Hiçlik tekrar köpürmüş ve Mutlak Başlangıç Alemini işgal ederek, doldurmuştu.
Şeytan bazı anlaşılmaz kötü güçlerin yardımı ile 9 varlığı, hiçlikle uyumlu hale getirmiş ve varlığını bölerek onların içine yerleşmişti. Yani, Adem’e Havva’ya ve alemlerine ne olduğunu artık umursamıyordu. Kendisini güvenceye almış, yerleşecek umutsuzlukla dolu 9 kalp bulmuştu. Alemin hiçlik tarafından yutulup, Adem’in düşmesini dört gözle bekliyordu.
Fakat hayal kırıklığına uğradı. Çünkü hiç beklemediği inanılmaz bir şey başına geliyordu. Hiçlik alemi taşkın bir sel gibi doldurduğunda, üçünün gücü ve hiçlik garip bir durumda dengelenmişti. Bu anlaşılmaz denge Şeytan’ın kavrayışını aşıyordu…
Âdem elbette mutlak başlangıç varlıklarının boşu boşuna kendisini feda etmesini istememişti. Âdem, onların fedakarlığı ile birlikte hiçlik üzerindeki kavrayışı artmıştı. Hiçliği, iç aleminden tamamen kovamasa da iç alemini ona uygun hale getirebilir ve bir denge halinde tutabilirdi.
Şeytan, aşkın bir varlığın hiçlik gücüyle dolu, böylesine korkunç bir alemin var olabileceğine asla inanmazdı. Böyle bir iç alem, sonunda dağılmaya mahkum olmalıydı. İçinde yaşam barındıramazdı.
Bu alem, 3 astral varlığın ortak gücüyle kurulmuş, korkunç geniş ve inanılmaz katılıkta gerçekliği olan bir alem olsa bile yine de Aşkınların gücü karşısında ezilmekten kurtulamazdı.
Mutlak başlangıç varlıkları, kalplerinde hiçbir pişmanlık ve kötü duygu olmadan, büyük bir inanç ve umutla kendilerini patlattıklarında, aslında hiçliğe karşı etkili bir güç açığa çıkaramazdılar. Patlamaların gücü, anında hiçliğe karışarak yok olurdu. Hayır, o güç başka bir şey için kullanıldı. Onların haberdar olmadığı, içlerine gizlenmiş, küçük bir umut için.
Onlar kendilerini patlattıklarında her birinin içine en başından ekilmiş alem tohumları, gerekli olan büyük bir sevgi ve umut gücüyle çatlayarak, büyümeye başlamıştı.
Üstelik bu alemler, hiçliğin gücüne karşı bağışık, hatta o güçle kaynaşmış olarak doğdular. Tabii ki hiçliğin gücü zorlayıcıydı. Ama yok edici değil, bir fidanı büyüten şiddetli rüzgarlar, kavurucu sıcaklar ve dondurucu soğuklar giyidi. Hepsi fidana zarar veriyor gibi görünse de aslında büyüyen ağacın daha da dayanıklı ve sağlam olması için gerekliydiler.
Sonuçta öldürmeyen sıkıntı, olgunlaştırırdı.
Bu alemlerden tam 18 bin tane vardı. Alemler başarıyla doğmuş, hiçliğin gücü artık birincil tehlike olmasa da en karanlık saatler henüz başlamıştı.
18 bin alemin doğuşu ile Adem’in iç aleminde Gün Batımı Çağı bitmiş, yerini Karanlık Çağ almıştı.
…
Karanlık çağda, 18 bin alem küçük birer tohum olarak, onları sevgiyle büyütecek gün ışığından mahrum büyümeye başladılar. Sanki tüm ışık, doğumlarında harcanmış geriye sadece karanlık kalmıştı. Ama içten içe biliyorlardı. Bu karanlık, toprağın altındaki karanlıktı. Yeterince büyülerse gün ışığını tekrar görebileceklerdi.
Şeytan, Adem’in hiçliğin gücünü kullananan alemler düşünebildiğini görünce çok kıskanmıştı. Çünkü bunun için kendisi bile yardım almak zorunda kalmıştı. Oysa Âdem, her şeyi kendi başına akıl ediyordu.
Tabii ki Adem’e bu aklı verenin kendisi olduğunu, kibrinden dolayı asla düşünmezdi…
Karanlık gökyüzünde birer inci gibi parlayan alemlere baktı. Evet henüz küçüktüler ama inanılmaz bir potansiyele sahiptiler. Kendi başlarına doğru yolda büyümelerine izin verilirse, Adem’in sahip olacağı toplam gücü düşünmek bile istemedi.
“Şüphesiz bu 18 bin alem tam olarak büyürse, belki de sadece Aşkınların sahip olabileceği kadar büyük bir arafa dönüşecektir.”
Daha sonra Şeytan, yardım alarak bile olsa kendi yaptığı 9 iğrençliğe baktı. Bozuk ve iğrenç görünüyorlardı. Alemler gururla parlayan yıldızlar gibiyse, 9 kapı görülmemek için iyice siyahlaşarak, alemin dokusuna karışan, kara deliklere benziyordu.
Şeytan yine de iyi ki burada olduğunu düşündü. Burada olmasa ve Âdem, tüm potansiyeli ile başıboş bırakılsa, gelecekte artık gölgesini bile takip etmeye layık olmayacağını düşündü…
Kesinlikle müdahale etmeliydi ve işleri bozmalıydı.
“Ben buradayken özgürce hareket etmeyi unutsan iyi edersin!”
Şeytan kararını verdi ve karanlığın 9 kapısı, iç alemin dipsiz karanlığında sessizce hareket etmeye başladı.
…
Alemler ilk başta küçücüktü. Önce zindanlar gibi minicik olsalar da sonra diyarlar, dünyalar, yıldızlar ve evrenler kadar büyüyeceklerdi. Nihayetinde bir sema olan arafı dolduracaklar ve Mutlak Başlangıç Aleminin altındaki en büyük alemler olacaklardı.
Onlar tıpkı yeni doğmuş bebekler gibiydi. Her şeyi merak ediyorlar ama çok az biliyorlardı. Sadece doğdukları mutlak başlangıç varlıklarından bazı belirsiz anılar miras alabilmişlerdi. Kalpleri sevgiyle doluydu ve kulaklarında Adem’in yılmaz iradesi vardı.
Yavaş yavaş hepsi aynı görünen birer tohum halinden, olmak istedikleri ağaca doğru evirilmeye başladılar. Bazıları belli belirsiz bazı bitki ve ağaç formları alırken, diğerleri hayvan ve balık şekillerine bürünmeye başladılar. Ulu ağaçlar ve devasa ucan balinalar gibi boşlukta özgürce hareket ediyorlar, birbirleriyle etkileşime giriyorlardı.
Bilgi alışverişi yaparken dostluklar kuruluyor, engin Mutlak Başlangıç Alemini keşfetmek için seyahatlere çıkıyorlardı. Tabii bu seyahatlerde bazı kazalar da olmuyor değildi. Yanlışlıkla çarpıştıklarında alem kapıları açılıyor ve savaşlar çıkıyordu. Savaşların sonucu her ne olursa olsun, bilgi ve kültür alışverişi yapmış oluyorlardı.
Bu sırada kötülüğün 9 kapısı, gizlice bu şımarık veletlerin arasında dolaşıyor ve onlardan gibi davranarak, onlara zararlı şeyler öğretiyordu. Zehirlerini yaymakta acele etmiyorlar, avlarını ürkütmek istemiyorlardı. Böylece sabırla ve gizlice hareket ediyorlardı…
Alemler, dışarıdan bakıldığında yüksek seviyeli yaşam formlarıydı. Seçtikleri özel görünüşleri ile iradelerini, bilinçlerini ve akıllarını taşıyan ruhları vardı. Bu ruhları ile hem dış aleme dikkat ederken hem de iç alemlerini idare edebiliyorlardı.
Karanlık çağda doğan 18 bin alemin her birinde, olağanüstü varlıklar da doğdu. Bu varlıklar, Mutlak Başlangıç Varlıklarının çocukları olarak kabul edilebilirlerdi ve bu yüzden onlara Mutlak Varlıklar denildi.
Başlangıçta alemlerin içinde doğdular. Onların bedenleri gezegenler, yıldızlar ve galaksiler kadar büyükken, bilinçleri evrenler kadar genişti. Karanlık çağ, onların doğup, geliştiği dönemdi. Kimse ilk karanlık çağın ne kadar uzun sürdüğünü ve Mutlak Varlıkların ne kadar hüküm sürdüğünü tahmin edemezdi. Milyarlarca yıl devam etmiş ya da sadece bir gecenin şafağında bitmiş olabilirdi…
Mutlak Varlıklar da farklı farklıydı. Her biri içinde doğdukları aleme göre farklı kültür, inanç ve düşünce sistemleri geliştirmişti. Çok farklı görünüşleri vardı. Şüphesiz hepsi çok güçlüydü. Üstün, süper zekâları vardı ve algıları, okyanuslar kadar genişti. İçinde yaşadıkları alem ile bağlantı halindeydiler. Ömürleri muhtemelen sınırsızdı. Birbirlerini yok etmedikleri sürece doğal olarak ölmeleri imkansızdı.
Kendi başına düşünüp, hayal kuruyorlar ve hayallerini gerçeklik haline getiriyorlardı. Ayrıca bilinçleri, alemin ruhuna bağlı kolektif bir üstün bilinç oluşturuyordu.
Buna rağmen hepsi de Kötülüğün 9 kapısından etkilenmeden kalamadı. Bazıları tamamen kötülüğe bile yönelmişti.
…
İlk Karanlık Çağ, 18 bin alemin doğuşu ile başlasa da sadece bu kadarından ibaret değildi.
18 bin alem, semayı dolduran en üst alemlerdi. Bu alemlerin içinde Mutlak Varlıklar yaşıyordu. Fakat daha sonra her bir alemin içinde daha küçükleri ve daha küçükleri doğmaya devam etti. Her alemin içinde de o alemin ortamına uygun daha düşük mutlak varlık formları hayat buldu.
Ne kadar uzun sürdüğü bilinmeyen, tarihin henüz icat edilmediği Karanlık Çağ, bu şekilde sayılamayacak kadar çok alem ve içlerinde sonsuz sayıda varlığın doğduğu bir dönemdi…
…Ve yeterince zaman geçmiş olmalı ki, bir gün aniden karanlığın gücü azaldı ve Mutlak Başlangıç Alemi, yeni bir çağa girdi…
Bu çağa, Alacakaranlık Çağı denildi.
Karanlığın gücünün giderek azaldığı ama ışığın da henüz belirmediği bir çağdı bu. Belirsizliğin çağında, belirsizliğin getirdiği korkuyla dolu bir çağ…
İyinin ve kötünün birbirine karıştığı, gri renklerin çoğaldığı ve şeylerin ayırt edilmesinin zorlaştığı bir çağ…
Adem’in dağılan bilinci toparlanmaya başlamış, uyanışı yakındı. Tüm alemler, büyük bir şeyin ufukta belirmek üzere olduğunu hissedebiliyordu.
Yaşayan varlıklar da içinde yaşadıkları alemlerin artan heyecanını hissedebiliyordu.
Işığın belirme ihtimali doğduğunda, tahttan inme korkusu yaşayan karanlık da durup bekler miydi?
Hayır!
Alacakaranlık çağı, sevinç ve umut dolu bir çağ değildi. Karanlığın bile korktuğu ve dolayısıyla tüm varoluş üzerine terör yağdırdığı bir çağdı…
Bu çağda doğan yeni varlıklara, Alacakaranlık Yaratıkları denildi. Kalplerinde bir yerlerde ışığın umudu ile doğsalar da karanlığın baskısı altında şekillenmiş iğrenç ve korkunç türlerdi.
Dehşetli güçleri ve akla hayale sığmayacak yöntemleri vardı. Değişen çağa ayak uydurmakta zorlanan Mutlak varlıklarla tam bir savaşa girişmişlerdi. Onların varoluşlarına büyük bir kıskançlık duyuyorlardı. Ölümsüzlüğü arzuluyorlar ve “mutlak” olmak istiyorlardı.
Alacakaranlık Yaratıkları da inanılmaz oranlarda çeşitliydi. Adem’in çok derinlere gizlenmiş güçlü ve silinmeyi reddeden iradesi ile Şeytan’ın gizlice yönlendirdiği Kötülüğün 9 Kapısı’nın saçtığı zehirlerin bir karışımı olmuşlardı…
Güçlü ve zayıf olanları vardı. Barış, sevgi ve huzur arzusuyla var olmak ve kimseye karışmadan kendi halinde yaşamak isteyenleri vardı. Diğerleri; güç, otorite ve para arzusu ile yanıyordu. Dünyaları ele geçirmek, canlılara hükmetmek ve alemlere basmak istiyorlardı.
Fakat iyi olsun, kötü olsun hepsi de büyük bir çeşitlilik oluşturuyor ve muazzam boyutlarda bilgi üretiyorlardı. Bu bilgi, mutlak varlıklar ve alemler tarafında çeşitli katmanlarda işleniyor ve kimsenin haberi olmadan, derinlerde toparlanmakta olan bir bilinç tarafından kullanılıyordu.
Bu bilinç henüz uyanmamış olsa da uyanması yakındı. Şu anda bir tür süper bilgisayar gibi bilgiyi topluyor, işliyor ve depoluyordu. Bir çeşit kendi kendini eğiten süper yapay zekâ gibi olduğu düşünülebilir. Bu açıdan düşünürseniz, henüz veri tabanını oluşturma aşamasındaydı.
Alacakaranlık Çağı, canlılarının iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın çeşitlilik açısından oldukça verimli bir çağdı. Bazı alemlerin, bazı dünyalarında kabileler halinde yaşayıp, totemlere tapınanlar vardı. Bazıları ise çok görkemli şehirler kurmuş, dünyalarına hükmediyordu.
Son derece ürkütücü boyutlara ulaşan devasa savaşlar yapanlar, kendi küçük alemlerinden çıkmaya ve bir üst alemi araştırmaya çalışanlar bile vardı.
Her şey kendi haline akıp giderken bir çırpıda milyarlarca yıl çoktan geçmişti. Lakin bu karanlık alemde zamanın ne önemi vardı…
Bir gün dipsiz karanlığın ortasında, Mutlak Başlangıç Aleminin merkezinde, küçük ve zayıf bir yıldız doğdu…
Her şeyi değiştirecek bu yıldızın doğduğu günden sonra: Gün Batımı çağı, Karanlık çağ ve Alacakaranlık çağı, üçü birlikte: “Karanlık Çağlar” olarak anılacaktı. Çünkü artık Aydınlık Çağların ilki başlamıştı…