Hiper Tales Logosu

HiperTale

Kaderin Şarkısı

16.Bölüm: Küçük Savaş-3

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 10:18:19
  • 0 yorum
  • 13

4060 kelime


 

İlahi Savaş Alanı, o kadar büyük ve uçsuz bucaksız topraklara, denizlere, göklere sahipti ki, iki milyar savaşçı girse bile onun dolu görünmesine yetmemişti.

Savaşa katılan tüm canlılar sayısız mücadele, katliam ve savaşa tanıklık etseler de bu savaşın, katıldıkları en olağanüstü şey olabileceğini hissettiler. Hava ağır, atmosfer yoğundu. Her iki tarafta da pek çok savaş kahramanı, efsanevi yaratık ve tanrısal varlık vardı.

Böylesine bir olayın çağlar boyunca anlatılmaya değer olacağını düşündüler ama hepsi de kalplerinde, anılarıyla burayı terk edemeyeceklerini hissettiler…

Her iki tarafta da bir milyar savaşçı vardı. Bu çok büyük bir sayıydı. Ortak bir haberleşme ağını her iki tarafta kurmuş ve merkezi bir yönetim tesis etmiş olsa da bu güçlü varlıklar kendi güçlerini organize etmek ve savaşta yönetmek istiyorlardı.

Bu yüzden her iki tarafta da kurulmuş sayısız komuta merkezinde hararetli tartışmalar yaşanıyordu. Herkes karşı tarafın gücü hakkında istihbarat toplamaya çalışırken kendi güçleri hakkında da bilgi topluyordu. Ayrıca büyük kararların alınacağı merkezden de haber bekliyorlardı.

En hızlı ve düz olanlar, şüphesiz canavarlardı. Onlar çoktan savaş alanında kendilerine uygun yerlere yerleşmişler ve habitatlarını kurmuşlardı. Sınıra yakın yerlere yerleşmeye cesaret eden güçlü yaratıklar çoktan takipçileri ile beraber savaşmaya başlamışlardı bile…

Bu vaziyette zaman uçtu ve bir çırpıda 10 yıl geçmişti.

İrili ufaklı pek çok cephe kuruldu ve savaş başlamıştı. Lakin büyük kuvvetler henüz hamle yapmamıştı. Artık her iki tarafta hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış ve kara bulutlar 10 yıldır nispeten huzurlu olan bu cennetsel dünyanın üzerinde toplanmaya başlamıştı.

Tüm taşlar yerlerinde idi. Oyun başlamak üzereydi. Tek gereken şeyse bir kıvılcımdı…

Büyük sınır kabul edilen Ulu Nehir’in, bu tarafında dağların arasında kurulmuş bir kasaba vardı. İlk etapta bir sınır garnizonu olarak kurulmuş olsa da dağların içindeki özel konumu nedeniyle hızla büyümüş ve bir kasabaya dönüşmüştü. Görevi düşman birliklerinin hareketlerini gözlemek ve haber vermekti.

Gecenin karanlığı yavaş yavaş çökerken akşam saatleriydi.

“Sıra sende!” dedi, üniformalı bir asker.

Kasabayı çevreleyen ahşap duvardaki bir gözetleme kulesinde, iki asker dama oynuyordu.

“Hmph! Tüm yapabildiğin bu mu?” Diğer asker, üniforma giymiş yaşlı adamla alay etti. “Sizin dünyanızdaki damanın seviyesi bu mu?”

Bu kasaba bir tepenin üzerine konumlandırılmıştı. Dağların konumu sayesinde doğal bir korumaya sahipti. Dolaysıyla askerler rahattı. Çok güçlü bir düşman gelmediği sürece, fark edilmeden yaklaşmaları imkansızdı.

“hi hi hi”

Tam da şu anda, kasabanın bulunduğu dağın yamaçlarında, yüzlerce garip yaratık sessizce tırmanışta idi. Tırmanırken sanki kıs kıs gülüyorlar gibi garip sesler çıkarıyorlardı ama dört ayak üzerinde oldukça sessiz ilerliyorlar ve akşamın karanlığında herhangi bir ışık kullanmıyorlardı.

Bu yaratıklar garip bir şekilde sırtlanlara benziyorlardı. Ama kırmızı gözlerinde keskin bir zekâ parıltısı taşıyorlardı. Üzerlerine garip zırhlar giymişler ve sırtlarında yaylar, kılıçlar ve topuzlar gibi sayısız silah taşıyorlardı.

Sessizce dağın yamacına yaslandılar ve kasabayı hedef alacak şekilde hemen yaylarını gerdiler…

“Sen şimdi görürsün” dedi yaşlı asker, önündeki taşı tam hareket ettirecekti ki, bir ok göğsünü deldi ve taşları kana buladı!

“Komutan!” Diğeri büyük bir panikle bağırdı. “Düşman saldırısı!” diye bağırırken hemen kendisine gelen birkaç oktan kaçındı.

Sıradan askerler gibi görünebilirlerdi ama aslında buradaki herkes efsanevi bir figürdü.

“Auuuuuvvv!”

Şiddetli bir ulumayla diğerlerinden çok daha büyük bir sırtlan ortaya çıktı ve vahşice kasabanın kapısına saldırdı. 10 metrelik dev canavar kapıyı bir vuruşta paramparça etti ve hemen sırtındaki devasa satırı kuşandı.

“Şeytani canavarlar!!”

Kasabayı büyük bir panik sardı. Hemen herkes panikle hareket etmeye başladı ve hazır olanlar dev sırtlanla yüzleşmek için öne çıktı.

“Aptal insancıklar! Bugün hepiniz benim, Sırtlan Tanrı’nın yemeği olacaksınız!”

Dev kurt satırı ile karşısına kim çıkarsa doğramaya, ezmeye ve bazılarını ağzına atmaya devam etti.

Birden yüzlerce daha küçük canavar, kasabaya hücum etti ve acımasız bir savaş başladı. Yaşlı, kadın ve çocuk fark etmezdi. Hiçbiri acımasız canavarların elinden kurtulmayacaktı.

Yaşlı asker yediği oka rağmen yıkılmadı ve hemen diğer askerin kolunu tuttu. “İşaret fişeği… Ateşle onu… Sonra da kaç! Bu bir emirdir!”

Sonra kenara yasladığı gümüş kılıcını aldı ve korkusuzca sırtlanların arasına atladı. Hemen vücudundan inanılmaz bir savaş niyeti yükseldi ve onlarca köpeği, ekinleri kesen bir biçer döver gibi doğradı.

“İlginç… Bu küçük kasabada böyle bir savaşçı olmasını beklemiyordum!” Dev sırtlan bir an için şaşırmıştı. Sonra da lezzetli bir şey görmüş gibi dudaklarını yaladı ve yaşlı askerle savaşmak için öne çıktı…

“Komutan!” Diğer asker daha fazla bakamadı. O dev yaratığa karşı hiç şansı yoktu. Hemen, gözetleme kulelerine dağıtılan bir çantayı dikkatlice açtı. Zaman kısıtlıydı. İçinde özel bir silah vardı. O asker, bu silahın nasıl çalıştığını bilmiyordu ama “tetik” denilen kolu çektiğinde, alev püsküreceğini biliyordu. Ergenekon dağından gelen talimatla tüm karakollara bu teçhizat dağıtılmıştı.

Kendisine doğru gelen acımasız şeytani canavarlara aldırmadan hemen ucunu havaya doğrulttu ve tetiği çekti. Hemen bir patlamayla gökyüzüne doğru yükselen kırmızı bir ışık gecenin karanlığını deldi…

Benzer sahne sınırın bu yakasında pek çok yerde vuku buluyor olsa ki, aynı anda pek çok işaret fişeği gece boyunca ateşlenmeye devam etti…

Milyonlarca güçlü varlığın yerleştiği ve ışıkların 24 saat boyunca hiç sönmediği Ötügen ovalarına bakan, hâkim Ergenekon dağının zirvesinde, devasa bir çadır vardı. Mavi ipekten örülmüş çadır, gökyüzü ile bir gibiydi. Çadırın önü açıktı. Böylece içinde oturan kudretli varlıklar, Ötügen ovalarına, sınıra ve karşı tarafa bakabiliyorlardı.

Ulu Kam, içeride oturan yüz kadar kişinin tam ortasında gözleri kapalı şekilde oturuyordu. Gözleri kapalı olabilirdi belki ama bilinci tüm İlahi Savaşa Alanını kaplamıştı. Olan biten her şeyin farkındaydı.

“Sonunda başlıyor…”

Patlayan işaret fişeklerinin ışıltılarıyla aydınlanması için gözlerini yavaşça açtı ve mırıldandı.

Odadaki herkesin ruh hali farklıydı. Bazıları endişeli, bazıları ise heyecanlıydı.

Yüce Baba Odin, “Ha Ha Ha! Sonunda başladı. Oturmaktan kıçım ağrımaya başlamıştı.”

Ulu Kam başını salladı ama hiçbir şey söylemedi. Zira konuşma faslı çoktan geçmişti. Onlar da çoktan sınırı ötesine hamle yapmışlardı.

Sınırın karşı tarafında büyük bir şehir…

Bu şehir özellikle sınır garnizonlarına tedarik sağlayan önemli bir noktaydı. Pek çok ticaret yolu buradan geçtiği için oldukça zengin bir yerdi. Yüksek duvarlarla çevrilmiş, ihtişamlı taş evleri ve iyi düzenlenmiş sokakları vardı. Önceki kasabaya nazaran burası gerçek bir şehirdi

çatırtı! çatırtı!

Bir anda çatlayan bir buzun sesi, şehrin sokaklarında yankılanmaya başladı.

BOOM!

Daha sonra büyük bir patlamayla, şehrin devasa çelik döküm kapısı patlayarak açıldı. Kapı önce donmuş, sonra kırılmış gibiydi. Sonrasında ise 5-6 metre boyları olan mavi tenli canavarlar içeri girmeye başladı. Onlar buz devleriydi.

“Düşmanlar burada!”

Şehri koruyan askerler hemen bağırmaya ve savaş çanlarını çalmaya başladı. Düşmanın sınırdan uzakta olan bu şehre nasıl geldiğini bilmiyorlardı. Akşam saatlerinde hiç yağmur yokken ortaya çıkan bir gökkuşağı dışında, olağan dışı bir durum yoktu…

“He he he…”

Elinde mavi renkle parlayan bir asayla kapıda bir figür belirdi. Siyah bir cüppe giymişti ve gözleri en derin gece kadar siyahtı. Devlerin arkasından şehre girdi. Gözlerini kapattı ve şehrin çığlıklarını dinlerken gülümsedi. “İşte bu müziği seviyorum.”

“Sen de kimsin!” Eski püskü gri bir cüppe giymiş yaşlı bir adam konuştu. ” Şehrime saldırmaya nasıl cüret edersin!”

O bu şehrin yöneticisiydi ama daha çok bir dilenciye benziyordu.

Asa tutan kişi, sinsi bir gülümsemeyle eğilirken kendisini tanıttı. “Loki! Odin’in oğlu. Yalan ve İlizyon Ta..”

“Kes sesini! Kim olduğun umurumda değil!” Yaşlı adam çok öfkeliydi ve Loki’nin sözünü kesti. Sonra aniden olduğu yerden kaybolup saldırıya geçti. Yaşlı bir dilenci olarak kendisinden beklenmeyecek bir hıza sahipti. Bir pençe gibi bükülen çelik gibi elleri düşmana doğru atıldı.

“Tsh!”

Loki büyük bir hayal kırıklığı içerisinde dilini tıklattı. Asasıyla savunma pozisyonu aldığı sırada yaşlı adam içinden geçti. Bir illüzyon yaratmıştı.

“Ne!” Yaşlı adam Loki’nin illüzyonundan geçip karşı tarafa düşünce bağırdı.

“İllüzyon Tanrısı diyecektim. Sözümü kesmeseydin.” Loki tekrar kendini gösterdiğinde asasını yaşlı adama doğrulttu.

“Mm?” Tam saldıracakken asanın ucundaki mavi parıltının, artık orada olmadığını gördü.

“Hehehe… Ne güzel bir taş. Onu beğendim, alıyorum.” Yere düşen yaşlı adamın elinde mavi bir taş belirdi.

“Tesseract!” Loki ne olduğunu anlamamıştı.

Yaşlı adam ayağa kalktı ve “İsmin Loki mi demiştin. Bana bu kadar güzel bir hediye verdiğin için adını hatırlayacağım. Bu yaşlı adamın adı ise Hırsızlar Tanrısı. Şimdi ölebilirsin!”

“Dikkatsizce kullanma!” Loki onu taş hakkında uyarmak istedi ama ne yazık ki çok geçti. Bir anda parlayan taştan inanılmaz bir enerji fışkırdı ve büyük bir patlamayla yakınlardaki her şeyi yok etti.

Ateş ve buz içerisinde harap olan şehre, hâkim bir tepeden bakan askerler vardı. Kendilerine doğru gelen buz devlerini görünce telaşa kapıldılar.

“Çabuk! Harekete geçip ateşi yakın. Şehir düştü! Kıdemli Hırsızlar Tanrısı öldü!”

Hemen yığılmış büyük bir odun yığınını ellerinden çıkardıkları ateşlerle saniyeler içinde yaktılar. Ateşler gökyüzüne doğru metrelerce yükseldi ve bir ateş kuşuna yoğunlaşarak daha da yükseklere doğru uçtu.

Aynı anda sınırın bu tarafında pek çok ateş kuşunun çığlıkları gökyüzüne yükseldi ve pek çok şehrin düştüğünü haber verdi.

Göklerin en üstünde uçan devasa bir kanatlı balina vardı. Balinanın üzerine inşa edilmiş Yeşim Saray’da pek çok uzman hararetle tartışıyordu.

Kendisini onlardan tül bir perdeyle ayırmış Tanrıça’nın sesi duyulduğunda hepsi sustu.

“Yeşim İmparator lütfen bir hamle yapın. Vakit geldi.” Eterik ama karşı konulamaz sesi, geniş salonda yankılandı. “Ayrıca Siyah Kamplumbağa’yı uyandırmak için en hızlı adamları gönderin. Azura Ejderha’nın başı dertte…”

Sabahın ilk ışıklarıyla savaş her iki tarafta da tutuşmuştu.

Doğu denizine hükmeden Azure Ejderha, uyurken kendisine Kraken diyen, dev bir ahtapot tarafından saldırıya uğramıştı. Şu anda tam bir çıkmazda birbirlerini sarmışlardı. Savaşları denizleri köpürtmüş, sayısız deniz canavarını kaçırmıştı.

Haber tüm hızıyla geldiğinde denizdeki dev bir ada yavaş yavaş gökyüzüne doğru yükselmeye başlamıştı. Bu adanın üzerinde milyonlarca savaşçı vardı. O yeni yeni uyanan Siyah Kaplumbağa idi. Uyanır uyanmaz Azure Ejderha’ya yardıma gitmek istedi ama başka bir uçan top tarafından geciktirilmeyi beklemiyordu.

“Ateş!”

Bu metalik top çok garipti. Bir yıldız gibi parlıyor ve gökyüzünde asılı durabiliyordu. Devasa gözünden zaman zaman ateş püskürüyor ve siyah Kaplumbağa’nın sert kabuğunu vuruyordu. Bir gezegeni bile patlatabilecek kadar güçlü saldırılardı bunlar.

Siyah Kaplumbağa birlikleri, gerek kendi başlarına uçarak gerekse bazı gemiler yardımıyla metal topa saldırmak istese de metal topun da uçan birlikleri vardı.

Kıyasıya bir savaş doğudaki denizlerde sürüyordu…

Devasa Kunpeng, milyonlarca kilometreyi birkaç gecede uçmuş ve sınıra yakın bir gölgeye gelmişti. Geçtiğimiz son 10 yılda Ulu Nehrin yakınında sayısız güçlü figür hummalı bir çalışma yürütüyordu. Yerlere garip şekiller çiziyorlar, eritilmiş nadir metaller döküyorlardı. Kimse ne yaptıklarını bilmiyordu.

“İmparatora bildiriyorum. Büyük Duvar oluşumu tamamlandı.”

Yiğit bir askerin raporu, Kunpeng’in sırtındaki Yeşim Saray’da duyuldu.

Meraklı gözler Yeşim İmparator’daydı. Bu an için 10 yıldır hazırlanıyordu. Kimse tam olarak ne tür bir sürprizle karışılacaklarını bilmiyordu. Sadece büyük savaş başlamadan önce kayıpları azaltabilecek bir savunma planı üzerinde çalıştığını biliyorlardı.

Yeşim İmparator, gençleşmiş çehresini sınıra çevirdi ve elindeki altın süslemeli yeşim yüzüğü kaldırdı. Yüzükte eşsiz bir sembol vardı.

Yüzüğü gökyüzünden bastırırken “Mühür!” diye bağırdı.

Bir anda tüm ilahi savaş alanı sallandı. Ulu Nehrin bu yakasında büyük bir duvar yerden yükselmeye başladı. Metrelerce yüksekliğinde koca dağlar gibi tüm sınırı kapatıyordu. Yükselmesi durduğunda bile sallantılar devam etti ve altın bir aura tüm duvarı kaplayıp gökyüzüne doğru yükseldi. Düşman kuvvetleri önce bu uçsuz bucaksız enerji bariyerini geçmeli sonra üzerinde fillerin yürüyebileceği kadar geniş duvarı kırmalıydılar…

Sınırın diyar tarafındaki kuvvetler yükselen duvarı izliyorlardı.

Ergenekon’un zirvesinden duvara bakan Kayra Han, “Bir duvar ha? İlginç…” düşünceli bir şekilde evlatlarına baktı. Tüm heybetiyle yükselen duvarı görünce kanı kaynamıştı. O duvarı aynı şekilde, yükseldiği gibi paramparça etme isteği içinde uyanmıştı.

Başka bir gürültüyle duvarın kapıları açılmış ve heybetli ordular sınır geçmeye başlamıştı. Hepsi normal fillerden on kat daha büyük devasa fil canavarlarına biniyorlardı.

Odin, Heimdall ile göz göze geldi ve başını salladı. Elinin bir hareketiyle dağlar ezildi ve nehirler kurudu. Sonunda antik devler serbest kalmıştı…

Odin’in haraketini gören diğer güçler de kendi öncü birliklerini harekete geçirdiler.

Yeşim Saraydakiler kendilerine doğru gelen korkunç devleri gördüklerinde paniğe kapıldılar.

“Amitabha!” Dev bir Buda heykelinin tepesinde oturan keşiş, ilk harekete geçendi.

Diğer tüm keşişlerle birlikte ilahiler söylemeye başladılar. Sonraki saniye ise üzerinde oturdukları devasa heykelin gözleri açıldı. Altın renginde parlayan gözleri ile ufka baktı.

“Buda tüm kötülükleri bastırır!”

Dev heykel dağları titreten bir momentumla duvarı geçti ve gelen devlere yöneldi. Arkasından da daha küçük Buda heykelleri takip ediyordu.

BOOOM!

Sınırı geçer geçmez büyük bir patlamayla Buda heykelinin taş kafası toza dönüştü.

Böyle bir GÜÇ!

Kafası patlayan heykel büyük bir gürültüyle geriye doğru yıkılırken, ona saldıran kişi görünmüştü. Beyaz bir pelerin ve sarı kıyafetler giyen, kel bir adamdı.

“Hey Genos! Bu keltoşlarla ben ilgilenirim. Şuna bak heykelleri bile kel! Resmen benimle dalga geçmek istiyorlar…”

Kafası bulutların üzerine çıkan Buda heykelinin tek bir yumrukta patlaması büyük şok yaratsa da dört bir tarafta süren savaşın yanında çabuk unutuldu. Normal şartlarda asla karşılaşmaması gereken güçler, şimdi ve burada çarpışıyorlardı.

Yeşim İmparator sakinliğini kaybetmedi. Kolunun bir sallamasıyla, gökyüzünü örten oklar gibi yüzbinlerce kişi yükseldi. Hepsi kılıçlarının uçunda uçan ölümsüzlerdi.

Kayra Han, uçan kuvvetlere bakınca yanındaki Ülgen’e bir bakış attı.

Ülgen öne çıktı ve Ötügen ovalarını sarsan bir emir verdi.

“DELİLER öne çıksın!!!”

Bir anda bozkırın sayısız tepesi patladı ve sadece bellerine dolanmış bir parça kumaş olan, sayısız kişi gökyüzüne yükseldi.

“İşte beklediğimiz an. Beklemek canımıza tak etti!”

Diğerleri bu birlikleri görür görmez düşündükleri ilk şey “Onlar delirmiş, çıldırmış olmalılar!”

Bu kişilerin bazıları durdurulamaz bir şekilde koşuyor önlerinde dağ tepe ne çıkarsa yıkıp geçiyordu. Bazıları ise uzun sıçramalar ile gökyüzüne yükseliyor ve her atlayışında bulutların üzerine çıkıp, yüzlerce kilometre uçarken, atladıkları yerleri kilometrelerce çatlatıyorlardı. Evet, onlar teknik olarak gerçekten uçmuyorlardı ama bunu onlara söylemeye cesareti olan var mıydı?

“Tsh!” Elinde muhteşem bir yeşim kılıç tutan, ölümsüzlerden bir tanrıça, onları hor görmüştü. Yüzünü örten ipek peçeden, zarif çehresi belli oluyordu. “Bu ölümlüler kendilerini çok düşünüyorlar!”

Yanındakilerle anlaşarak “Kılıç oluşumu!” diye bağırdılar ve güçleri yüzlerce kat arttı.

İki gurup şiddetle birbirine çarparken delilerin bağırışı da yeri göğü inletti.

“Osmanlı Tokadı!”

Bir taraf soğuk çelikten ölümsüz kılıçlar ile saldırırken, Deliler, çeliği bile bükebilecek nasırlı büyük elleriyle karşılık veriyordu.

Pat! Pat! Pat!

Clank! Clank!

Hemen sert tokat sesleri ve kılıç parlamaları göğü doldurdu.

Biraz önce kibirlenen eşsiz tanrıça, uçan kılıcının üzerinden düşerken yere ininceye kadar kaç tokat yediğini bilmiyordu. Yüzündeki tül parçalanmış, ağzı ve burnu yer değiştirmiş ve 7 deliğinden kan fışkırıyordu…

“Ha! Ha! Ha!”

Sırtında tek bir yara olmasa da göğsüne saplanmış yüzlerce kılıç yüzünden, ölmek üzere olan bir deli, son kez gülüyordu…

Havadaki şiddetli savaş devam ederken, devler ve filler karşı karşıya geldi. Hemen duvarın üzerindeki sayısız mancınık devlere doğru ateş püskürtüldü.

Devlerin arkasında, toprağa gizlenmiş sayısız garip makina öne çıktı ve duvarı topa tuttu!

Büyük duvarın önünde savaş tüm şiddetiyle sürerken, sınır boyunca uzanan duvarda zaman zaman delikler açılıyordu. Düşman kuvvetleri duvarı aştıklarında büyük bir dirençle geri püskürtülüyorlardı.

Hava, kara ve deniz savaşın alevleriyle yutulmuşken kimse yeraltına dikkat etmiyordu…

Karanlık ve çirkin askerlerden oluşan büyük guruplar, yerin derinliklerinde açılmış sayısız tünelde kıyasıya savaşıyordu. Dokuz kat yerin altında, kara bir şatoda üç büyük figürün arkasında pek çok kişi toplanmış büyük bir tartışma yapıyorlardı.

Onlar Hades, Erlik ve Anubis’ti. Bir masanın etrafında planları inceliyorlardı. Etrafta güçlerini yeraltında sergileyebilecek pek çok tanrı daha vardı.

Anubis, “Hades, korkarım Tartaros’un kapısını sınırın bu tarafında açmak zorundasınız. Birliklerimiz savunma hattını kıramıyor. Karşı tarafın Yaksha Generalleri ve Yama Tanrıları çok güçlü.”

Hades’in avuç içleri terlemişti. Normal şartlarda titanları düşmanların tarafında serbest bırakmayı ve geri çekilmeyi planlamıştı. Bir el bombasının pipini çekim atmak kadar kolay olmalıydı.

İkisinin ortasında gümüş bir tahtta kara bir adam oturuyordu. O Erlik Han idi. Çatallı kara sakalları dizlerine kadar uzamış, kara bir zırh giyen yaşlı bir adam görünümündeydi.

“Yeter! Kara Oğlanları ve Kara Kızları yardıma göndereceğim. Sadece yapmanız gerekeni yapın…”

ROOOAAAAR!

Büyük bir ejderha kükremesi yeri göğü inletti. Azure Ejderha öfkeliydi. O öfkelendiğinde denizler köpürür, gökler parçalanırdı. Yıllardır bu Kraken denilen garip ahtapot tarafından bağlandıktan sonra özgür kalmıştı.

Kraken açıklı bir duruma indirgenmişti. Sayısız kolu gövdesinden koparılarak parçalanmıştı. Ölmek üzereydi.

Onların savaşı bitmek üzereyken, kıyıda bir gurup toplanmıştı. Onlar kan kırmızı işlemeleri olan kara cübbeler giymiş insanlardı. Başlıkları yüzünden hiçbirinin yüzü görünmüyordu.

Şu anda birisi önde, diğerleri arkada denizin kenarında garip hareketler yapıyorlardı. Ağlayanları ve gülenleri vardı. Çıldırmış gibiydiler. Yere kanla çizilmiş garip şekillerin önünde secde ediyorlardı.

Liderleri denize doğru secde ederken bağırıyordu…

“Sonsuza kadar yatabilen ölü değildir.

Ve garip zamanlara ölüm bile ölebilir.

Seni çağırıyoruz Yüce Cthulu. Kraken’in kanını size adıyoruz. Sonsuz uykundan uyan!!!”

Duası bittiğinde denize doğru secde etti.

Efsanevi bir savaştan yeni sakinleşmiş deniz, tekrar kaynamaya başlamıştı.

Kraken’in parçalanmış bedeni, denizin derinliklerine çekildi. Savaştan büyük yaralarla göğe yükselmiş Azure Ejderha, denizde yükselen uğursuzluğu görünce huzursuz oldu.

Dup! Dup! Dup!

Denizin dibinden garip davul sesleri gelemeye başlamıştı. Çok geçmeden iki kırmızı göz, deniz tabanında açıldı.

Sadece kafası Kraken’in tamamı kadar olan, ahtapot yüzlü, ejderha başlı ve insansı bedenli, dehşet bir varlık denizden yükseliyordu.

“Ahhhh!”

Azure Ejderha yıllardır savaştığı ahtapotun ölü bedenini denize yeni çalmıştı. Şimdi bir başkası yükseliyordu. Çok öfkelenmişti…

Kadim ağaçların göklere kadar uzandığı, antik bir ormanda da savaş devam ediyordu.

Bir tarafta altın zırhlar giymiş heybetli askerler, kısa kılıçlar ve kalkanlar tutarak ilerliyorlardı. Kafalarında uzun tüyleri olan miğferleri vardı.

Rakipleri ise onlarla doğrudan yüzleşmiyor, ağaçlarda saklanarak üzerlerine taşlar yağdırıyordu. Taşları küçümsememelisiniz. Bu şiddette fırlatılmış taşlar, askerlerin altın zırhlarını parçalamasa da içine göçürmeye yetiyordu.

“He he he…” Ağaçların üzerinde garip bir gülüş duyuldu. İlerlemekte zorlanan askerler hemen dikkat kesildi.

Hemen askerlerin arasından heybetli ve korkusuz bir tanesi öne çıktı ve “Ben Herkül! Zeus’un oğlu. Cesaretin varsa saklanmayı bırak ve kendini göster!” miğferini çıkararak bağırdı.

Bir anda yüksek ağaçların dallarında yüzlerce garip maymun ile elinde bir sopa tutan başka bir maymun kendisini gösterdi.

“Ben de Sun Wukong ama sen bana Maymun Kral diyebilirsin, İri adam. He he he…”

“Korkmuyorsan aşağı gel!”

“Korkuyorum….”

Herkül öfkelenmişti. Böyle onursuz bir düşmanla hiç karşılaşmamıştı. Kısa bronz kılıcını kaldırdı ve şiddetle ağaca atıldı.

Boom!

Kısa kılıcı dev ağacın gövdesine vurduğunda onu kesememişti ama arkasındaki güç yüzünden doğrudan patlatmıştı!

Yıkılan ağaçtaki maymunlar paniğe kapılmış ve bağırmaya başlamışlardı. Diğer askerlerin da saldırıya geçmesiyle savaşın dozu artmıştı…

Savaş zaten yüzlerce yıldır devam ediyordu. Savaşçılar, buraya neden geldiklerini ve neden savaştıklarını çoktan unutmuşlardı. Tanrılar gökleri ateşe vermiş, kadim şeytanlar yerleri çatlatmıştı. Buraya gelen iki milyar insandan, milyonlarcası zaten öldü. Yerlerine milyonlarca savaşçı doğmaya devam etti. Bu savaş alanında bile insanlar âşık olmaya ve evlenmeye devam etmişlerdi. Sonuçta kanın akmayı hiç bırakmadığı böyle bir yerde bile mucizeler olmaya, yeni destanlar yazılmaya devam ediyordu…

İlahi Savaş Alanı’nın kuzeyinde topraklarda amansız bir savaş sürüyordu. Ülgen’in emriyle kuzeyde ilerleyen küçük bir ordu, mavi cüppeler giymiş kılıç ustaları tarafından kuşatılmıştı. Karşı taraf çok güçlü olsa bile yiğit savaşçılar kanlarının son damlasına kadar pes etmek nedir bilmezmiş gibi savaşmışlardı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde yüzlerce askerden oluşan ordu katledilmiş sadece bir yiğit ayakta kalmıştı. Hayvan postlarından giysileri çoktan parçalanmış, yaralarla dolu kaslı vücudunu ortaya çıkarmıştı. Kana bulanmış siyah sakalları ve uzun kara saçları vardı. Şu anki umutsuz haliyle çıldırmış, vahşi bir adama benziyordu.

“Erkekseniz tek tek gelin ulan!!!”

Ağzından kanlar fışkırırken bağırmaya devam ediyordu.

Ama söyledikleri, onu bir çembere almış kılıç ustalarına garip geliyordu. Çünkü zaten hepsi mavi cüppeler giymiş ve ay ışığını yansıtan zarif kılıçlar tutan kadınlardı.

“Ay Tanrıçası geliyor!”

Bir anda kadınlar yol açtı ve zarif bir bayan, kaşları çatık bir şekilde öne çıktı. Eşsiz bir tavrı vardı. Bu basit ölümlünün neden yıkılmadığını ve direnemeye devam ettiğini görmek istedi.

Vahşi adam, gelen güzelliğe baktı. Kalan aklının son pırıltısıyla onun bir çeşit komutan olduğunu anlayabildi.

“HA!”

Kalan son gücüyle bu kadına atıldı. Eğer onu esir alabilirse buradan canlı çıkma ihtimali olabilirdi. Ani hamlesi kadınları şaşırtsa da kimse müdahale etmeye cesaret edemedi. Bir anda kadının önünde belirdi ve aşılmaz zannedilen ay ışığı aurasını görmezden gelerek, onu kollarına çekti.

Adam, bu güzel kadını esir almak istedi ama onu kollarına çektiği anda eşsiz kokusuyla büyülendi. “Ne güzel bir kadın” diye düşündü içinden.

“Yaklaşmayın! Yoksa bu kadını öldürürüm!” Kırılmış kılıcını kadının boynuna tutmuş ve etrafa tehditler savuruyordu. Ama muhtemelen bu kadını kesmeye kıyamazdı. Lanet olsun! Zaten bu kadar kolay yenilmelerinin nedeni, sadece kadınlardan oluşan bu düşmanı karşı tereddütleriydi.

Şaşkın bakışlarla herkes nefesini tutmuştu. Bu kara adam, Ay Tanrıçasını esir almaya cesaret etmişti. Ay Tanrıçası kimdi? O bırakın dokunulmayı, hiçbir erkeğin bakmaya bile cesaret edemediği bir ölümsüzdü.

Ay Tanrıçasının titreyişini hisseden kara adam onu başarıyla korkuttuğunu düşündü. Ama biraz sonra duyacakları aksini düşündürtecekti.

“İyi iyi iyi… Sen kimsin kara adam? Binlerce yıldır bana dokunmaya cesaret eden tek erkeksin!” Kadının ince ve zarif elleri, demiri eğebilecek karşı konulmaz bir güçle, kara adamın kalın elini kavradı tek bir çevirmeyle diz çökemeye zorladı.

“Ahh!” Kara adam bu sefer sert kayaya çarptığını düşündü. Bu nasıl bir güçtü! Muhtemelen burayı canlı terk edemeyeceğini anladı. Kırılan kolunun acısını bastırdı ve güzel kadına geri bakarken kendisini gülümseye zorladı.

“Sadece basit bir asker. Sıradan bir savaşçı… Ama sen bana kara adam dediğin için adımı Kara Han olarak hatırlayabilirsin.” Söylenmeli ki, şu anki gülümsemesi, dişlerinin çoğu kırıldığı ve aralarından kan sızdığı için son derece iğrenç görüyordu.

Ama çirkin gülümseme ve gözlerdeki sönmez ateş, Ay Tanrıçasının nefesini bir kere atlamasına yetmişti. Serin ay ışığı ile binlerce yıldır donmuş kalbini biraz çözmüştü. Belki de bu yüzdendir, bu acımasız kadın ilk defa esir almaya karar vermişti.

“Onu götürün!”

Herkes çok şaşırdığından, bir an için kimse cevap veremedi. Sonra aceleyle, “E-Evet!” diyebildiler.

Kara Han, acımasız yaralarıyla bu kadınlara esir düşmüştü. Sınırın karşı tarafına, derinlere götürülmüştü. Orada aya uzanan bir dağ zirvesine inşa edilmiş eşsiz Ay Sarayı’nın zindanlarına atıldı. Orada onlarca yıl kaldığı söylenir. Yaraları iyileştirilse de yenileri açılmaya devam ediyordu. Çünkü en acımasız işkencelere maruz kalıyor ve bildiklerini anlatması isteniyordu.

İşkencelere daha fazla dayanamadığı bir keresinde o kadını tekrar görmek istedi. Böylece Ay Tanrıçası ile görüşmeye başlamıştı. Görüşmeleri sırasında bu yılmaz adam yumuşamış ve kalbi yavaş yavaş yer değiştirmişti. Bu sırada şok edici olan ise Ay Tanrıçasının hamile kalmasıydı.

Kara Han artık onu eşi olarak kabul etmişti ve hatta ona Ay Kağan diyordu. Çocukları olduğunda ise ona Oğuz Kağan adını verdiler…

Kara Han oğlunu kucağına aldığında artık resmi olarak taraf değiştirmişti. Verdiği bilgiler ve yaptığı yardımlar ile düşmana çok faydalı olmuştu. Oğuz Han ise olağanüstüydü. Annesini sadece bir kere emmiş ve daha sonra çiğ et ile beslenmeyi tercih etmişti. Kurtlarla çok iyi anlaşır ve Ay Sarayı’nın tanrıçalarıyla flört etmeyi severdi.

Küçük yaşlardaki kahramanca tutumu, sayısız kadının gönlünü ona kaptırmasına sebep olmuştu. Ama onun aklı gerçekte hep savaştaydı. Babası hain olarak bilinse de aslında gizli gizli ona tüm bildiklerini öğretiyordu. Annesinden ölümsüzlerin sırlarını öğrenirken, babasından tengrileri öğreniyordu.

Sonunda bir gün babasıyla gizlice anlaştı. Babası acı çekiyordu. Günahlarının bedelini ödemek istiyordu. Bu şekilde oğlunu gizlice kaçırdı ve herkes Oğuz Han’ın babasını öldürdüğünü sandı. Peşine düşen ölümsüzlerle Oğuz Han, eskiden baş tanrıların memleketi olan Ergenekon dağına sığındı. O dağın içine kimsenin fark etmediği bir yarıktan girdi. Girdiğinde yarık gizemli bir şekilde kapansa da içerideki bereketli topraklarda soydaşlarıyla yüzlerce yıl yaşadı.

Belki de bir gün tengrilerin dağını eritip dışarıya çıkacak ve dünyanın kaderini değiştirecekti…

Savaş tüm şiddetiyle yüzlerce yıl sürmüştü. Sayısız kahraman ruhunu teslim etti, tanrılar düştü, ölümsüzler öldü. Lakin bin yıl süren ve toplamda iki milyar insan ve onların burada doğan çocuklarının dahil olduğu bu destansı savaşın tüm ayrıntılarını anlatmak tabi ki imkansızdı. Sadece bazı kesitler verilebilirdi. Önemli olan sonuçtu…

Çoktan bin yıl geçmişti. Mitlere konu olan tanrılar ve ölümsüzler çoktan yok olmuş ya da çok azı kalmıştı…

Destanlara konu olan kahraman, Oğuz Han’ın oğulları Üçoklar ve Bozoklar bugünkü son savaşın galibi olmuşlardı. Düşman topraklarının en derininde yapılan bu son savaş, son derece destansıydı. Tam yüzyıl sürmüş ve nihayet son düşman öldürüldüğünde ve kalanlar esir edildiğinde bitmişti.

İlahi Savaş Alanında sayılar ve alan, ilk başta eşit gibi görünse de aslında Havva’nın ortaya çıkardığı güç, Adem’in kuvvetlerinden çok daha güçlüydü. Adem’in kuvvetleri çeşitli olsa da Havva’nın toplam gücünün yanından bile geçemezdi. Havva adil şekilde yapılan böyle bir alem savaşında kesinlikle Adem’i ezip geçeceğine inanıyordu…

Kimse bilmiyordu ama bu savaş alanında ne zaman biri ölse, görünmez, şeffaf bir enerji teline dönüşür ve karşı tarafın kapısına emilirdi. Bu şekilde başlangıçtaki güç farkı zamanla Adem’in lehine değişti. Havva gitgide zayıflarken Âdem sürekli güçlenmeye devam etti…

Ötügen ovalarına bakan Ergenekon dağının, bulutlarının üzerine çıkan zirvesinde, yalnız bir figür duruyordu. O ulu Kam’dı. Bugün savaşın son gününde gözlerini yeniden açmıştı. Bir güneş gibi parlayan gözleri, uzaklardaki Tanrıçanın parlayan gözleriyle karşılaşmıştı. Hemen dudakları kıvrıldı.

Şu anda ikisi de avatar durumuna girmişlerdi. Bedenleri ezici bir güçle dolup taşıyordu. Zihnine inanılmaz bilgiler akarken tüm dünya avuçlarının içinde gibi hissediyorlardı.

Güzel Tanrıça hareketlendi ve devasa kızıl bir Anka kuşu çağırıp, sırtına bindi.

Ulu kam da aynısını yaptı. Ergenekon dağı titredi ve içinden ulu bir bozkurt türedi.

Gökyüzünde karşı karşıya geldiler. Yerlerdeki heybetli ordular secdeye kapanmış bu kutsal varlıkların son savaşına tanık oluyorlardı.

Ulu Kam, gökyüzü gibi bozkurttun sırtında duruyordu. “Vazgeç artık bitti. Bizi yenemesin!” dedi.

Tanrıçanın yumrukları sıkıldı. “Neden! Biz çok daha güçlüydük, neden kaybettik!” diye sitem etmekten kendini alamadı.

Ulu Kam derin bir iç çekti. “Nedenini biliyorsun… İkimizin de çaresiz olduğu bazı güçler var…”

“Tahmin etmem gerekirse, tüm gücünü bizi gerçekten yok etmek için kullanmadığını söyleyebilirim. Sanki… Sanki kazanmaktan korkuyor gibisin!”

“İmkânsız!” Tanrıçanın sözleri mutlak bir inkarla doluydu. Ama kalbini rahatsız eden bir şey vardı. Sonra aşağı baktı ve savaşı kazanan, o çocuğun soyundan gelenler olduğunu gördü. Neticede doğmaması gereken bir çocuktu. Yaşanmaması gereken, yasak bir aşktı.

“Aşk yüzünden kaybettim mi?” Tanrıça gözlerini kapattı ve mırıldandı.

Tanrıça sonucu kabul etmekte isteksizdi. Bedenini dolduran muazzam gücün iradesi de isteksizdi. Bunu hissedebiliyordu.

Sonuçta bu dünyanın ilkel güçlerini kuşandıkları için savaşları dünyayı ve arada kalan herkesi yok edecekti ama kazananı da kesin olarak belirleyecekti.

Ve böylece son savaşlarına başladılar…

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu