Kainat Kitabı

8.Bölüm: Dünya

  • HiperTale
  • 13 Ocak 2024 13:40:52
  • 0 yorum
  • 1

Dün-ya…

Dünya, dün olmuş bitmiş olayların, yarın sonuçlarıyla yüzleşirken, bugüne şahit olunan yerdir. Kısaca Dünya, insanın kendine şahit olduğu yerdir. İnsan, kendini tanıdığı ölçüde dünyayı algılar.

Her insanın dünyası farklıdır. Dünya olarak algıladığı zaman ve mekân görecelidir. Örneğin şu anda üzerinde yaşadığınız gezegene Dünya diyorsunuz. Fakat iletişim ve ulaşım imkanlarının çok daha kısıtlı olduğu eski zamanlarda yaşasaydınız, dünyanız muhtemelen yaşadığınız ülkenizle, bölgenizle veya en fazla kıtanızla sınırlı olurdu. Ötedeki bilinmeyen topraklar, uçsuz bucaksız denizler dünyanızın bir parçası olmazdı.

Eski insanlar uzun zaman boyunca dünyanın düz olduğuna, gökteki yıldızlar boyunca uzandığına ve bir sonu olduğuna inanıyorlardı. Bir taraftan bu sona ulaşmak isterken, diğer taraftan da aşağı düşmekten korkarlardı.

Korkmalarına rağmen, bu onları keşfetmekten alıkoymadı. Özellikle dünyanın sonunu arayanlar vardı. Çünkü, dünyanın sonuna ulaştıklarında dünyalarının genişleyeceğini içten içe seziyorlardı.

Çünkü son dünyanın değil, kendi cahilliklerinindi.

Şimdi daha fazlasını biliyorsunuz. Yani sadece bilmekle dünyanız büyüdü.

Peki daha fazlasını bilseydiniz?

Dünyanız büyümeye devam eder miydi?

Ederse, öncelikle Güneş Sistemi yeni dünyanız olurdu. O zaman şu anki Dünya gezegenini arka bahçeniz gibi küçük bir yer olarak görürdünüz.

Peki… Devam edelim ve ileri saralım. Artık daha fazlasını biliyorsunuz. Samanyolu galaksisi artık yeni dünyanız oldu. Artık yabancı dünyaları araştırmak dendiğinde, diğer galaksilere gitmeyi kast ediyorsunuz. Ölçeğiniz değişti. Büyüklük algınız, gerçekliğiniz değişti. Artık Dünya gezegeni, evinizdeki bir oda gibi daha da küçük bir yerin adı.

Galaksi boyunca hatta galaksiler arası gezebilen bir tür olsaydınız, dünyayı muhtemelen sadece adımlayarak dolaşabilirdiniz…

Bilmenin bir sonu olmadığına göre nereye kadar gidebilirsiniz?

Tüm evrene, dünya diyecek kadar bilebilir misiniz?

Neden olmasın. Eğer diğer evrenleri bilmek ve oralara seyahat etmek mümkün olsaydı, sınırsız sayıda evren arasında sizinki, dünyamız diyerek tanımladığınız yer olurdu.

Peki bu nasıl mümkün olabilir. Bilmek mümkün müdür?

Daha fazla su almak istiyorsanız öncelikle bardağınızı büyütmelisiniz. Yani boyutlarda yükselmelisiniz. Boyutlardan bilinç seviyeleri olarak bahsetmiştik. Bilinç yükseldikçe algı eşikleriniz değişir, zamanı ve mekânı farklı algılamaya başlarsınız.

İnsanların evreni 12 boyutlu algıladığından bahsetmiştik. Ama bu son değildir. Evrenler üzeri evrenler, Alemler üzeri alemler mevcuttur. İnsan bilincinin algısal boyutları 99’a kadar gider…

Eskiden dünya, bilinen bütünün adıydı. Parçalara diyarlar denilirdi. Şimdi dünya küçüldü ve diyar kavramı, yerini gezegen kavramına bıraktı. Buna göre Güneş sisteminde yaşama uygun tek gezegen Dünya imiş. Diğerleri yaşama elverişli olmayan çorak topraklar ve ötesi ise boşluktan ibaretmiş…

…Dünya dümdüz bir tepsi gibidir. Bizler tam ortasındayız ve ötesinde hiçbir şey yoktur. Önce yaşama uygunsuz, ıssız ve acımasız denizler sonra ise tamamen boşluktan ibarettir. Güneş, Ay ve Yıldızlar hepsi etrafımızda döner…

Nasıl… Bir benzerlik yakalayabildiniz mi?

Zaman ilerledikçe bilginiz artıyor ve algınız genişliyor ama aslında hiçbir şey değişmiyor. Bugün ki gezegen, yıldız ve galaksi isimleri üçüncü boyut tanımlamalarıdır. Bilimin bile diğer boyutları kabul etmeye başladığı günümüzde, daha üst boyutlarda bu tanımlar değişmek zorunda kalmaz mı?

Örneğin dünyamız, diğer boyutlarda bugünkünden çok farklı bir şekilde çöl gibi görünüyor olamaz mı?

Buna göre çöl gezegeni dediğimiz Mars, aslında üst boyutlarda dünyamızdan bile yeşil ve bereketli bir yer olabilir mi?

Bir ateş topu gibi olan yıldızımız Güneş, aslında hayal dahi edemeyeceğimiz bir boyutta yaşayan varlıkların evi olabilir mi?

Galaksileri etrafında döndüren kara delikler, aslında galaksiler üzeri zaman ve mekânlar olabilir mi?

Şimdi bir dakika duralım ve güneş sistemimizi tek bir dünya, hatta galaksimizi veya evrenimizi “dünyası” olarak gören, o şuur haline ulaşmış varlıkları düşünelim…

Bunları düşünmek ve dünyasını büyütmek isteyenler için bazı temel bilgilere değinelim…


Sabit ve katı madde dünyasından sonra artık titreşen atomlara ve parçacıklardan oluşan dalga evren anlayışına doğru evirilen bilginiz sayesinde bazı olayları anlamanız kolaylaştı.

Öncelikle artık zaman ve mekânın izafiliğini, göreceliğini kabul ediyorsunuz. Yani gözlemleyene göre değişen bir gerçeklik anlayışına uzak değilsiniz.

Madde, enerjidir; enerji, maddedir, gerçeğine hakimsiniz.

Bilim, maddeyi enerjiye dönüştürmeyi başarsa da henüz enerjiyi tekrar maddeye döndürmeyi başaramadı ama yakındır. Bilim, mekânın yani uzayın bükülebildiğini kanıtlasa da henüz zamanın da bükülebileceğini kanıtlayamadı ama yakındır.

Daha eskiden düz dünyanın sonunda boşluk olduğu düşünülüyordu. Şimdi küre dünyanın sınırından sonra boşluk olduğu söyleniyor. Ama artık bir fark var. O da boşluk olduğuna inandığınız için değil neyin doldurduğunu henüz bulamadığınız için böyle söylemeniz. Uzaya artık hiçlik, yokluk manasında boşluk demiyorsunuz. Orada bir şeyler olduğunu biliyorsunuz.

Çünkü size göre görülmeyen, boşluk olan şey; diğerleri için toprak ve su olabilir. Ve böyleleri için Dünya gezegeni, sadece asıl dünyanın küçük bir adası gibi olabilir…

Dünyayı yani mekânı iyi anlayabilmeniz için zamanı anlamanız gerekir. Çünkü hakikati algılamada kullanacağınız akıl, ikilik yani kıyas üzerinden çalışır. Mekânı, zaman içinde anlar. Ama hakikat tektir. Peki onu nasıl öğrenebilirsiniz?

Cevap: öğrenemezsiniz.

Çünkü hakikat size sonradan verilecek, arayıp bulabileceğiniz dışarıda bir yerlerde değil, ta en başta insanın içinde; ruhunda, özündedir. Öğrenilmez, öğretilmez, aktarılamaz veya yazılamaz. Çünkü hakikat tektir ama kâinat çokluktur. Tekin bilgisini anlatıya veya yazıya dökmek, onu kayıt altına almak, zuhur ettirmek yani maddeleştirmek demektir.

Bunu yaptığınızda ise onu sınırlandırmış olursunuz. Onu arştan, arza; mana aleminden, oluşlar ve bozuluşlar alemine indirmiş olursunuz.

Hakkın bilgisi, kâinatta hakikat halliyle ortaya çıkmaz. Bir başka değişle hakikat kâinata sığmaz ama ruha sığar.

İçerideki saf bilginin açığa çıkması için dışarıdaki çoğul bilgiler, tetikleyici olarak kullanılabilir. Bu kullanım çağın gerekliliklerine göre ve insanın anlayışına göre farklı farklı olmuştur. Ama hepsi aynı hakikat bilgisine ulaştırmayı hedeflemiştir.

Buna göre kâinat, O’nun kudretinin zuhura geçtiği yerdir. O’nun kudreti, 99 ismi üzerinden ortaya çıkar. Buradaki 99, doksan sekizden sonraki 99 değil, daha çok bir sistemin adıdır. Kâinat bu sistemdeki isimler ya da sıfatlar dediğimiz sabitler ile çalışmaktadır.

Antik çağlarda, ancak zihinle bilinebilecek bu sabitlere “İdealar” veya “Tözler” diyenler olmuştur.

Daha sonraki zamanlarda ise alimler, “A‘yân-ı Sâbite” fikrini geliştirmişlerdir.

Buradan çok eski zamanlardan beri insanların hakikat bilgisinin peşinde koştukları ve onu açıklamaya çalıştıkları görülebilir.

İnsanın kendinden, sezgi yoluyla ulaşılabildiği hakikat bilgisi tek olsa da akıl onu her dönemde yeninden yorumlayarak bilebilir. Akıl öğrendiği her yeni bilgiyle onu tekrar tekrar test eder ve anlamaya çalışır. Çünkü zamanın geçişi ve algının değişimi ile önceden yapılan yorumlar bozulmaya ve yetersiz kalmaya mahkumdur. İnsan var oldukça hakikatin menzilleri yorumlanmaya devam edecektir.

Ne derler bilirsiniz; Hakikatin gerçeklikleri çoktur ama kendisi tektir.

Yukarıda bahsedildiği gibi hakikat bilgisinin antik çağlardaki yorumları daha çok “tanrılar sistematiği” üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Hakikat bilgisini açıklamak için geliştirilen bu düşünce sistemlerindeki Tanrı kavramları, yukarıda bahsettiğimiz O’nun 99 ismiyle fiile geçmesi durumunu anlatmak için kullanılmış simgelerden başka bir şey değildir.

Bu simgelerin asıl anlamları, sadece hak edenlere kendini açmıştır. Hak etmek, var olanı olduğu gibi kabul etmeyi değil, sorgulamayı ve putları yıkmayı gerektirir.

Fakat halkın çoğu sorgulamak yerine tapmayı tercih ettiği için bilgiyi hak etmedikleri varsayılmıştır. Bu yüzden her biri, bir hakikati simgeleyen tanrıların kendileri, zamanla birer tapınma objesi haline gelmişlerdir.

Zamanla mitlerin içine gizlenmiş hakikat, cehaletle örtülmüş ve masallar haline gelmiştir.

Yoksa mitolojik anlamıyla Tanrı diye bir şey yoktur. Bilgi peşinde koşan zihinler, tarihin hiçbir döneminde güneşe tapmamışlar, gökyüzünde yaşlı ve asabi bir adam edasıyla oturun ve şimşekler göndererek insanları cezalandıran tanrılara inanmamışlardır.

Onlar semboldür. Ve semboller; bilgiyi gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler.

Sadece O vardır. O’nun tekliği ve birliği vardır. Tekliği, idrak edilemez ve isim konulamaz olandır. Birliği ise 99 isimle insanoğluna açılan sistemdir ki bu sistemin bilgisi, kâinatın asli bilgisidir.

Bu bilgi hakikattir. Ve hakikat her insanın içinde gizli olduğu için tarihin her döneminde bilinmiş, bilinmektedir. Bu yüzdendir ki mitlerdeki tanrılar, O’nu değil, hakikati bilen insanları anlatır. Kahramanlar ve yarı tanrılar ise hakikat yolculuğundaki insanların hallerini anlatır.

Tanrılar ve insanlar anlatımı bazı mitolojilerde Ölümsüzler ve Ölümlüler anlatımına dönüşür. Ölümsüz denmesine rağmen mitolojiler, birbirleriyle savaşıp ölen tanrılar ile doludur.

Peki neden böyledir?

Ölümsüzlükten kastın hiç ölmemek anlamına gelmediğini, tam aksine ölmenin, ölümsüzlük getirdiğini buradan bile anlayabilirsiniz. Yani insanlar ancak hakikati bilerek gerçek ölümsüzlüğe ulaşabilir. Hakikati bilmek içinse, önce ölmek gerekir…

“Ölmeden önce ölünüz…”

Tanrılar, ölümsüz insanlar; insanlar, ölümlü tanrılardır. Yani tanrılar, hakikati bilen insanlar; insanlar, hakikati bilmeyen beşerlerdir.

Bu bilgilerden sonra, zannınızdaki Tanrı kavramı nedir bilemeyiz ama öyle bir Tanrı olmadığını kesin olarak söyleyebiliriz.

Sadece O vardır.


Şimdi bu kadim bilgilerde saklı hakikatlerle zaman kavramını anlamaya çalışalım…

Yunan mitolojisinde zaman iki tanrıyla simgelenir: Kairos ve Kronos.

Kronos, bildiğimiz anlamda kronolojik, yani sıralı düz ilerleyen zamanı simgeler. Zaman geçmişten geleceğe, doğrusal bir şekilde akıyordur. Bu açıdan Kronos, içinde bulunulan zamanı, dönemi ve kuralları simgeler.

Kairos ise An’ı simgeler. Kronos’u kapsar ve aşar. An, zam aldığında yani katlanıp çoğaldığında zam-an olur. Zamanı bir daire gibi düşünürsek; daireyi oluşturan çember Kronos’a, dairenin içi Kairos’a aittir. Böylece zaman, an etrafında dönerek katlanır ve çoğalır. Dikkat ederseniz zamanı daire şeklinde tasvir ettik. Yani başladığı yere geri dönüyor. Bittiği yerden başlıyor. Tarihin tekerrürlerle dolu olması da buna işarettir. Çünkü hep aynı An etrafında dönüp durur…

Kronos çocuklarını yemeyi, onları yutmayı huy edinmişti. Yani zaman, her şeyi unutturuyor, öldürüyordu. Her şey faniydi. Çünkü bunu yapmazsa birileri er ya da geç sonunu getirecekti. Onun tutsaklığından kaçmayı öğrenecekti.

Zeus ve diğerleri ise Kronos’a baş kaldırdılar. Yani zamanlarının, yaşadıkları dönemin bilgisiyle, inanışlarıyla, adet ve gelenekleriyle sınırlı kalmayı reddettiler. An’ın bilgisine ulaşmaya çalıştılar.

Kronos ile savaştılar ve galip gelerek onu hapsettiler. Yani zamanın tutsağı olmayı reddederek, onu tutsak ettiler. Kairos’un bilgisine, An’ın bilgeliğine ulaştılar. Böylece zamanla unutulmayan, tüm zamanlara hükmeden mutlak bilgi ile ölümsüzleştiler.

Yani bu anlatıya göre neymiş: Bilgi ikiymiş. Biri dönemin bilgisi ki bu unutulmaya mahkumdur. Diğer ise dönemleri aşan asıl bilgi, hakikat bilgisiymiş. Sadece buna ulaşarak, zamanı yenebilir ve Olympus dağındaki ölümsüzlere katılabilirsiniz.


Yaratılış hakkındaki şu örneğe de bakalım:

İskandinav mitolojisinde ilk tanrı, bir ineğin tuzu yalayarak şekil vermesiyle ortaya çıkmıştır. Mitolojiler olayları hikâye edebilmek için kronolojik olarak anlatır ve bu yüzden diğer tanrıların varoluşu ilk olana dayandırılarak anlatılır. Ama özünde ilk tanrı nasıl ortaya çıkıyorsa hepsi öyle ortaya çıkıyordur.

Bu anlatım ilk başta çok saçma bir masal gibi görünse de aslında derin bir manayı gizlemektedir. Burada tuz, toprağı veya dünyayı simgeler. İnek ya da öküz ise yeniden doğuşun ortak bir simgesidir.

Buna göre insan, topraktır. Sadece yeniden doğuşun gücüyle tekrar tekrar doğarak Tanrı, Adam yani bilen insan olabilir. İnsan tekrar tekrar toprağa, yani yeni dünyalara doğar ve deneyim kazanır. Ve o deneyimler ile şekillenir. Ancak böyle Tanrı olabilir yani hakikati bilebilir. Burada dünyayı, üzerinde yaşadığınız toprak parçası olarak değil, yukarıda açıkladığımız şekliyle geniş bir perspektifte görün. Bu anlatılara göre toprak veya dünya semboliktir.

İnsan her nefesinde ölür ve yeniden doğar. İnsana nefes üflenir ve hayat bulur, nefesi geri verir ve ölür. Sonra bu döngü devam eder…


Mısır mitolojisinden bir örnek vermek gerekirse:

Antik Mısırın bilgelik tanrısı Thoth, ki kendisi eski mısırlılara tanrıların bilgisini aktaran kişi rolündedir. Ve aynı role birçok farklı kaynakta bürünmüştür. Örneğin tufan öncesi dönemde Enok, Yunanlarda Hermes, Araplarda İdris ve Türklerde Ermiş adıyla bilinir.

Onun bilgeliğine göre semavi aleme Aton, arzi aleme Atom ve ruhani aleme ise Amon denir. Aton ve Atom arasında ulaşılması gereken bilgelik ise Amon’a ulaşmaktır. Hedef Amon’dur. Amon ise zaten Tanrıların Kralı denilerek önemi vurgulanır.

Burada Ra, devreye girer ki Güneş Tanrısı olarak bilinir. Aslında ışığı, nuru, hakikati simgeler. Bu inanışta en büyük amaç Amon-Ra’ya ulaşmaktır. Amon-Ra’nın tam anlamsal karşılığı ise evrensel sevginin ışığına ulaşmaktır. Yani göklerin ve yerin nuruna kavuşmak.

Bu bilgeliğe göre Amon-Ra her yere ve her şeye hükmetmektedir.

Diğer tanrılar da çeşitli hakikatlere işaret etse de hepsi Amon-Ra’nın altında ve idaresindedir.

Bu son derece yüzeyler bir açılım olarak kabul edilebilir. Fakat eski Osiris rahiplerinin, hayatın amacına yönelik şu açıklamaları her şeyi özetlemektedir: Osiris’in ışığına tırmanmak ya da maddenin karanlığına gömülmek…

Diğer tüm mitolojilerde olduğu gibi, hepsi hakikat bilgisi üzerine farklı yorum ve anlatılardır. Manasını uzun süre koruyabilmesi ve hak etmeyene ulaşmaması için 3 kat, bazen de 7 kat örtülerek sembolik bir dille anlatılagelmişlerdir. Semboller; bilgiyi gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler. Tüm mitolojilerin benzer olması da bu sebeptendir.

İşte sembolik bir anlatım daha;

Göklerden bir yağmur damlası düştü, İnsan denilen.

Toprak, yağmuru yedi, yağmur toprağı.

Denizlerin dibinde bir toprak parladı, İnci denilen.

İnciyi bir sazan yuttu, sazanı bir yılan.

Yerlerde sürünmeyi bıraktı, ayaklandı, Ejderha denilen.

Anka, ejderha yedi, Ankayı güneşin alevi.

Hamdı, pişti, yandı; küllerinden doğdu, Adam denilen…


Sonuç itibariyle dünyanız, algınızdır. Ve insanın algılayışında bir sınır yoktur. Bu algıya ulaştıran koşullar ve inanışlar farklı olabilir. Hepsi devrine göre hakikatin farklı yorumlarıdır. Dünün inanışları, bugünün mitolojileridir. Bugünkü inanışlarınızı sorgulayın, yoksa yarının mitolojilerine tapıyor olursunuz. Hak etmeyene bilgi verilmez. Hak etmek, talep etmekle başlar.

Ebedi olan yol değil, yolcu değil, yolculuktur. Yolculuk, yol ve yolcu birbirini bulunca başlar. Yolcu olmak için yola çıkmak gerekir. Yola çıkmak için yol gerekir ki yaratılan mahluk adedince O’na ulaşan yol vardır…

Nurdan bir denizde yüzdüğümüz, dalgalarında seyahat ettiğimiz bu kâinatta her şey, nefsin seyrine göredir. Hayale çok kapılmamak gerekir ama bu hayali bir rüya yapmakta, bir kabusa çevirmekte insanın elindedir. Sonuçta güzellik bakanın gözündedir. Önemli olan, bir gün uyanacağını bilmektir.

Nefs, seyreder. Kâinat ona hizmet eder. Lakin nefsin çok kibirlenmesin, neticede bir hayal, illüzyon, YANSIMA’SIN.