başka bir işke uğraşsam patlayacak gibiydi adeta.

 

Gerçi, şu an yürüyordum. Patlaması an meselesiydi.

 

Bir anda omzumda hissettiğim bir elle durmak zorunda kaldım:

 

“Kafan mı güzel? Ne halt ediyorsun yine?” diye sordu İstaf.

 

“İ-iyiyim, bir sıkıntı yok.” diye geçiştirdim onu.

 

“Bir anda olduğun yerde sıçradın, ardındanda koskoca sandaleye takılıp yere kapaklandın, hiçbir sebep yokken hem de. Sen buna iyi olmak mı diyorsun?”

 

“Sanki çok umursuyorsun da…” aklıma onu terslemekten başka diyecek bir şey gelmemişti.

 

“Sana iyilik yapan da kabahat… Nereye gidiyorsun be?!” 

 

Cümlesini bitirmesine fırsat vermeden yürümeye devam etmiştim, “Odamıza gidiyorum, uyuyacağım.” 

 

“İlk sen uyuyacaksın yani?” 

 

“Evet.”

 

Şu an tek istediğim uyumaktı, tüm bu yaşanan saçmalıkları bir kenara bırakıp uyumak.

 

Epey bir süre yürüdükten sonra (biraz fazla uzaklaşmıştık) hana vardık. Resepsiyondaki kızın selamına özensiz bir karşılık verip İstaf’ı beklemeden odaya girdim. Anahtar bende olduğu için onu istemeden dışarıda bıraktığımı anlamam ve onu içeri almak için kapıyı açmaya gitmem sekiz dakika sürdü.

 

Hünkar, Odgurmış, Sol Krallığı, altın kaplamalar; kafamın içinde yankılanan ve kafamı içten patlatacakmış gibi hissettiren “o bendim” cümlesi…

 

Belki de tek sebebi kafayı bulmuş olmamdır, değil mi?

 

 

No results available

Reset

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu