Kaderin Şarkısı

20.Bölüm: İç Alem-Araf

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 12:29:54
  • 0 yorum
  • 16

Astral denizde ne kadar zaman geçti bilinmez ama Adem’in iç aleminde geçen zamandan çok daha kısa olduğu kesindi. Astral denizdeki bir an, iç alemde binlerce, milyonlarca yıla denk olabilirdi. Astral denizde geçen günlerde, Adem’in iç aleminde milyarlarca, belki de daha da fazla zaman geçmişti. Sonuçta Âdem, en başından beri dış alemden gözlemlendi. Fakat iç aleminde nasıl mücadele ettiği, bunca zaman ne gibi değişiklikler olduğu belirsizdi.

Şimdi en başa, Âdem, hiçlik tarafından yutulmadan hemen öncesine dönelim. Onun iç alemine, yani Arafa, daha yakından bakalım…

Âdem, Havva ile yaptığı savaştan sonra onu kendisine güvenmeye ikna etti ve iradesini devralarak, tüm gücünü sırtlandı. Sonra onu sakladı ve kendisini sakinleşmeye zorladı. Gözlerini kapatarak, giriştiği tüm savaşları derinden düşündü. Düşünceleri derinleştiği sırada hiçlik tarafından örtüldü ve varlığı silinmeye başladı…

Girmiş olduğu yeni bilinç haliyle bazı kararlar aldı ve hiçliğe dönüşen iç alemi üzerinde bazı değişiklikler yaptı.

Başlangıçta herkes gibi farklı bölümlere bölünmüş, geniş bir iç alemi vardı. Sayısız düşüncenin yaşadığı uçsuz bucaksız dünyalar, evrenler ve alemler vardı. Mavi gökler, yeşil bayırlar ve huzurlu topraklar vardı. Havva’nın sahip olduğu iç alemse, çok daha da engin ve anlaşılmazdı.

Âdem, normalde iç alemleri kaynaştırmak ve büyütmek isterse şüphesiz çok zamana ihtiyacı olurdu. Lakin böyle bir niyeti zaten yoktu. Hızlıca hiçliğe karşı bir anlayış geliştirmesi gerekiyordu. Bu yüzden iç alemlerini işgal eden hiçliğe karşı anlamsız bir direnç yerine, onun rüzgarını kullanarak iç alemlerini süpürdü. Hiçliğin gücünü kullanarak iki iç alemi kaynaştırdı. Tüm düşünceler silinmese de varla yok arasında garip bir duruma itildi.

Şimdi onun iç alemi uçsuz bucaksız çorak bir yere dönüşmüş ve engin bir boşluğa indirgenmişti. Tüm düşüncelerini kovdu ve orada, hiçlikten önce gönüllü olarak hiç olmaya çalıştı.

Hiçliği alt etmenin yolunu bilmiyordu ama doğru yönü görmüştü.

Hiçlik, var olmayı ya da yok olmayı aşan bir konseptti. Basitçe “hiç” olmak, sadece yok olmakla açıklanabilecek bir şey değildi. Hatta o kadar yüce bir olguydu ki Âdem, Efendinin gönderdiği hiçliğin, gerçek hiçlik değil, sadece sert bir eğitim olduğunu anladı. Efendi, aşkın bir varlık olarak tabii ki hiçlik hakkında kendi görüşleri vardı ama gerçekten hiçliği kontrol edebilir miydi?

Olmayan bir şeyi kontrol altına almak… Bu nasıl mümkün olabilirdi?

Daha basit olmak gerekirse gelen hiçlik gücü, aşkın bir varlığın, hiçlik hakkındaki anlayışını içeren gücüydü. Aşkın bir varlığın gücüne dayanmak imkânsızdı. Onu toza indirgeyebilir ve hemen yok edebilirdi. Lakin hiç edemezdi. Bu durumda gelen şey hem bir ceza hem de bir mükafattı.

Aklı olup düşünenler için bu bir mükâfattı. Güç karşısında ezilmeden önce hiçlik hakkında fikir sahibi olabilirse kurtulurdu. Yoksa mutlak güç karşısında yok olup giderdi…

Her şey aşka düştüğünde başlamıştı…

Cevap aşk olmalıydı. Aşk neydi? Âdem hala bilmiyordu. İyilik miydi yoksa kötülük mi? Âdem, onları aşan bir şey olduğunu hissediyordu. Aşk ne iyi ne de kötüydü. Aşk sadece aşktı. Her şeyi verip, hiç olma pahasına peşinden koşulan, arzulanan sevgiydi.

Âdem, aşkın bir varlık olabilmenin sırlarına dokunduğunu belli belirsiz hissedebiliyordu. Bu son derece derin bir sırdı. Şu anda anlayabileceği bir şey değildi. Zamana ihtiyacı vardı.

Günün sonunda kararını net bir şekilde verdi.

“Madem hiç olacağım, Aşk uğruna olmalıyım!”

Evet, buna değeceğine düşündü. Hiçlik tarafından dalga dalga yutulurken, iç alemini düzenlemeye ve her şeyini; tüm gücünü, iradesini, aklını ve duygularını hatta tüm varoluşunu feda etmeye hazırdı.

Aşkın yolunu yürümeye karar verenler; geriye bakamaz, pişmanlık duyamazdı.

Zira Aşk ile Yola çıkmaksa niyetin, Bela ile İmtihan edilirdin…

Âdem kararını verdikten sonra durmadı ve harekete geçti. Tüm varlığı hiçlik tarafından kuşatılmışken, kendinden vazgeçmeye karar verdi. Sadece kalbini koruduğu sürece her şey iyiydi. Çünkü kalp, sevgilinin eviydi.

Bilincini, gücüyle birlikte 100 parçaya böldü ve hemen birini feda etti. Onun tüm gücünün ve bilincinin %1’i, büyük bir patlamayla infilak etti.

“Her şey olmaksa niyetim, hiç olarak başlamak kaderim!”

Gücünün sadece %1’ini fade etmiş olsa da bu güç bilincini de içerdiği için zihninin bütünlüğü bozulmuştu. Tekrar kendisi olması çok zordu. Şüphesiz bu büyük bir fedakârlık aynı zamanda büyük bir kumardı. Çünkü bu patlama hiçliği sadece bir an geri tutabilir ve sadece biraz zaman kazandırabilirdi. Fakat tek gereken oydu. Bu fedakârlık boşuna değildi.

Bilinci dağılmış ve farkındalığı son bulmuş olsa da sarsılmaz iradesi son sözleriyle ebediyet kazanmıştı…

Patlamayla neredeyse hiçlik tarafından yutulmuş Adem’in iç aleminde, yeni bir alan açıldı. Son derece küçük ve zayıf, yeni bir iç alemdi bu.

Astral denizde bu an, hiçlik tarafından yutulmuş Adem’in, ilk kez parladığı ana denk geliyordu.

Gücünün kalan %99’luk kısmı ise her biri Adem’in gücünün %1’lik gücüne ve iradesine sahip varlıklara yoğunlaştı. Adem’in iç alemi hiçliğe indirgenmiş ve yok edilmişti. Bu yüzden, Adem’in kendini feda etme pahasına açtığı bu alem, artık yepyeni bir başlangıçtı. Âdem, astral denizde yaşayan bir varlık olduğu için, iç alemi bir araftı. Bu arafın adı ise Mutlak Başlangıç Alemi olacaktı.

Bu alemin ilk varlıkları, bu alemin sınırları içerisinde doğmuş ve öncesi olmayan, mutlak bir başlangıç yapmışlardı. Bu yüzden onlara da “Mutlak Başlangıç Varlıkları” denildi.

Bu varlıkların hepsi Adem’in toplam gücünün %1’lik güç, bilinç ve iradesine sahipti. Bu yüzden Adem’i tam olarak anlayamasalar bile, onun tarafından doğurulduklarını biliyorlardı. Yüce bir amaç için var olmuşlardı. Bilinçleri ve güçleri sınırlı olsa da aslında her biri ayrı ayrı Adem’in tüm potansiyeline sahipti.

Doğabilmeleri için bu yüce varlığın ölmesi gerekliydi. Büyük bir fedakârlık yapılmış ve karşılığında sorumluluk bırakılmıştı. Havaya hafif bir hüzünle birlikte, yılmaz bir irade ve görev bilinci hakimdi. Adem’in bilgisine sahip olmasalar da, iradesini miras almışlardı. Âdem, bu varlıklar için hiç sahip olmadıkları bir baba gibiydi. Hiç görmediği çocukları için kendisini feda eden bir anne gibiydi.

Adem’in iradesini taşıyan sesi, iç alemde sonsuza kadar yankılanacaktı.

Adem’in ölümü ve mutlak başlangıç varlıklarının doğumu ile başlayan bu ilk çağa, “Gün Batımı Çağı” denildi. Bu çağın ne kadar süreceğini kim bilebilirdi? Sonuçta günleri saymak için gereken Güneş, çoktan batmıştı. Yerini dipsiz bir karanlık ve sonsuz bir yalnızlık almıştı…

Mutlak başlangıç varlıkları, basit varoluşlar değildi. Onları araftan çıkartıp, astral denize bıraksanız bile kendi başlarına var olabilirlerdi. Hiçlik tarafından kuşatıldıklarında ve bu korkunç kuvvetle karşı karşıya kaldıklarında, şüphesiz çok korktular. Önce hiçlikle savaşmak istediler ama boşuna olduğunu gördüler. Varoluşları tıpkı ataları gibi silinecek miydi?

En karanlık saatte, yapılacak olan belliydi. Kimse onların hiçlikle ne kadar uzun süre mücadele ettiğini bilmiyordu ama neticede, atalarından geriye kalan iradeye tutundular ve umutsuzluğa kapılmadılar.

Ataları, onlara doğru yolu zaten göstermişti. Sadece cesur olup, bir adım atmaları gerekiyordu.

Sonunda atanın dileği yerine gelmiş gibiydi. Mutlak başlangıç varlıkları, kendilerini birbiri ardına feda etmeye başladı ve tüm güçleri ile kendilerini patlattılar…

Âdem, ancak aşktan başka her şeyi terk eylerse kurtulabileceğini anlamıştı. Hiçlik sadece aşka dokunamazdı. O yüzden tüm gücü, tüm aklı, tüm hücrelerine kadar aşk ile dolup taşmalı, aşk ile var olmalı, aşk ile yok olmalıydı. Ondan geriye aşktan, sevgiliden gayri bir şey kalmayana kadar hiç olmalıydı. Sadece o zaman her şey olabilirdi. Lakin bir kere aşka vardıktan sonra gözünde her şey bile hiç olurdu.

Adem kendisini topyekûn patlatabilir ve hiçliği bir anda def etmeye çalışabilirdi. Lakin doğru olanın bu olmadığını hissetmişti. En küçük parçasına kadar istekli olmalı, şüpheye yer kalmamalıydı.

Bu yüzden büyük bir kumar oynamıştı. Her şeyi kadere bırakmıştı. Sonuna kadar kalbine teslim olmuş, emin bir şekilde hareket etmişti. Zira bu varlıklar ondan gelse de her birinin ayrı ayrı aklı ve iradesi vardı. Kendi başlarına, olup biten her şeyin farkındaydılar.

Yani onlar, ruhsuz, içi boş varlıklar değil tam aksine kendi kararlarını almakta özgür varlıklardı. Özgür iradeleri ile ona uyup kendilerini feda etmek istemezlerse, her şey boşuna olurdu. Hiçlik hepsini tüketip, yok ederdi.

Neyse ki çoğu kendini feda etmeye karar verdi. Bu alemin iyiliği için, atalarının hatırı için, sonraki nesiller için ve en önemlisi sevgi, aşk için kendilerinden geçmeye kararlıydılar.

İlk başta her biri muazzam büyüklükte olan bu varlıklar, Adem’in son çare açtığı karanlık ve boş alemde, sıkışık bir şekilde duruyordu. Fakat birbiri ardına kendilerini patlatmaları sayesinde, karanlık alem aydınlanmaya ve belki de güneş battıktan sonra ilk kez ışığı ve umudu görmeye başlamışlardı.

Fedakarlığın gizemli gücüyle, küçük alem hızla genişledi ve hiçlik, bu güç altında eridi. Tamamen kalbi ve saf duygularla hareket eden bu ilk varlıklar, hiçliği alt etmeyi başarmıştı. Hiçlik giderek yerini varlığa bırakıyor ve kalın bir yorgandan, ince bir tüle doğru azalıyordu.

Tam da bu noktada, astral denizde bir güneş gibi parlayan Adem’in bedenine Şeytan yerleşti. Onu bu kadar kolay bırakmak istemiyordu. Şeytan’ın gücü, denkleme dahil olduğunda, Adem’in iç alemini dehşetli bir güç doldurdu. Bu gücün gelmesiyle birlikte, iç alem korkunç bir hızda genişliyor, neredeyse hiçlikten eser kalmıyordu.

Şeytan güçlüydü. Bilgeydi. Akıllıydı. Geldiği anda Adem’in iç alemine müdahale etti ve oyuna dahil oldu.

Mutlak başlangıç varlıklarının zaten 90 tanesi kendisini feda etmeye karar vermişti. Güç ve kudrete tamahları yoktu. Sadece, sevgiyi bilen bir kalp istemişlerdi. Lakin son 9’u, bu yeni gücün belirmesi ve hiçliği bastırmasıyla tereddüt etti. Bu güç çok baskıcı ve zalimdi. Kesinlikle hiçlikle savaşmalarına yardım edebilirdi. Böylece diğerleri gibi kendilerini feda etmelerine gerek kalmazdı. Fakat bilmedikleri şey, bu muazzam gücü kabul ettikleri an, içlerinde kibir ve korku doğmuştu. Artık çok güçlüydüler belki ama, aynı zamanda kendilerini feda edemeyecek kadar da zayıftılar.

Şeytan’ın planı işe yaramış görünüyordu. Dokuz mutlak başlangıç varlığı kendisini patlatmadı. Artık çok güçlü olduklarını düşündüler ve kibirlendiler. Aynı zamanda bu gücü kaybetmekten de çok korkuyorlardı. Fakat Şeytan’ın yanıltıcı etkisi hızla geçti ve hiçlik tekrar iç alemi doldurdu.

Bu 9 varlık, sahip oldukları güce rağmen hiçliğin karşısında çaresiz kaldılar. İşte o zaman pişman oldular ama çok geçti. Bilinçleri ve iradeleri hiçliğe karıştı. Hatta varlıkları da hiçliğe karışacaktı ki Şeytan, sahip olduğu jetondan aldığı uğursuz gücün yardımı ile bedenlerini işgal etti ve onları hiçlikten kurtardı.

Diğerlerinin kalplerinde sadece merhamet, sevgi ve umut gibi duyguları taşıdı ve asla umutsuzluğun oraya girmesine izin vermediler. Kendilerini feda ettikleri son anlarında bile gelecek için umutluydular. Lakin 9’u, umutsuzluğu tattılar. Umutsuzluğun olduğu yerde Şeytan’da vardı.

Onlar artık lanetlenmişti. Şeytan’ın köleleri oldular. Uğursuz gücün yardımı ile hiçliğin baskısı altında garip ve anlaşılmaz varoluşlara dönüştüler. Artık onlara; Karanlığın, Kötülüğün, Yokluğun veya Umutsuzluğun 9 Kapısı denilecekti. Karanlığın ve tüm kötülüklerin, bu aleme giriş kapıları haline geldiler…

Astral denizde bu an, Şeytan’ın Adem’e musallat olduğu ve neredeyse hiçliği alt etmiş olan Adem’in tekrar hiçlik tarafından yutulduğu ana denk geliyordu…