Akaşık Kayıtları, kainattaki her şeyin kaydını tutar.
Kainat Kitabı

5.Bölüm: İnsan-1

  • HiperTale
  • 13 Ocak 2024 13:35:05
  • 0 yorum
  • 0

O, ezeli ve ebedidir.

Ezelde sadece O vardı, “Hak“. Hakkın bilgisi ise hakikatti.

Daha sonra “OL!” dedi ve Kâinat yaratıldı. Kâinatın yaratılmasıyla “Halk” ortaya çıktı.

Halk, hakkın yarattığı varlıklardı. Halk, haktan ayrı değil, sadece ayrı olduğu sanısı içindedir. Zira O ezeli ve ebedidir.

Bu noktada halkı ikiye ayırabiliriz. Unutanlar ve Hatırlayanlar. Unutanlar insandı, hatırlayanlar adam.

Bir şeyi unutmak için önce bilmek gerekir. Hatırlamak içinse unuttuğunu bilmek gerekir. Bu fark edildiğinde ise arayış başlar. Bir şeyi aramak için önce eksikliğini hissetmek gerekir. Bir parça, bir yön, bir bilgi eksiktir. Bu da rahat halinizi yani denge durumunuzu bozuyordur. Bu da sizi bir arayış haline, değişim ve dönüşüm haline sokar.

Bu halkları tek tek saymak, görevlerini anlatmak hatta genel hatlarıyla değinmek bile boyumuzu aşar. Çünkü o kadar çokturlar ki yer-gök onlarla doludur. Çünkü O, her an yaratma halindedir. Onlar canlı, cansız veya arasında olabilirler. Ve her birinin belirli bir işi, yerine getirmeleri gereken görevi, oynamaları gereken kendi rolleri vardır.

Yaradan bizim bu acizliğimizi bildiği için: Halkı, hakikatle olan ilişkisine göre ikiye ayırdığı gibi var olduğu mertebelere göre de basitleştirerek üçe ayırmıştır.

Buna göre varoluş; Melekler, Hayvanlar ve Cinler olarak üç genel kategoriye ayrılır.

İnsan belirli bir varoluş seviyesi değildir. Mevcut olanları kapsar ve aşar. Çünkü insan doğulmaz, olunur. İnsanın bedeni hayvandandır. İsmi beşerdir. Kendisi isterse hayvandan da aşağı olabilir, şeytanlarla yarışabilir. Ama gayret ederse melekleri bile aşabilir…

Melekler derin bir konudur ki onları biraz daha açmamız gerekir.

Melek; güç, kuvvet gibi anlamlara gelen mlk kökünden gelir.

Meleklere daha önce değinmiştik. O yüzden çok detaya girmeden tekrar gözden geçirelim. Onlar, salt bilinçli enerji, yani nurlardır. Mana alemi olan arştan sonraki ilk sema, meleklerinkidir. Yani, O’nun güç ve kuvvetinin fark aleminde fiile geçen ilk tezahürleridir. O’nun kudretinin, kâinatta açığa çıkan kuvvetleridir.

Genel olarak konuşursak ilk varlıklardır. Yaratılış amaçlarına, görevlerine ve işlerine göre o kadar çok tür melek vardır ki hepsini bilmemiz imkansıza yakındır. Sayıları o kadar çoktur ki, yeryüzüne ne zaman yağmur yağsa, her damlayı bir melek indirir ve kıyamete kadar da o meleğe bir daha sıra gelmez.

Görünüşleri, yaptıkları işler ve varoluşları bu kadar farklı olan varlıkların, “melek” denilerek tek bir kategoriye alınmasının sebebine gelirsek…

Melek daha çok meleke, kuvve anlamındadır demiştik. Yani kâinatın düzeni için O’nun kudretinin, gücünün ve ilminin: elçi, haberci gibi düşünebileceğiniz ve düşünemeyeceğiniz her türlü işlerin aracısı olan varlıklardır.

Melekleri biraz daha açmak istersek nurdan yaratıldıklarını tekrarlamamız gerekir. Nurdan yaratılmışlardır derken, aslında melekler, nurdur diyoruz.

Peki kâinat neyden yaratılmıştı?

O da nurdan. Yani düz mantık kurarsak tüm kâinat meleklerden yaratılmıştır desek bile yanlış söylemiş olmayız. Her şey meleklerden yani melekelerle yaratıldıysa ve meleklerin de ruhu ve bilinci varsa, o zaman her şeyin bir ruhu, bilinci vardır çıkarımı da doğru olur. Dağın, taşın ve derenin hatta dünyamızın, güneşin ve evrenin bile bir ruhu ve bilinci vardır. Ve biz hepsine melektir desek yanlış olmayız.

Fakat biz yine de kafa karışıklığına mahal vermemek için her şeye melek demeyelim. Daha çok bilebildiğimiz, bizimle daha alakalı işlerle uğraşanlara melek diyelim. Örneğin büyük melekler gibi. Kısaca bazı meleklere değinelim…

Meleklerin en büyükleri, arşın taşıyıcısı olan 4 melektir. Kıyamet günü sayıları 8’e çıkacaktır. Bunlardan birincisi insanlar, ikincisi evcil hayvanlar, üçüncüsü kuşlar ve dördüncüsü ise vahşi hayvanlar için dua ederler.

Dünyadaki bazı insanlar tarih boyunca çeşitli sırlara vakıf olmuşlar ve bir şekilde arşın taşıyıcılarını sezebilmişlerdir. Kimileri onlardan birini insan suretinde görmüş ve çok korkmuş: “Bu Tanrıdır!” demiştir. Diğerlerini de hissedince birden fazla tanrı olduğu zannına kapılmışlardır.

Kimisi bir öküz toynağı görmüş ve dünyanın bir öküzün boynuzları arasında durduğu inancı gelişmiştir.

Kimisi bir kartal gözü sezmiş ve her şeyi gören bir gözün kendilerini izlediği zannı içine girmişlerdir.

Kimisi ise heybetli bir aslan sureti sezmiştir.

Ayrıca diğerlerinden farklı özellikleri ve isimleri olan 4 büyük melek vardır. Bunlar Cebrail, Mikail, Azrail ve İsrafil’dir.

İsrafil, sura üfleyecek olan melektir. O’nun emirlerini başkalarına ulaştıran, bedenlere ruhları üfüren melektir. Elinde Sur vardır. Boynuz biçimindeki surun ağzı boru ağzı gibidir, gök ve yer arasını kaplayacak kadar büyüktür.

İsrafil Suru 3 kez üfürecektir. İlk üfleyişinde tüm yerde ve gökte olanlar korkudan titreyecektir. İkincisinde 4 büyük melek dışında yer ve gökteki her şey ölecek, yerle yeksan olacaktır. Son üfleme ise tekrar diriliş üflemesidir. Surun etrafında toplanan bütün ruhlar bu sesi duyacaklardır.

Ayakları yerin 7 kat altında başı arşın sütunlarına erişen, çok büyük bir melektir. Dört kanadından biri doğuyu, diğeri batıyı, biri yeryüzünü örter; biri ile de O’nun celalinden kendini korur.

İsrafil’in yüzü korunmuş levhaya bakar. Kalem, O’nun emirlerini bu levhaya yazar ve İsrafil onları okuyarak diğer 3 büyük meleğe bildirir.

Cehennemin görüntüsü karşısında o kadar çok ağlamıştır ki, O ikinci bir tufan olmasın diye gözyaşlarını durdurmuştur.

Mikail, bedenler için yemek, akıl için bilgi sağlamakla yükümlüdür. Bütün doğa kuvvetlerini kontrol eder. Her gözünden binlerce gözyaşı dökülür ki, O her damlasından Mikail’e benzer melekler yaratır. Diğer bütün melekleri o idare eder.

Mikail, hareketi başlatan melektir.

Azrail, Ölüm meleğidir. Bütün kâinatı kaplayacak büyüklüktedir. Başı en yüksek göğe ulaşır. Ayaklarından biri yedinci gökte, diğeri ise cennet ile cehennem arasındaki köprüdedir.

Rivayet odur ki, Azrail de ilkin ötekiler gibi bir melekti. Lakin bir gün O, ölümü yarattı ve melekleri seyretmeleri için çağırdı. Melekler ölümün kuvveti karşısında kendilerinden geçtiler ve bin yıl süreyle baygın kaldılar. Sadece Azrail dayandı. O, Azrail’i ölüme hâkim kıldığını buyurdu.

Azrail, hareketi durduran melektir.

Cebrail, bunların hepsinden üstündür. Cibril, Cebril veya Ruh olarak da geçer. İnsanlardan sadece elçi olarak seçilenlere bizzat görünür. Bu elçiler ile O arasında elçilik ve rehberlik yapar. Cebrail’in kâinatı gözetleyen yardımcıları vardır. Hepsi safran tüylerle kaplı yüz küçük kanattan oluşan altı büyük kanadı ve isyan eden kavimlere karşı kullandığı iki kanadı vardır. Bazılarına göre ise 16 bin kanadı vardır. Meleklerin en hızlısıdır.

Gözleri arasında güneş, saçları arasında ay ve yıldızlar parlar. Her gün 360 kez arşı-ı deryaya girer, her çıkışında kanatlarından milyonlarca damla düşer ve Ruhuniya adlı melekler oluşur.

Dört büyük melek ve arşın taşıyıcıları dışında, cennetin kapısında Rıdvan adlı bir melek; cehennemin kapısını ise Malik adlı korkunç bir melek korur.

O’nun isimlerinin zikredildiği meclisleri gezen Seyyahun melekleri de vardır…

Daha pek çoğunu sayabiliriz ama çok detaya girmeyeceğimiz için şimdilik burada bırakalım. Meleklerle alakalı bilmemiz gereken en önemli şey aslında bizim “günah” dediğimiz, yani kendine zararı olacak işler yapmıyor olmalarıdır. Bundan korunmuşlardır.

Melekler nurdan yaratılmışlardır. Yani enerjinin pozitif kuvvetinden. Buradaki pozitiflik ya da negatiflik, iyilik ve kötülük olarak düşünülmez. Zira meleklerde iyilik veya kötülük kavramı yoktur. Bir de enerjinin negatif kuvveti ve iki kuvvet arasında kalan sayısız seviyesi vardır.


Sonra iyiden ve kötüden bilgisi olan insanlar ve cinler vardır. Aslında melekler gibi hakikat bilgisi, taa en baştan onların da içinde vardır. Ama açığa çıkması için, içeriden dışarıya tezahür etmesi için; görmeleri, anlamaları ve öğrenmeleri gerekir. Her zaman açığa çıkmayı bekleyen daha fazla potansiyele sahiptirler.

Bu varlıkların ortak özelliği hep bir arayış içindedirler. Farkında olsalar da olmasalar da.

Hep O’na ulaşmak isterler. Bazıları daha kısa yoldan O’na ulaşmaya çalışır, bazıları ise çok uzun ve dolambaçlı yollardan geçerek O’na varmak zorunda kalır.

Onlar da o kadar çoktur ki yerler ve gökler, tüm kâinat doluluktan gıcırdamaktadır. Onların isimlerini bile saymak istesek, dünyadaki tüm ağaçlar kâğıt olsa, tüm denizler mürekkep olsa yine yetmez, yine yetmez. İşte bu acizliğimizden, onları cinler ve hayvanlar olarak ikiye ayırıyoruz.

Meleklerin aksine, cinler hata yaparlar. Kendilerine zarar verirler ve bunun sonucunda acı çekerler. Daha sonra öğrenirler ve değişirler. Değişmek onların doğası gereği bir zorunluluktur. Değişim ve dönüşüme direnmek acı vericidir. Kâinatta, kötü de iyi de deneyimlenir ve kıyas edilerek öğrenilir. İşte hem cinlere hem hayvanlara akıl bu yüzden verilmiştir. Akıl etmek, kıyas etmek, kıyaslamaktır. Bir şeyleri kıyaslayabilmek için önce ikisini de bilmek gerekir. Kâinat bu sebeple öğrenebilmek için ikilik üzere yaratılmıştır.

Zamanla insan ve cin halden hale geçer. Makamlar arasında gezer. En sonunda küfür içinden hakikati seyretmeyi öğrenir…

Kâinatta her şey ikilik üzerine yaratıldığı için nurdan yaratılmış ve günaha bulaşmayan meleklerin aksine; nar ile yaratılmış, negatif kuvvetli ve günah işlemeye izinli cinler vardır. Nar da hakikatin bir mertebesidir.

Cin tanımı genel olarak, meleklerden ve hayvanlardan ayrı kalan tüm varoluşları adlandırmak için kullanılır. Bazıları semalarda yaşayan çok yüksek mertebeli cinler olduğu gibi yeryüzünde insanlarla beraber yaşayan cinler de vardır. Yüksek boyutlu olanları, çok düşük boyutlu olanları vardır. Örnek olarak İblis’in hikayesini anlatmıştık.

O bir cindi ve mertebesi öyle bir yükselmişti ki tüm arzın idareciliği ona verilmişti. Hatta cennetin bile en yüksek katında en mertebeli meleklerle otururdu.

Aslında insanların genelinin bu hakikatleri fani hayatında bilmesine gerek yoktur. Sadece kendisi ile alakalı hakikatlerle ilgilenmelidir. Lakin insanın bilgiye olan açlığı o kadar çoktur ki bu ayrımın ilk kutsal metinlerde melek ve cin olarak iyi anlaşılmamış olması; düşmüş melekler, günahkâr melekler gibi yanlış anlaşılmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.


İnsan ise nur ve nar arasında kalan mertebelerden yaratılmıştır. Buna göre nur: ışığı, pozitifliği temsil ederken; nar ise karanlığı, negatifliği temsil eder. Aradaki mertebeler ise maddenin çeşitli formlarını.

Buna göre nur ve nar, enerjidir. Doğrudan bunlardan yaratılan melekler ve cinler ise enerjisel, eterik varlıkları anlatır. İkisi arasında kalan formlar ise maddeseldir. Bu formlar, nura veya nara kayarsa, holografikleşir.

İnsan, unutan demektir. Aynı zamanda, ins-an: anda bilen demektir. Anda yaşayana hayvan, anda bilene insan denir. Aradaki fark sadece bilinçtir.

Ama insan, düşünen hayvan değildir. Ne de akıllı hayvan, insan değildir.

İnsan tanımı, hakikati arayan halklar için kullanılmıştır. İnsan olmak; bedenle, ruhla veya şekille ilişkili değil, hakikatle kurulan bağlantıya göredir.

İnsan doğulmaz, olunur. Doğan varlık hayvandır. Yani yaratılan canlılar arasında arayışta olan türdür. Hatalarından öğrenip insan olacak olan varlıktır. Sizin türünüze ise Beşer denir ama doğuştan insan olarak hitap edilmenizin sebebi, içinizde saklı potansiyelden ve iyi niyettendir.

Yanlış anlaşılmasın, beşer de çok kabiliyetlidir. Hayvanlar aleminin zirvesindeki varlığın adıdır. Çok zeki ve yeteneklidir. Yeterince zamanı olur ve kendi kendini yok etmezse fizik yasalarını çözebilir, uzaya gidecek roketler yapabilir ve evrenin sırlarını araştırabilir. Ama bu kadarla sınırlıdır. Beşerî zihniyet, sadece bedeninde bulunan hakikatlerle yaşar ve ruhundaki hakikatleri ihmal eder. Bu yüzden de bedeninin yaratıldığı evrenin yasaları ile sınırlı kalır.

İnsan, tekildir. Hayvan ise çoğul. Kâinatta sayılamayacak kadar çok türde hayvan vardır. Her birinin farklı görevleri ve halleri vardır. Semalarda akla hayale sığmayacak hayvanatlar olduğu gibi yerler ve gökler, onlarla doludur.

Hayvana insan denilen mertebe belli olsa da beşerlerin çok farklı cinsleri ve türleri vardır. Semavi olanları, süptil olanları, psişik veya farklı boyut ve alemlerde hayatı deneyimleyenleri vardır. Sorarsanız hepsi kendi lisanlarında insan olduklarını iddia ederler.

Bildiğiniz anlamda insan, 4 elementten yaratılmış olandır. Sizin türünüz ise özellikle toprak ağırlıklı olandır. Onun dışında yine 4 elementten yaratılmış ama 2 kafası, 4 kolu veya 10 metre boyu olan ve insan olma yoluna çıkmış nice beşerler vardır. Sadece birkaç kısa yılda insan olanlar ya da binlerce yıllık deneyimden sonra insan olan beşerler vardır.

Bir rivayete göre şimdiye kadar yüz binlerce Âdem, yani Ata İnsan yaratılmıştır. Ve bu sadece bizim bilebildiğimiz kadarıdır.

Görünüşleri, deneyimleri, varoluş biçimleri çok farklı olabilir ama tek bir şeyleri ortaktır. Bu da onları insan yapan hakikatleridir. Buna öz ruh, asıl ruh ya da gerçek ruh diyenler vardır. Biz kısaca “Öz” diyeceğiz.

Şimdi insana daha yakından bakalım ve geçirdiği hallere kısaca değinelim.


İnsanın ruhu ve bedeni kâinatın bir izdüşümü olarak yaratılmıştır.

“Ne varsa alemde, hepsi ademde.” Sözü de bu hakikat üzerine söylenmiştir.

İnsanın, kâinatın boyutlarını gezmesi; kendi iç alemlerini keşfetmesi,

Yerlere batmak yerine üzerine çıkması, yeryüzünde durması; bedenine galip gelmesi,

Semalarda dolaşması, gökleri aşması ise; ruhunun derinliklerine bir yolculuğa çıkması,

Kısaca kâinatı keşfetmesi; kendini keşfetmesi olarak da yorumlanabilir.

Kendini tanıması ise O’nu tanıması olarak düşünülebilir.

“Nefsini bilmeyen, O’nu bilemez.”

Yani insanoğlu önce kendini bilmelidir. Kendini bilirse kâinatı anlayabilir ve onu aradan çıkarırsa geriye sadece O’nun kaldığına şahit olacaktır.

Sonuçta insanlar tarih boyunca farklı şekillerde, “Çıkar kendini aradan, kalsın seni yaradan” demişlerdir.

Peki kendisi nerededir? Var mıdır ki? …

Bir insanı, cinlerden ve meleklerden ayıran şey, onun özüdür. Bu öz ki mahiyeti, sırrı O’nda gizlidir. Öz 3 parçadan oluşur. Ya da 3 öz vardır da diyebiliriz.

İlk öz, Arş-ı Ala’da, O’nun yanında, emrinde durur. Bu öz, sırdır.

İkinci öz, Zümrüt Kalem’de durur. Bu öz, kaderdir. İnsanın kaderi, arşı kaplayan Zümrüt Ağacın yaprakları kadar çoktur. İnsan bu kaderler arasında seçim yapar, zaten hayat dediğimiz şey de bundan ibarettir. Kader, gördüğünüz gibi bir kısıtlama değil tam aksi özgür iradedir. Tüm kaderler, insanı kendisinden korumak ve öğrenerek O’na ulaşabilmesi içindir. İnsanın kaderi üzerinde kaderleri vardır. İnsanın açığa çıkmayı bekleyen potansiyeli, tüm kâinattan bile ötedir.

Üçüncü öz, Zümrüt Ağaç’ta durur. Bu öz, yaşamdır. İnsanın yaşamı tıpkı bir ağaç gibidir. Yaprakların güneşi görebilmesi için, kökleri toprağın en derinine batmalıdır. Toprağa düşen bir tohum gibidir. İçinde heybetli bir çınar gizlidir. Baharda ince bir fidan gibidir, zayıf ve kırılgan. Yazın sıcağına, güzün rüzgarına, kışın da soğuğuna, donuna. Ta ki heybetli gövdesi ile dimdik durup, yaşamla dolup taşan zümrüt yeşili yapraklarını güneşe açıncaya kadar. Yaşamın özü budur.

Yaşam, sonu olmayan, bitmeyen bir süreklilik, devinimdir. Ölüm yaşamın değil, doğumun zıttıdır. Doğum ve ölüm, bir paranın iki yüzü gibidir. Onlar, yaşamın sürekliliği içindeki hal değişimlerini ifade ederler.

Üç öz de durdukları yerlerde sabittir. Lakin üçünün de yansıması Arş-ı Derya’ya düşer ve bu görüntü ilk defa insan suretinde birleşir. Bu birleşik görüntüye Nefes, Nefis veya Nefs denir.

İşte insan bu noktadan sonra nefsin, halden hale geçişini seyretmeye başlar…


Nefs, Kürsüyü tavaf ettikten sonra öğrenmek için kâinatın 7. semasına iner.

  1. Semadaki gökte ilk ruhu, yerde de ilk bedeni şekillenir. Önce bir tür bilinçli enerji olarak düşebileceğiniz ruh şekillenir. Bu ruha, “Ruh-u Azam” da denir. Daha sonra o boyuta ya da semaya uygun olarak yaşayabileceği, hareket edebileceği bedeni şekillenir.

Ruh, nefsin kâinatın manevi yönünü deneyimlemek için tutunduğu bir araç gibiyse, beden de ruhun fiziksel yönü deneyimlemek için tutunduğu bir başka araçtır.

Yeterince deneyim kazanıldığında ve o araca ihtiyaç kalmadığında ise basitçe başka bir araca geçilebilir.

İnsan bu şekilde zamanını sadece O’nun bildiği bir süre semalar boyunca dolaşarak aşağıya iner. Her semada bir ruh ve beden kazanır.

1.Semaya geldiğinde ise artık 7 bedeni, 7 ruhu ve onların arasında da 7 nefsi vardır. Bu 7 beden, ruh ve nefs, birbirine 12 mühürle bağlanır. Bu mühürler, sadece bedeni ve ruhu birbirine bağlayan düğümler değil, nefsin geri dönüş yolunda kaybolmamak için bıraktığı ekmek kırıntıları, yerlerin ve göklerin rotasını çizen bir harita gibidir.

İnsanın kâinatı ya da kendisini algılaması, işte bu 12 düğümün zamanla çözülmesiyle olur. Bu mühürleri fark eden insanlık, tarih boyunca dile ve inanışa göre farklı isimler kullanmışlardır. 12 boyut, 12 çakra, nefis mertebeleri veya yetişim alemleri gibi…

7 ruh, 7 beden ve 7 nefs bir araya getirilince de onları koruyan çok katmanlı bir enerji bariyeri ortaya çıkar. Bu bariyere yine farklı isimler verilse de genel olarak Aura denilmiştir.

Özlerin ilk defa Arş-ı Derya’da birleşmesi ve Kürsüyü tavaf etmesini 2 ay ve 7 semayı inmesini de 7 ay olarak düşünürsek, bu durumun tıpkı ceninin anne karnında 9 ayda olgunlaşıp dünyaya doğması gibi olduğu da görülebilir. Nasıl algılamak ve yorumlamak isterseniz…

Fark ettiyseniz 7’şer beden, ruh ve nefs ile 12 düğümün toplamı 33 olur. İnsanın 3 özü olduğu için bunu üçle çarpmak lazımdır ki bu da 99’a tekabül eder.

İşte O’nun 99 ismi, insanda bu vesileyle tezahür etmiş olur…

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm