Hiper Tales Logosu
novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Efe Kutluay

Bölüm 14: Asla Ulaşılamayacaklar İçin Duyulan Hayal Kırıklığı

  • Efe Kutluay
  • 17 Mart 2024 18:08:35
  • 0 yorum
  • 17

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

Bana saatlermiş gibi gelen bir süre sonra Bayan Theslaff’ın ofisine vardık. Belki o güne kadar birkaç kez ancak yolum düşmüştü buraya. Bayan Theslaff gibi kriptik bir kişiliğin dersler haricinde vaktinin çoğunluğunu geçirdiği bu yere girmek bir canavarın veya bir şeytanın inine girmek gibi bir şeydi.

Oldukça boş bir yapısı vardı; bir masa, iki tane koltuk, birkaç tane ufak biblo, bir cam (odayı mide bulandırıcı seviyede kasvetli olmaktan kurtaran tek şey bu camdan gelen bir gram ışıktı) ve önündeki ufak bir saksı ağacıydı.

Masasının önündeki koltuklardan birini işaret etti, diretmeden tedirgin bir şekilde koltuğa oturdum.

”İçecek bir şey ister misin?” diye sordu.

”Hayır, sağ olun.” diye yanıtladım gergin bir şekilde.

”Sen bilirsin.”

Birkaç dakika sonra kendisine biraz çay koyup masasına geçti. Bir süre hiçbir şey demeden sadece fincanının içine baktı. Bu rahatsız edici sessizliği bozmam gerektiğini düşünerek ağzımı açmaya yeltendim:

”B-bayan Theslaff, ben…”

”Hadi biraz geçmişten bahsedelim.” diyerek kesti sözümü, sesi oldukça sakindi. ”Üç yıl öncesinden.”

O an adeta kalbim duracak gibi oldu. Buraya gelirken cezalandırılacağıma veya azarlanacağıma o kadar emindim ki. Ama şimdi ise adeta ödüllendirilmiş gibiydim. Buraya geldiğim günden beri en merak ettiğim şeylerden birini, kendisinin Alta Savaşında yaşadıklarını anlatacaktı…

”Bir sorun mu var?” diye sordu.

”H-hayır efendim! Lütfen devam edin.” hemen kendimi toparladım, bu kadar mükemmel bir fırsat ayağımın ucuna gelmişken onu berbat etme lüksüm yoktu.

Çayından bir yudum alıp konuşmaya başladı, ”Üç yıl önce yaşananlar hakkında illa ki birçok şey duymuşsundur. Askerlerimizin kahramanca mücadelesini, korkak ve hain Terralıların nasıl da önüne gelen her şeyi yakıp yıkarak ‘şanlı ordularımızdan’ kaçtıklarını falan. Tamamına yakınının propagandalardan ibaret olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Ne bizim ordularımız korkusuzca savaştı, ne de Terralılar canavarlar gibi önlerine geleni yakıp yıktılar. Alta’ya ilk geldiğim de sıradan bir subaydım sadece, ama yine de o an yaşananları gayet net bir şekilde gözlemleyebilmiştim. Teslim olursak ölmeyeceklerini düşünen sözüm ona ‘yüksek rütbeliler’, devletin parasını sefalet içindeki halk için değil de kendi çocuklarını savaştan kaçırmak için harcayan politikacılar, söz de yardım için gelen ama sanki şehri fethetmişçesine kibirlerinden ödün vermeyen İmparatorluk askerleri ve subayları. Anlayacağın durum epey vahimdi. Bense böyle bir durumda genel olarak masabaşı işlerle uğraşan bir teğmendim. Her ne kadar direkt çatışmalara katılabilmek için komutanlarıma defalarca kez talepte bulunmuş olsam da her defasında reddedilmiştim. Onlara göre yedeğin bile yedeği olan bir çaylaktım ben, savaşacak kimse kalmadığında cepheye sürülecek biri. Ama yine de bunlar genç bir subayın görev için duyduğu şevki bastırabilecek şeyler değildi. Günler boyunca cephe gerisinde yapılabilecek her türlü işle sanki ‘vatanı kurtarıyormuş gibi’ müthiş bir özveriyle ilgilendim. Ta ki cephedeki beşinci geceme kadar…”

Son cümleyi söyledikten sonra iç çekti ve kafasını ellerinin arasına aldı, ”Fazla zor…” diye mırıldandı kendi kendine. Ardından derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti:

”O gece, bir anda içimden gelmesiyle, dışarı çıkıp çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim şehrin sokaklarında dolaşmaya başladım. Normalde tıklım tıklım sokakları ve renkli görüntüsüyle bilinen şehrin sokaklarının bomboş ve adeta herkes yok olup gitmişçesine sessiz olduğunu görmek tek kelimeyle ıztırap vericiydi. O şekilde epey bir süre yürüdükten sonra şehrin dışındaki ormanlık bir alana gelmiştim. Ormanın içlerinde bir süre yürüdükten sonra ise bir ağacın altına oturmuş, kitap okuyan bir silüet görmüştüm. Ona birazcık daha yaklaştıktan sonra fark ettim ki, bu bir Terralıydı! Panikle silahıma davrandım, o sırada istemsizce ‘teslim ol’ diye bağırdığım için kendisi de benim varlığımdan haberdar olmuştu.”

”Saldırdı mı size?” diye sordum.

Başını olumsuz anlamda salladı ”Hayır, hiçbir şey yapmadı. Sadece panikle ayağa kalktı. Ben saldırmasını beklerken o sadece elindeki kitabı ve belindeki tabancasını yere bırakıp ellerini havaya kaldırdı.”

Bunları söyledikten sonra yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi, ama kısa süre sonra tekrardan ciddileşti. ”Aptal herif…” gibisinden bir şeyler mırıldandı kendi kendine. Benim kendisine baktığımı görünce ise kendini toparlayıp devam etti:

”Nerede kalmıştık? Ha, o an olaylar o kadar ani bir şekilde yaşanmıştı ki herhangi bir tepki verememiştim. Ben yaşananları zihnimde mantıklı bir zemine oturtmaya çalışırken o ise hızlıca pargasından beyaz renkli ve küreye benzer bir cisim çıkardı ve ona birkaç anlamsız kelime söyledi. Birkaç saniye sonra elindeki cisim dediklerini Segince olarak tekrarladı. O an şaşkınlıkla bir adım geriye çekildim, iletişim kurmaya çalışmıştı… Bana zarar verme niyeti olmadığını söylüyordu.”

Çok tanıdık gelmişti bu…

”’N-nesin sen?’ diye sordum şaşkınlıkla. İşte o anda daha da şaşırtıcı ve ürkütücü bir şey olmuştu; bu sefer makine benim sesimi taklit ederek anlamadığım dilde bir şeyler söylemişti, görünüşe bakılırsa bir çeviri aletiydi bu. Tek dediği ‘Düşmanın değilim, bunu bilmen yeterli.’ olmuştu. ‘K-kimsin sen?’ diye başka bir soru sordum. Bir süre hiçbir şey demeden durdu, ardından eli kaskına gitti. Ne yapacağını anladığımda hemen bakışlarımı kaçırdım, normalde düşmanına karşı yapabileceğin en kötü hamlelerden biri budur, ama yine de o şeyin altında her ne çeşit bir yaratık varsa onu görmek istemiyordum. Hiçbir şey olmadı, en sonunda cesaretimi toplayıp baktığımda ise…” bir süre durdu, yüzünde düşünceli bir ifade vardı, her zamankinin aksine ruhsuz değil, hüzünlü bir ifadeydi bu. Elleriyle alnını okşarken konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

”Karşımda herhangi bir canavar veya hilkat garibesi yoktu. Kumral saçlı, mavi gözlü, hoş ve tatlı bir yüze sahip ufak tefek bir adam vardı karşımda. Bu bir Terralı ile ilk karşılaşmamdı. O an karşımda duran ve ‘tam anlamıyla insan’ gibi görünen kişiyi görmemle yapabildiğim tek şey silahımı indirip az önceki sorduğum soruyu yinelemek olmuştu. Bu sorum üzerine tebessüm etti, sanırım işi şiddetle çözmek zorunda kalmayacağımız için mutlu olmuştu, ardından kendini tanıttı; ‘Yuri Templar.”’

Milattan Sonra: 2565

Olduğum yerde kalakalmıştım. Onca… Hayır, yüzlerce denemenin sonrasında başarmıştım. Sonunda bağlantı kurmayı başarabilmiştim! Ben sonunda başarmanın verdiği hazla olduğum yerde dona kalmışken öbür taraftaki Konrad bir daha bağırdı:

”Konstantin! Oradaysan bir şeyler desene aptal herif!”

Hemen kendimi toparladım, gözümün önünde belirmiş küçük ”Yeni Yılınız Mutlu ve Huzurlu Geçsin!” yazısını bir kenara fırlatıp konuştum, ”Ben Konstantin, seni duyabiliyorum.”

Konrad, sağlam bir küfür salladıktan sonra konuştu, ”Şükürler olsun! Aylardır siktiğimin Federasyonunun her kaynağını deniyordum!”

Güldüm, ”Ben de seni özlemiştim.”

”Dalga geçilecek zaman mı pezevenk?” ardından derin bir nefes aldı, ”İyi misin? Sana bir şey yapmadılar değil mi?”

”Yok yok, hatta oldukça misafirperverlerdi bile diyebilirim.”

”Harika, o zaman valizini toparlamaya başla.”

”Anlamadım?”

”Neyini anlamadın? Bulunduğun yerin neresi olduğunu öğrendik, seni kurtarmaya geleceğiz.”

Son dediği şeyle adeta buz kestim. Kurtarılacağım için sevinmem gerekiyordu halbuki, değil mi? Buraya, beni ara sıra ziyarete gelen başta Aliya olmak üzere herkese (hatta Theslaff, denen manyak kadın da dahil) biraz fazla alışmıştım sanırım. Ama bundan da öte daha farklı ve daha korkunç bir şey vardı, o da beni buradan nasıl çıkaracaklarıydı…

”Bu hat Federasyon’a mı bağlı?” diye sordum panikle.

”Şu an Almanca konuştuğumuza göre?” alayla karşılık vermişti, heyecan ve stresten neyce konuştuğumu bile unutmuştum.

”Beni kurtarmaya gelmeyin!”

”Ne?” diyebildiği tek şey bu olmuştu.

Federasyon’un beni bir esir takasıyla veya gizli bir operasyonla kurtarmayacağı aşikardı. Bir askeri operasyonsa tek bir anlama geliyordu:

Katliam.

Theslaff, Ain, İko, İstaf, Zak, Mahleyn, Leevy, yanındaki nukane kız, kağıttan gemi yaptığım küçük çocuklar ve tabii ki de Aliya… Bu hepsinin ölümü demek olurdu. Sırf ben kurtarılacağım diye ölmesi gereken öğrencileri düşündüm, daha asker bile olmayan ve bu savaşa istemeden sürüklenmiş herkes…

”Duydun beni, beni kurtarmaya gelmeyeceksiniz…” cümlemi tamamlayamadan karşı taraftan birkaç kırılma ve düşme sesi duydum, ardındansa Konrad’ın öfkeden parlayarak ettiği küfürler. Bu küfürler o kadar rastgeleydi ki bazılarında kendisine de küfrediyordu.

”Dalga mı geçiyorsun ulan benle?!”

”Burası bir askeri akademi, buraya düzenlenecek bir operasyon bir sürü insanın ölümüne sebep olacak! Çoğunluğu asker bile değil buradakilerin!”

”Embesil misin sen? Savaştayız Konstantin!”

Doğru, savaştaydık. Burada ölmesini istemediğim herkes teknik olarak düşmanımdı benim. Savaş alanında karşılaşırsam öldürmem gerekecek kişiliksiz düşmanlar… Böyle olması gerekiyor, bu savaşın doğasıdır sonuçta değil mi? Düşündüm, Aliya’yla savaş alanında karşılaşmış olsaydım (şimdiki koşullarda) tetiği çekebilir miydim? Veya diğerleri… Onlarda belki tereddüt ederdim ama yapardım. Ama Aliya… Asla!

”Beni duydun, kurtarmaya falan gelmeyeceksiniz!”

”Paşa hazretlerine bak sen? Lütfetmişiz de kabul etmiyor sanki!”

Bu muhabbet gittikçe daha da rahatsız edici hale gelmeye başlamıştı, en sonunda aklıma ilk gelen şeyi söyledim, ”Siz gelmeyeceksiniz, ben kendim çıkacağım buradan.”

Bir süre sessizlik oldu, ”Kendin mi çıkacaksın? Nasıl başaracağını sorabilir miyim ‘Paşa Bey’?”

Buna verecek net bir cevabım yoktu, aslında bir yöntem vardı gerçi ama… Hayır hayır! Onu kullanamazdım… Ama görünüşe bakılırsa tek yol buydu…

”Ben bir yolunu bulacağım.”

Bir süre sessizlik oldu, ardından birkaç çakmak çakılma sesi çıktı. Konrad’a sigara yaktırdığıma göre zafer benimdi, ”Pekala, ama dört günün var. Dört gün içinde çıktın çıktın, yoksa operasyonu başlatacağım.”

”Anlaşıldı, sağ ol.”

”Kendini öldürmemeye bak, Konrad kaçar.” odak bağlantısı kesildi, loş odanın sessizliği tekrardan ortama çökerken bense yapacağım şeyin zorluğu altında eziliyordum.

Hayır, zor olan kaçmak değildi. Zor olan Aliya’yı bu işe alet etmek olacaktı. İçimden kendime söverken küfürler ederken kendimi yere bıraktım, yatağa yaslanıp kara kara düşünmeye başladım.

Özür dilerim Aliya…

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

”Ben de ona ismimi bahşettikten sonra aramızda pek bir muhabbet geçmeden ayrıldık ikimizde. Bana ‘İsmin Hoşmuş.’ demişti…” ardından yerinden kalkıp tekrardan kendisine çay koydu, ”İstemediğine emin misin?”

”Yok, sağ olun.”

Demek Bayan Theslaff bir Terralı ile tanışmıştı. Bu aslında Terralılar hakkında nasıl bu kadar bilgili olduğunu açıklardı. Tabii hala üstü açık çok konu vardı…

”Bence içmelisin, bu gece bendesin.” benim istemememe rağmen ikinci bir fincana da çay koyup geldi.

”Ertesi gün aklımda tek geçen düşünce onla yaşadığım ilginç karşılaşmaydı. Belki birkaç dakika anca sürmüştü her şey ama yine de her bir saniyesini tekrar tekrar düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Efsanelerdeki veya dinlerdeki yasaklı bilgilere ulaşmış gibi hissediyordum, asla öğrenmemem gereken bir şeyi öğrenmek ve daha da fazlasına bağımlı olmak. Sizin Konstantin’le yaşadığınız durumun benzeriydi anlayacağın.”

Son dediğine itiraz etmek istesem de bir şey diyemedim. Benim Konstantin’le olan durumum bir meraktan fazlasıydı kesinlikle… Yani öyle olmalıydı, en azından hissetmek istediğim buydu…

”O gün akşama kadar çalıştım, belki bir şeylerle uğraşırsam onu kafamdan atarım diye düşünüyordum. Sonuçta boş duranın aklına şeytan girermiş değil mi? Değilmiş, bir türlü onu kafamdan atamadım. Eninde sonunda tekrardan nefsime teslim oldum ve geceyi beklemeye başladım. Gece olunca tekrardan ormana gittim, içimden hem kendime küfürler ediyor, hem de orada olması için dualar ediyordum. En sonunda buluştuğumuz yere tekrar geldiğimde onu görmüştüm, görünüşe bakılırsa o da beni bekliyormuş. ‘Hoi!’ dedi bana dönerek, sonradan söylediğine göre bu kendi dilinde ‘selam’ demekmiş, ardından ben de karşılık olarak çekinceli bir şekilde selam verdim. Ardından bana bir şey uzattı, görünüş olarak bir tür kulaklığa benzediğini hatırlıyorum. Söylediğine göre küre benzeri aletten rahatsız olduğumu düşündüğü için bunu getirmişti. Çekinerek aleti yavaşça aldım, ne yapıp etmem gerektiğini sorarcasına ona baktım, o da sadece kulağını işaret etti. Normalde bir düşmanın sana bir şey yapmanı söylerse yapacağın şey kesinlikle bunun tam tersi olmalıdır. Ama ben yine de merakıma yenik düşüp tereddütler içinde aleti kulağıma yerleştirdim. Ardından kendisi de öbür ucunu kulağına yerleştirip, ‘Beni anlayabiliyorsun, değil mi?’ diye sordu. O anda korkuyla kendimi geriye attım, kelimesi kelimesine dediğini anlamıştım. O benim ani tepkimden dolayı gülmeye başlamışken bense ilk kez Terralıların ellerinde bulundurdukları teknolojiye tam anlamıyla hayran olmuştum.”

Farklı dilleri anında çevirebilen bir alet… Terralı insanların dil olarak aşırı karışık bir kültüre sahip olduğunu (her ne kadar ”İngilizce” denen dili ortak dil olarak kullansalar da) ve bu mükemmel büyüklükte yapılanmada milyonlarca Konstantin’e sahip olmadıklarını düşünürsek, bu çok mantıklı ve iyi düşünülmüş bir şeydi.

”Bu kısa süreli şoktan sonra konuşmaya başladık. Yuri oldukça sıcakkanlı biriydi. Düşmanım olması gereken birinin bu kadar kibar biri olması oldukça garibime gitmişti.”

Sıcakkanlı demek?

”Ben onunla konuşmak konusunda her ne kadar tereddütte olsam da o benle konuşmak konusunda oldukça istekliydi. Bana kendisinden bahsetti, söylediğine göre bir gaz devinin uydusu olan ‘Titan’ adlı bir yerden geliyormuş. Ayrıca benim meslektaşım sayılırmış, Terralıların ‘Boynuzlu’ pilotlarından biriymiş.”

Boynuzlu, Terralıların Jatlanları (veya kendi adlandırmaları ile yürüyen savaş makineleri) için kullandığımız bir tür argoydu. Bunun sebebi kafa taraflarında boynuza benzeyen iki şey bulundurmalarıydı.

”O gün genellikle o konuştu, ben dinledim. Söylediğim tek şeyler rütbem ve ilk etapta buraya ne için uğradığımdı. Buraya sırf canım sıkıldığı için geldiğim söylediğimde gülmüş, ‘Sanırım düşündüğümden çok ortak özelliğimiz var.’ demişti. Bir süre daha konuştuktan sonra ayağa kalktı ve gitmesi gerektiğini söyledi ve yarın da burada buluşmak istediğini ekledi, bense sadece onaylamak la yetindim. Aleti yavaşça aldı ve bana dönüp elini alnına koydu, söylediğine göre bu Terralıların askeri selamıymış. Gitmeden önce ben de aynı hareketi beceriksiz bir şekilde tekrarladım, sonra da yollarımızı ayırdık. O an farkında değildim ama Yuri, hayatımı ve ona olan bakış açımı tamamıyla değiştirecekti.” sonda yine sesi titremişti.

Şu ana kadar dinlediklerim kadarıyla yapabileceğim birkaç çıkarım vardı: Birincisi Bayan Theslaff’ın eskiden de şimdiki gibi işine düşkün ve pek sosyal olmayan biri olduğuydu. İkincisi de şimdikinin aksine oldukça utangaç biri olduğuydu. Görünüşe bakılırsa eski Bayan Theslaff, şimdikinin aksine soğuk ve dobra bir kişilik değildi, hatta bazı noktalarda onun tam bile tersiydi.

Bir diğer fark ettiğim şeyse bu Bayan Theslaff’ın duygusala bağladığı tüm olayların bu ”Yuri” denen adamla alakalı olmasıydı. Sadece adamın adını andığında bile kadının sesi titriyordu.

”Ertesi gün de ondan pek farklı değildi, sonraki de ve pek tabii bir sonraki de… Bir askerin en yapmaması gereken şeyi yapıyordum; görevini ikinci plana atmak. Tüm günlerim Yuri’yle konuşmak üzerine kurulmuştu adeta. Geceye kadar çalışıyor, sonra da kimseye görünmeden ormana gidiyor ve Yuri’yle buluşuyordum. Komedi gibi değil mi? Savaşın ortasında bir ağacın altında buluşup konuşan ve normalde birbiriyle düşman olması gereken iki kişinin küçük bir çeviri aleti sonucu arkadaş olması… Dile kolay bir buçuk ay boyunca aklına gelebilecek birçok konu hakkında konuştuk. Savaştan önceki yaşantılarımız, hobilerimiz, kültürlerimiz… Hatta bazenleri bana kitap okurdu. Terralıların akılsız canavarlar olmadığını ilk Yuri sayesinde anlamıştım. İlginç bir şekilde hiç yakalanmamıştık da, tek bir sefer hariç…”

”Nasıl bir olay?” diye sordum.

”Yine bir gece ağacın altına oturmuş, onun getirdiği kitaplardan birine bakıyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam adı ‘Yıldız Gemisi Askerleri’ gibisinden bir şeydi. Böcek benzeri bir ırkla Terralıların savaşını anlatıyordu. Kendisi bana bu yüz yıllar öncesinde yazılmış kitabı büyük bir heyecanla anlatırken bir anda yanı başımızda bir figür belirdi. Bir Terralıya ait bu figürü farketmemizle ikimiz de korkuyla ayağa fırladık. O anda ilk aklıma gelen şey kaçıp gitmek olsa da hem muhtemelen bunu beceremeyeceğimden, hem de Yuri’yi yalnız bırakmak istemediğimden onunla orada kaldım. Bu korkutucu sessizlik bir süre devam etti, en sonunda Yuri ileriye çıkıp kendisinin yanında adeta kule gibi duran ve muhtemelen üstlerinden biri olan adamla konuşmaya başladı. Bir süre o anlamadığım Terralı dillerinden biriyle konuştuktan sonra karşımızdaki adam ikimizi de şaşırtacak bir şey yaptı, sadece arkasını dönüp gitti oradan. Bu olay dışında yakalanmaya yaklaştığımız bir olay bile olmadı.”

Ardından bir süre daha sessiz kaldı, ”Şimdi asıl olaylara geçme zamanı.” dedi ve çayından bir yudum aldıktan sonra devam etti:

”Hayat hakkında kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da her şeye gebe olmasıdır. En olmaz dediklerin, hatta hiç aklından bile geçirmediğin olaylar bir anda olu verir ve sen de kabul edersin. Yuri de sanırım benim için böyle biriydi. Hayatımda yaşayabileceğim en şaşırtıcı şeyin bir Terralıyla arkadaş olabilmek olduğunu düşünürdüm. Yanılmışım… Özellikle o günden sonra, Yuri’yle her konuşmam, her görüşmem bir öncekinden daha farklı hissettiriyordu. Onun kendisi ve Terralılar hakkında anlattığı ve normalde benim için anlamsız gelmesi gereken şeyler zihnimi en çok kaplayan şeyler oluveriyordu. O ise bambaşka bir hikayeydi, bana o kadar kibar, o kadar dost canlısı davranıyordu ki… Benim gibi asosyal ve muhabbeti oldukça sıkıcı birinin bile anlattıklarını dinliyor ve samimi olduğunu hissettiriyordu. Onun yanındayken kendimi hiç olmadığım kadar değerli hissediyordum. Bu hisler ne olduğunu bilmediğim şeylerdi. Ne olduğunu adlandıramadığım ve bu konuda da oldukça çekimser olduğum hisler… Tüm bu hislerin çözümlenmesi ise oldukça unutulmaz bir şekilde olmuştu. Bir keresinde yine ağacın altına oturmuş konuşuyorduk, daha doğrusu ben konuşuyordum, Yuri ise alışıla gelmedik bir şekilde sessizdi. Ona bir sorun olup olmadığını sorunca ise sadece ‘bir şey söylemesi gerektiğini’ söylemişti. Bir süre daha o şekilde sessiz kaldıktan sonra iç çekip maskesini çıkardı ve ”Biliyor musun? İş konuşmaya gelince berbatım.” dedi. Ben tam ne demeye çalıştığını soracakken de… Beni öptü.”

”N-ne!” o an duyduğum şeyin etkisiyle az kala yerimden fırlayacaktım.

”İlginç değil mi? Terralılar da bizim gibi sevgilerini öpücükle gösteriyorlar.” bunu derken yüzünde bir gülümseme oluşmuştu, normaldekinin aksine dalga geçercesine bir gülümseme değildi, gerçek bir gülümsemeydi bu.

”A-ama bu saçma!” ancak bunu diyebilmiştim. Ben sadece sıradan bir dostluk hikayesi beklerken hikayenin geldiği nokta… Ne desem yetersiz kalıyordu bu durum…

”Nesi saçma?” diye sordu, yüzündeki gülümseme benim tepkim sonucu bir anda solmuştu.

”Bir Terralıyla… Yani şey…”

”Bu soruyu senin soruyor olman çok garip.”

Neyi kastettiğini anlamamla inkar etmem bir oldu, ”B-benim Konstantin’le aramda öyle bir şey yok!”

Ama biraz üzerine düşününce, Bayan Theslaff’ın Yuri’yle yaşadıkları benim Konstantin’le yaşadıklarıma oldukça benziyordu… Hayır hayır! Bu imkansızdı!

”O zaman müsaadenle devam edeyim.” dedi Bayan Theslaff, ardından cevabımı beklemeden kaldığı yerden devam etti, ”Beni öpmesinden sonra gelen şoku atlatmam ne kadar sürdü bilmiyorum, ama herhalde epey uzun süre bir şey dememiş olacağım ki kendisi utançtan kıpkırmızı olmuş bir şekilde özür dilemeye başlamıştı, muhtemelen bu yaptığı şey yüzünden ondan nefret etmeye başlayacığımı düşünmüştü. Daha fazla uzatmasına izin vermeden ben de onu öptüm. Sonunda bu duygunun ne olduğunu anlamıştım, ‘Aşk’tı bu ve görünüşe bakılırsa da duygularımız karşılıklıydı.”

Bunları anlatırken o ”utangaç” gülümseme tekrardan yüzünde belirmişti. Görünüşe bakılırsa ”aşk” konusunda gerçekten de samimiydi. Bense onu dinlerken kendi içimdeki duygularla mücadele ediyorum. Bayan Theslaff söyleyene kadar böyle bir ihtimali… Hayır! Yok öyle bir şey…

”Bunu fark etmemiz ile birlikte aramızdaki ilişki yine şekil değiştirmişti. Artık iki dosttan öte utangaç birer sevgiliydik. Tüm o savaş ve yıkımın arasında biz bir ağacın altına oturmuş, birbirimizden öpücükler çalıyorduk. Bizim için bir kaçıştı aslında bu, kaostan ve nefretten kaçış. Ona dokunmak, onun yanımda olduğunu bilmek… Tabii bu toz pembe hayallerden uyanmam çok da uzun sürmedi. Sonuçta ikimiz de askerdik ve savaşın ortasındaydık. Ben her ne kadar genellikle masa başı işlerde yer almak zorunda kalsam da Yuri için bu durum pek de geçerli değildi. İlk kez bir çatışmaya katılması gerektiği için buluşamadığımız günü hatırlıyorum, birkaç gün sonra geri geldiğinde ona sarılıp beni korkuttuğu için onu azarlamıştım. O ise ne olursa olsun beni bırakmayacağına söz vermişti. Aptal herif…” sonlara doğru yine sesi titremişti.

”Görüşmelerimiz gittikçe seyrekleşirken ona duyduğum hisler de gittikçe kuvvetleniyordu. Her dakikamızı doya doya yaşamaya çalışıyorduk. Bir keresinde kafamı ona yaslamış yıldızları izlerken o saçlarıma bir buse kondurup sordu; ‘Eğer olurda bir gün savaş alanında karşılaşırsak, beni öldürmek konusunda tereddüt eder miydin?’, bu sorusundan sonra ilk başta hiddetle böyle bir şeyin asla yaşanmayacağını söylesem de en sonunda teslim oldum ve ‘zorunda kalırsam’ onu öldürmekte tereddüt etmeyeceğimi söyledim. Bu cevabım üzerine sadece güldü, dudaklarıma bir öpücük kondurup, ‘Seni zaten bu yüzden seviyorum.’ dedi. O gün birazcık daha konuştuktan sonra ayrıldık. Ayrılmadan önce bana küçük bir alet verdi hani şu Konstantin’in taktığından, söylediğine göre birkaç gün boyunca görevde olacağından ve olurda bana ulaşması gerekirse bunla konuşabileceğimi söylemişti.”

Sıkıntıyla iç çekip devam etti, ”Bu son görüşmemizden kısa bir süre sonra o malum haber karargaha ulaştı, Terralılar gemilerinden birini şehrin üstüne indirmek için harekete geçmişlerdi. Bunu yaparken neler planlıyorlardı bilmiyorduk, ama yine de Baş-Kutsal’da yaşananların acısı hala tazeyken hiçbir şey riske atılmaya değmezdi. Bu yüzden kısa süre içerisinde hazırlıklar başladı. Plan basitti, Terralıların atmosferden indirdikleri gemiye topyekün bir saldırı gerçekleştirecektik, bunun içinde o an elimizde bulunan hava kuvvetlerinin tüm imkanlarını ve kaynaklarını kullanacaktık. Bu benim de çatışmaya katılacağım anlamına geliyordu. Hatta sadece katılmakla kalmayacaktım, düşmana karşı uygulayacağımız stratejinin de merkezinde yer alacaktım. Şehrin dış bölgelerinden sökülen bir füzyon reaktörünü infilak ettirmekti amacımız, böylesine kritik bir görevi almamda, aylardır şevkle çalışmamın yanı sıra kimsenin adeta intihar olacak bu göreve gönüllü olmak istememesi de etkili olmuştu. O büyük günden önce, onu görebilmek uğruna hep buluştuğumuz ağacın altına son kez uğradım, orada değildi elbette. Yine de söz vermişti bana, beni asla bırakmayacaktı…”

Geldiği son noktada canının sıkıldığı iyice belli oluyordu. O an neden bunları bize anlatmak konusunda bu kadar isteksiz olduğunu da anlamaya başlamıştım.

”O büyük gün geldiğinde, gökyüzü ilk kez tam anlarıyla kanatlarımın altındayken hissettiğim duyguları açıklamama gerek yok sanırım. Tek kelimeyle rüya gibiydi, patlama sesleri ve mermilerle yarıda kesilen bir rüya… Kısa sürede o güzel gökyüzü cehennemden farksız olmuştu. Sakin kalmak, sadece bildiklerini uygulamak veya plana sadık kalmak… Bu tip şeyler savaş sırasında çok kısa bir sürede yerlerini saf bir hayatta kalma iç güdüsüne bırakabiliyordu. Uçtum, kaçtım, böcek gibi uçuşan boynuzluları indirdim; hiç tanımadığım insanlar beni, daha doğrusu görevin devamlılığını, korumak için kendilerini ateşin önüne attılar… Bana saatlermiş gibi gelen ama aslında sadece yarım saat kadar bir süre sonra kendimi bu cehennemden dışarı atabilmiş, bulutların üstüne çıkmıştım. Ve ardından onu gördüm; devasa, siyah renkli bir kılıcı andıran o şey. İnsanın içinde hem korku hem de hayranlık uyandıran gemiye doğru yaklaşmaya başladım. Etrafta hiç kimse yoktu, adeta yaşanan tüm o hengame arasında unutulmuş gibiydim. O devasa gemi gözümde gittikçe büyürken benim de içimde kötü hisler oluşmaya başlamıştı. Kısa sürede böyle hissetmekte ne kadar haklı olduğumu anladım. Üzerime bir boynuzlu adeta bir şimşek gibi fırladı. Ondan son anda sıyrılıp tam ona doğru karşı atağa geçmeye hazırlanırken onun olduğu yerde sabit bir şekilde durduğunu gördüm. Ardındansa elmacık kemiğime taktığım aletin bir anda titremeye başladığını fark ettim. O an aklıma gelen düşünceyle adeta buz kestim, bu düşüncelerin gerçek olmamasını umut ederek aramaya cevap verdim, ardındansa duyduğum o tek kelime ile adeta kalbime bir sürü hançerin saplanması bir oldu; ‘Merhaba sevgilim.’ ona yarım yamalak bir şekilde öğrettiğim Segince ile söylemişti bunu. Başka da bir şey de söylemesine gerek yoktu zaten. Birbirimizi yeteri kadar iyi tanıyorduk, bu yüzden bu dakikadan sonra neler yaşanacağını ikimiz de oldukça iyi biliyorduk.”

Artık neredeyse söylediği her kelimeden sonra sesi titriyordu, gözlerine hücum eden yaşları da pek tutmak gibi bir niyeti (veya bunun için gücü) kalmamıştı.

”Gökyüzünde adeta dans ettik. Aşk ile savaş çok da farklı değil derlerdi hep, sanırım bunun pek doğru olduğunu ilk kez orada, sevgilimle ölümün kıyısındayken fark etmiştim… Her bir dakikasını hatırlıyorum Aliya, her bir dakikasını! Belki de o ana kadar en sevdiğim şey olduğuna ikna olduğum adamı öldürmeye çalıştığım o ızdırab verici dakikaların her biri, adeta zihnime kazınmış bir lanetmişçesine aklımda… Ama en sonunda, son darbeyi indiren ben oldum. Bombayı aktif ettim ve düşmeye başlamış olan Yuri’yi yakaladım, belki hala bir umut olabilirdi… Onu tutmuş şehre doğru inerken son gördüğüm şey o devasa ve siyah geminin gözleri kör, kulakları sağır edercesine bir patlamayla yok olmasıydı. Şehrin savaş sonucu harap olmuş köşelerinden birine indirdim onu, panikle kokpitini açtım. Oradaydı, kanlar içindeydi ama görünüşe bakılırsa hala yaşıyordu. Hemen dışarı fırladım ve onun yanına gittim, elini tutup gözlerim yaşlı bir şekilde ondan özür dilemeye başladım. O ise yavaşça maskesini çıkardı. İnanır mısın? Gülüyordu! Yavaşça gözlerimdeki yaşları sildi ve ‘Seni seviyorum, yanımda kal…” dedi güçlükle, bu reddetme lüksüm olan bir istek değildi. O, sevdiğim adam, kollarımda can verirken sadece bekledim. Tek yaptığım göz yaşlarımı bastırmaya çalışmaktı, biliyordum ki o halimden nefret ediyordu. Ve en sonunda her şey bitti. O, yüzünde gülümsemesi ile beni bırakıp giderken bense tüm hayatı tepe taklak olmuş, inandığı ve önemsediği hiçbir şeyin artık gözünde zerre kadar değeri kalmamış biri olarak orada duruyordum.”

Artık hiçbir şeyi gizlemiyordu, gerçi o ”duygusuz” Bayan Theslaff imajı yıkılalı çok olmuştu ama… Yıldızlar aşkına, o ana kadar kendisine neler yaşandığını o kadar çok soru sormuştuk ki. Muhtemelen her defasında berbat hissetmiş ama içine atmakla yetinmişti. Şimdi ise tüm bu içinde biriktirdiği duygular patlamıştı anlaşılan.

”Neden?!” dedi ağlarken, ”Neden benle o? Neden bu aptal kainatta böylesine acımasız bir kaderi ben ve o yaşamak zorundaydık? Evet, belki ben çok iyi biri değildim, ama o…”

Yerimden kalktım, yanına geldim, o hıçkırarak ağlarken sarıldım ona. İtiraf etmek gerekirse bir heykele sarılmaktan farksızdı. Ben, kendisinin o anki duygularının etkisiyle beni terslemesini beklerken o da bana sarıldı.

Evet, insanları teselli etmekte tek kelimeyle berbattım, ama yine de o an buna ihtiyacı olduğunu hissetmiştim. Sanırsam ona acımış… Hayır, onun adına üzülmüştüm…

”Özür dilerim.” dedim sadece, ”Size o soruları sormamamız gerekiyordu. En başından beri sizi bu kadar…”

Cümlemi tamamlamama izin vermeden konuşmaya başladı, ”Saçmalama Aliya, senin veya arkadaşlarının herhangi bir suçu yok. Hatta biliyor musun? Sanırım dertlerimi anlattığım biri varken o kadar da kötü hissetmiyorum.” ardından yavaşça geri çekildi, yüzünde buruk bir tebessüm vardı.

Hiçbir şey demediğimi görünce saçlarımı karıştırıp konuştu, ”Hikayenin geri kalanını dinlemeyecek misin?”

”T-tabii ki!” hemen yerime geçip uslu uslu devam etmesini bekledim.

”O an dışarıda ne olup bittiği umurumda değildi. Ne ölen insanlar, ne de o çok arzuladığımız zafer. Benim tek umursadığım ve o anda dilediğim şey bir öbür tarafın varlığıydı. Hayatımda hiçbir zaman bir tanrıya inanmadım, varsa bile sadece varlığımın dahi ona bir hakaret olduğunu düşünmüşümdür hep. Ama o an ilk kez bir tanrının, en azından öteki bir tarafın, var olmasını diledim. Bir öteki taraf olmalıydı, yoksa ben Yuri’yi bir daha nasıl görecektim?” sesi hala hüzünlüydü, ama yine de birkaç dakika öncesi gibi duygu patlamaları yaşamıyordu.

”Ben bu duygularla cebelleşirken duyduğum bir sesle kafamı çevirdim. Birkaç metre ötemde bana silahını doğrultmuş bir figür vardı. O an fark ettim ki bu, Yuri’nin komutanıydı, hani şu bizi konuşurken yakalayan. Güldüm, sanırım tanrı ilk kez yüzüme gülmüştü. ”Hadi vursana!” Yuri’nin bana öğrettiği o Terralı dillerinden biriyle bağırdım. Kendisi hiçbir tepki vermeden orada durmaya devam etti. ‘Vursana be şerefsiz herif!’ diye bağırdım beni anlamayacağını bile bile. Bir süre daha öyle durdu, ardından silahını indirip oradan uzaklaştı. Tanrı yüzüme gülmemişti, yüzüme tükürmüştü sadece.”

Yorgun bir sesle devam etti, ”Ondan sonrasında çok da anlatılacak bir şey yok. Yuri’yi alıp eskiden yaşadığım evin bahçesine gömdüm. Ona bir süreliğine uygun olacağını düşündüğüm bir mezar hazırladıktan sonra üsse geri döndüm. Şanslıydım ki çatışmada ölü ve kayıp yazılmamıştım. Ve herkes çok mutluydu. Askerler zaferi kutluyordu. rütbeliler kaçan Terralı birliklerini imha etmek için bir operasyon yürütülmediğinden yakınsalar da onlar da mutluydu. Ve herkes bana bir kahraman gibi davranıyordu. Bense çok boş hissediyordum. Tek istediğim bir an önce yalnız kalıp yas tutmaya devam etmekti. Evet, belki insanlık çok şey kazanmıştı. Tüm insanlık için yeni bir umuttu bu. Ama ben hiçbir şey kazanamamış, üstüne çok şey kaybetmiştim.”

İç çekti, ”Ama tanrının beni rahat bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan. En çok yalnız kalmak istediğim zamanda bunu bile bana çok görmüştü. İlk etap karşı taarruzlardı. Terralıları şu anki karanlık bölge dediğimiz yere kadar başarıyla itebildik bu taarruzlarda. Ondan sonrası ise daha sinir bozucuydu; halkın kahramanlara ihtiyacı vardı, ve görünüşe bakılırsa Cumhuriyet de bu kahramanın ben olmamı istiyordu. Tüm insanlığa umut vermiş bir kahraman, ama en önemlisi de ‘Cumhuriyet’ vatandaşı bir kahraman. Ordudaki bazı dostlarımın yardımıyla bu evreyi olabildiğince hasarsız atlatabildim, özellikle sevdiğim adamın ölümü hala canımı yakarken kameralar önünde kahramanlık mesajları vermek son istediğim şeydi. Yine de bu çabamın istediğim kadar iyi bir sonuç verdiğini söyleyemem. Karşı taaruzlardan sonra adeta Eski Kıta turuna çıkartılmış ve tüm devletler tarafından istemediğim kadar çok ‘şeref ve onur’ madalyası almıştım. Bunlar arasında en ilgi çekici olanı İmparatorluğun bana verdiği şeref kılıcıydı. Hatta kılıcı bana bizzat annen vermişti.”

”Annem mi?” işte bu beklenmedikti.

”Evet, baban o sıralarda yeni kıtadaki birlikleri teftiş etmek için cepheye gitmişti. Bu yüzden de ona vekaleten İmparatoriçe, yani annen, oradaydı. Kısa süreliğine oradaydın hatta, ama bir yolunu bulup tüymüştün.”

Bu düşünceyle ister istemez utandım. O günü hatırlıyordum, bir savaş kahramanının törenle karşılanacağını duymuş olsam da savaş makinelerini görmek daha cazip gelmişti. Bu yüzden ilk fırsatta bir yolunu bulup savaş makinelerini görmek için hangara kaçmıştım.

”En sonunda da başkente geri döndüm. Tek seferde üç rütbe atladım, teğmenlikten binbaşılığa. Bu şu ana kadarki Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Peki bunlar benim için ne ifade ediyordu? Hiçbir şey, tek istediğim şey Yuri’ydi benim. Ne şan, ne şöhret, ne de rütbeler; tek istediğim sevdiğim adamdı o kadar…”

Son cümlesinden sonra odaya derin bir sessizlik çöktü. Bu sessizliği kıracak cesareti topladıktan sonra sordum, ”Bu kadar başarılı bir kariyere rağmen niye buraya geldiniz? Şan ve şöhretten hoşlanmadığınızı biliyorum ama yine de ordu içinde yüksek bir konumda tercihiniz olabilirdi.”

”Çünkü her şey ama her şey bana Yuri’yi hatırlatıyordu. Terralılar, çatışmalar, uçmak… Hepsi, hepsi bana o kabus gibi anları hatırlatıyordu.” bir süre sustuktan sonra devam etti, ”Ordudan istifa etmek gibi bir niyetim de yoktu. Elimdeki seçeneklerden en iyisi de burasıydı. Savaştan uzakta siz gençlerin eğitimden sorumlu olmak. Keyif almıyorum desem yalan olur.”

”Siz harika bir öğretmensiniz Bayan Theslaff.” anlattığı onca şeyden sonra diyebileceğim tek şey buydu. Ruhsuz kişiliğinin altında yatan kişiyi görmek bana epey farklı bir bakış açısı kazandırmıştı dürüst olmak gerekirse.

Dediğim şey üzerine tebessüm etti, ”Sen de örnek bir öğrenciydin Aliya, abin gibi. İmparatorluk ve halkı gerçekten çok şanslı.” bunları diyerek gururumu okşadıktan sonra bir anda tekrardan ciddileşti, ”Ama şimdi konuşmamız gereken bir şey var.”

”Ne gibi?” bu istemsizce gerilmeme sebep olmuştu.

”Konstantin hakkında.”

”Konstantin mi? Ne alaka şimdi?” sanırım gerilmekte haklıymışım.

”Konstantin’le görüşmeyi bırak.”

”Ne!” dediği şeyle bir anda yüreğim ağzıma gelmişti. Sadece sorduğu sorunun aniliğinden değil, istediği şeyden dolayı da böyle bir tepki vermiştim. Konstantin’le görüşmeyi bırakmak mı? Düşünülemezdi bile!

”Bunu bir emir veya senden üst birinin isteği olarak görme. Sadece senin ve Konstantin’in iyiliği için söylediğim bir şey bu. Benim Yuri’yle yaşadığım şeyi senin de Konstantin’le yaşamını istemiyorum.” sadece sesinden bile söylediklerinde tamamen samimi olduğunu anlayabiliyordum.

”Bir şey olmaz…” tam konuşmaya başlamışken Bayan Theslaff’ın içten içe ima ettiği şey kafama dank etti…

”B-benim Konstantin’le aramda öyle bir şey yok!” yüzüm kızarırken bağırdım.

”Öyle bir şey var demedim.” utanmış halimden keyif almıştı anlaşılan, ”Demek istediğim şey şu; onunla aranda ne olursa olsun, eninde sonunda ikiniz de üzüleceksiniz. Bu yüzden ikiniz içinde en makul olanı bunu en kısa sürede bitirmeniz.”

Durdum, diyecek hiçbir şeyim yoktu. ”Ona değer vermiyorum. O yüzden üzüleceğimi de düşünmüyorum.” kendimin bile inanmadığı bu şeyleri hızlıca söyledim.

İç çekti, ”Ben diyeceğimi dedim.” onun da yüzünde dediklerime pek inanmış bir ifade yoktu. ”Sadece olacak şeylerin sen ve Konstantin üzerinde yaratabileceği etkilerden haberdar ol.”

”P-peki.” düşünceler yine kafamı ele geçirmeye başlamışken ayağa kalktım, ”Ben sanırım gitsem iyi olur.”

”İyi geceler Aliya.” dedi tatlı bir ses tonuyla. Ben yerimden kalkıp kapıya yönelirken bir daha konuştu, ”Burada konuştuklarımız küçük sırrımız olarak kalsın, anlaştık mı?”

”Anlaştık.” dedim gülümsemeye çalışarak. Ardından dışarı çıktım. Dışarı çıkınca düşünceler içerisinde yarı ayık bir şekilde yürümeye başladım. Konstantin’e değer vermediğimi söylemiştim… Sadece bunun yalanını söylemek bile içimde saçma derecede bir suçluluk duygusu uyandırmaya yetiyordu. Belki de, Bayan Theslaff içten içe ima ettiği şey de o kadar da haksız değildi…

Onun Yuri’yle yaşadıkları benim şu an Konstantin’le yaşadıklarımın tıpkısı gibiydi. Tek farkı ”aşk” tarzı bir şeyin aramızda olmamasıydı. Yani sanırım… Belki de onu gerçekten seviyorumdur?

Bu ihtimali aklıma getirmemle zihnimin korkunç derecede hızlı bir şekilde bu ihtimalin ”en azından çok da kötü” olmadığını kabullenmesi bir olmuştu. Bilmiyorum… Ona karşı hislerimin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, en azından… Bilmiyorum…

Bu düşüncelerden uyanmam, ayağımın boşluğa basmasıyla son bulmuştu. Herhangi bir tepkime vermeme fırsat kalmadan da kendimi birinin kollarında bulmuştum.

”İyi misiniz majesteleri!” son anda kurtarıcım olan İyla, endişeli (en azından öyle olmaya çalışarak) bir şekilde sordu beni tutarken.

”İyiyim.” diyebildim sadece. Yarı ayık şekilde yürüyüşüm beni merdivenlere kadar getirmiş, ondan sonra da merdiven basamağını ıskalamama sebep olmuştu. Şanslıydım ki İyla ansızın fırlayıp beni kurtarmıştı…

”Aliya!”

İyla burada olduğuna göre ağabeyim de buradaydı tabii ki. Ben yavaşça İyla’nın kucağından inerken ağabeyim de panikle yanıma gelmişti.

”Bir şeyim yok ağabey.” dedim yere sağ salim ayak bastıktan sonra, olabildiğince sakin kalmaya çalışıyordum.

”İyla olmasa görecektim ben seni.”

Bu lafından sonra İyla’ya döndüm, ”Sağ ol.”

”Dikkat edin majesteleri, oradan düşmeniz durumunda kalıcı travmalarla karşılaş…” ağabeyimin İyla her resmileştiğinde yaptığı gibi omzunu dürtüklemesi ile Nukane kendini toparlamaya çalıştı, ”Y-yani rica ederim Aliya.” ağabeyimin ona gerçek bir insan gibi davranmayı öğretmeye çalışması ve İyla’nın bunu anlamakta genelde başarısız olması ama buna rağmen elinden geleni yapması… Şirindi.

”Canını sıkan bir şey mi var?” diye sordu ağabeyim elini omzuma atıp.

”Bir şey yok.” Bayan Theslaff’la yaptığım tüm o konuşma ve içinde bulunduğum duygu karmaşasını ona anlatacak halim yoktu elbette. Bu da garipti aslında, eskiden ağabeyimle gizlimiz saklımız olmazdı, kafamın karıştığı en ufak konuda ona danışırdım. Son bir-iki aydırsa ondan gittikçe uzaklaştığımı hissediyordum…

”Balodan bir anda çıkıp gittin. Şimdi ise çok dalgın duruyorsun, emin misin?”

”Eminim ağabey.”

İç çekti, ”Peki, eğer olur da canın sıkılırsa söylemekten çekinme. Anlaştık mı?”

”Anlaştık.”

Cevabımdan pek memnun olmadığı her halliden belliydi ama yine de uzatmadı, ”Peki o zaman. İyi geceler.”

”İyi geceler Aliya!” diye el salladı İyla.

”İkinize de iyi geceler.” ardından yavaşça merdivenlerden inerek odamın yolunu tutmaya başladım. Konstantin ve ona karşı ne hissettiğimi düşünürken az kala merdivenlerden düşüyordum. Bu belki de bazı şeyleri açıklıyordur…

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu