Kainat Kitabı

2.Bölüm: Yaratılış-2

  • HiperTale
  • 11 Ocak 2024 12:13:50
  • 0 yorum
  • 11

Tüm kâinat özünde en güzel olanın nuru ile yaratılsa da bu nurun farklı halleri ve mertebeleri ile yaratılış devam etti.

***

Melekler, nur ile arşta yaratıldı. Cinler, nar ile arzda yaratıldı.

Melekler ve cinler daha sonra ibatede başladılar ve zamanla sayıları çoğaldı.

Geçen zamanla birlikte cinler, ibadetlerine devam eden meleklerin aksine bozulmaya ve isyan etmeye başladılar.

Çünkü onlar; ışıklı, parlak, görünen, yani nurdan yaratılan meleklerin aksine; görünmeyen, gizli, karanlık, dumansız ateşten yani “nar”dan yaratılmışlardı. Lakin kötülüklerinin kaynağı bu değildi. Onlara verilen nefs, iradelerine ağır gelmiş ve iyilikten, kötülüğe ve bencilliğe dönmelerine sebep olmuştu.

Aradan geçen uzun zamanla birlikte pek çok çeşide ve kabileye bölündüler. Çeşitli medeniyetler kurdular ve yeryüzünü paylaşmak için kan döküp, küfür ve isyan ederek, sürekli savaşan bir toplum oldular.

O, onlara bir yasa gönderdi. Bu yasaya uymaları ve buna göre yaşamaları için elçiler tayin etti.

Bazıları uydu, bazıları ise isyana devam etti. Yeryüzünde kan dökmeye, küfür etmeye, bozgunculuk çıkarmaya ve her türlü kötü işi yapmaya devam ettiler. Çoğu kendisine verilen nefsi taşıyamadı ve kendilerine gönderilen elçilerle dalga geçtiler ve onları dinlemediler hatta onları bile öldürdüler.

Nihayet O, meleklerine emretti ve melekler, yeryüzüne inerek bozgunculuk ve fesat çıkaranlardan yeryüzünü temizledi. Onların liderlerini öldürdüler ve kötülerini katlettiler.

İyi olanları sağ bırakıldı ve onlar, yeryüzünde dağılarak dağlara, adalara ve eski yerlere yerleştiler.

Sağ kalanlar, kendilerine gelen elçilere uydular ve ibadetlerine bir süre devam ettiler.

***

Bu konunun bir başka anlatımı da şöyledir:

O, insanı yaratmadan önce bir varlık yarattı ve ismine Şahratü’n-nâr dedi. Onun sureti şöyle idi:

Başı, iki eli ve iki ayağı insan gibi olup, başından ayağına kadar insan yüzü gibi elinde, ayağında, karnında ve başında tastamam 4000 adet yüzü vardı. Her yüzünde de insan gibi kaşı, burnu, ağzı ve gözü vardı. Şahratü’n Nâr, nar ile yaratılmış, havadan ve ateşten şekillenmişti. Su ile toprak ona karışmamıştı. O, ona 900.000 yıl ömür verdi.

Fakat Şahratü’n Nâr yalnızdı. Bu yalnızlıktan kurtulmak için O’na yalvardı ve bir dost istedi. O duasını kabul etti ve onun nefsinden bir nur görünüp, dişisi, Şehretü’n Nâr yaratıldı. Bunlara insan gibi nefis verildi ve birlikte oldular. Dişisi hamile kaldı ve uzun zaman sonra 4000 tane oğlan doğurdu. 900.000 yıl içerisinde Sahra’nın nesli çoğaldı ve yeryüzünü doldurdu. Şahratü’n-nar ölünce evlatları arasında fesat başladı, O’nu unutup kötü yola saptılar.

Yedi yer inledi ve bunların üzerinden kaldırılması için dua etti. Yüceler yücesi, yedinci kat semanın meleklerine emretti ki: Sahra’nın kavmiyle cenk edip onları helak ediniz. Yedinci semanın melekleri helak etmekten aciz oldular ve üzüldüler. Bunun üzerine O, arşın taşıyıcılarından iki melek gönderdi. Birinin ismi HAVL ve diğerinin ismi KUVVEH idi. Gelip bunları helak ettiler. Sahra’nın kavminden çok azı kaldı. Bu kalan Cinler onların neslinden olup, daha sonra yine çoğaldılar…

***

Yine aradan uzun bir zaman geçince tekrar çoğaldılar ve yeryüzünü doldurdular. Sayıları artınca yine savaşmaya ve kan dökmeye başladılar. Güçlünün, zayıfa zulüm ettiği bir düzen tekrar yeryüzüne hâkim oldu. İbadetten ve O’na yönelmekten bir kez daha uzaklaşmışlardı.

Lakin bunlar yeniden olmadan önce aralarından biri vardı ki, Cann’ın evlatları katledilince, kendini diğerlerinden uzaklaştırmış ve sürekli ibadetle meşgul olmuştu. Diğerleri gibi tekrar sapıtmamış, iradesini tamamen O’na yöneltmişti.

Onun adı İblis’ti.

Derler ki, onun babası ‘Hablis’ adında ve bir aslan; annesi ‘Teblis’ de bir kurt suretindeydi. En baştan babasına isyan etti ve savaşıp, kan dökmek yerine ibadet ile meşgul olmayı seçti. Lakin onu yükselten bu özelliği, daha sonraları azıp, düşmesine de sebep olacaktı…

Arzın üstünü kandiller gibi süsleyen, yıldızlarla dolu birinci göğün melekleri, İblis’in bu halini görünce, “Böyle bir kimsenin meleklerle beraber olması uygundur.” dediler ve onun için dua ettiler.

Böylece O, İblis’in yeryüzünden göğe yükseltilip, meleklerle olmasına izin verdi. Kendisine burada, evrenin sırları verildi. Bu bilgiler ile hemcinslerini, uzayda, yıldızların arasında dört bir tarafa dağıttı. Onlara, yaşayabilecekleri, rahat edebilecekleri sayısız yıldız ve dünya gösterdi.

Bunların dışında İblis, ibadetine devam etti…

Aradan zaman geçince, ikinci göğün melekleri de İblis’in ibadetlerinden, yararlanmak için dua ettiler ve İblis, bu şekilde zaman içinde gökleri aştı ve yedinci göğe kadar yükseltildi.

Burada da Cennet’in sorumlu meleği onun için dua edince, Cennet’e de girdi ve orada meleklerle birlikte yaşadı ve hitap edildi.

Kendisine cennetlerin muhafızlığı ve hazinedarlığı verildi. İblis, ibadete devam etti. Göklerin en yüksek katında, yakuttan bir minber üzerinde oturur, meleklerse başucunda nurdan bayrak tutardı. Bu vaziyette meleklere ders verirdi. Etrafına o kadar melek toplanırdı ki adedini yalnız O bilirdi. O meleklerin öğretmeni gibi olmuştu ve Cennet’teki lakabı da Azazil olmuştu.

İblis, O’na samimi yönelmesinin karşılığını -diğer cinlerin cezalandırılmasına karşın- böyle gördü. Melekler, ona hürmet ediyorlardı. Dilediği zaman yeryüzünde, dilediği zaman gökyüzünde, dilediği zaman da cennetlerde kalıyordu. Fakat içi huzursuzdu ve hemcinsi olan, ateşten yaratılmış cinlerin savaşları durmadıkça da bu huzursuzluğu asla geçmeyecekti.

Böylece İblis, uzun bir süre ibadetine devam ederken, cinler yeryüzünde çoğalmış ve tekrar kötülüğe yönelmişlerdi. İblis, yeryüzüne inip onları doğru yola çağırmak için O’ndan izin istedi ve izin verildi.

İblis, bir kısım melekler ile yeryüzüne indi ve cinleri doğru yola çağırmaya çalıştı. Lakin pek başarılı olamadı. Yıllarca aralarında yaşayıp, arzda dolaşmasına rağmen bir avuç cinniden başka onu takip eden, dediklerine kulak asan olmamıştı.

İblis, sonunda bunların cezalandırılmadan yola gelmeyeceklerini anlamıştı. Böylece, O’na dua etti ve izin istedi.

İzin verildi.

Göklerin kapıları sonuna kadar açıldı ve heybetli melek orduları, İblis’in komutasında yeryüzüne indi.

İblis, sapkınlıklarından ve küfürlerinden dönmeyen kavimlerin çoğunu yok etti. Kalanlar ise etrafa dağıldılar. Pişman olmuşlardı ama iş işten geçmişti.

İblis, “Ben kimsenin yapmadığı büyük bir iş başardım.” diye kalbinde düşündü ve içinde gizlenmiş kibir ilk defa gözlerinde parladı.

Kendilerine nefs verilmemiş melekler, komutanları olan İblis’in gözlerinde parlayan kibri bilmiyorlardı.

Lakin O biliyordu.

Ne zaman ki cennetin bekçilerinden oldu, ne zaman ki yerlerin ve göklerin idaresi ona verildi, ne zaman ki yeryüzünü temizleyip 1. göğün yöneticiliğine getirildi, ‘benlik’ sıfatı onda açığa çıktı ve kalbinde gurur doğdu.

Tam da İblis, bozgunculuk çıkartanları yeryüzünden temizlediği için kibirlenir, büyüklenirken, O, meleklere hitap ederek, yeryüzünde bir halife -lider, temsilci veya elçi- yaratacağını söyledi.

Melekler ise O’nun yeniden yeryüzünde yaratacağını duyunca, insanları, cinlerle kıyas ederek, “Orada yine bozgunculuk çıkaracak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” diye sordular.

O ise “Ben, sizin bilmediğinizi bilirim.” buyurdu.

***

O, 4 büyük meleğine sırasıyla buyurdu. Onlardan yeryüzüne gidip, yaratacağı varlık için toprak getirmesini istedi. Daha o zaman insan diye bir şey yoktu.

4 büyük melek sırasıyla gitti ama Arz, kendisinden alınan toprakla, sorumluluğun en büyüğünü üstlenecek olanların yaratılacağını öğrenince, toprak vermeye razı olmadı. Lakin kendisinden yükselmiş, bulutları delen heybetli dağlar bile bu derece sorumluluğu taşıyamaz, altında un ufak olur, ezilirdi.

Böylece 3 melek, toprak almadan geri döndü lakin sonuncu melek, kendisine verilen emir gereği toprağı aldı. Böylece o, daha sonra insanların ruhlarını almakla görevlendirilen Ölüm Meleği oldu.

Yeryüzünün çeşitli yerlerinden, beyaz, siyah, sarı vb. çeşitli topraklar alıp, O’nun huzuruna getirdi. Yaratılan insanlar da bu yüzden çeşitli oldu.

Daha sonra melekler, O’nun emri ile toprağı, su ile karıştırdılar ve yoğurdular. Bir süre bu şekilde bekletildi.

Bu çamur şekil verilecek bir hal alınca O, çamuru insan suretine soktu.

Bu şekli ile 40 yıl bekledi. Güneş ve rüzgâr ile pişmiş gibi kurudu.

İnsan bu surette beklerken melekler, ona bakarlar ve “O’nun yarattıkları arasında bundan güzeli var mı acaba?” diye konuşurlardı. Ondaki uygunluğa, ahenge ve ilahi sanata hayran kalmışlardı.

Onun henüz ruh verilmemiş, bekletilen halinden korkarlardı. En çokta İblis, insandan korkmuştu. İnsanı ilk kez gördüğünde, kendine hâkim olamamış ve “Şüphesiz sen, büyük işler için yaratıldın.” demişti.

İblis, insanın henüz ruh verilmemiş bedenine dokununca, çığlıklar atarak titredi ve çok korktu. Sonra bedeninin içine girip çıkarak meleklere, “Korkmayın, bunun içi boştur. Eğer ben ona musallat olursam mahvederim.” derdi.

Sonraları İblis, “Nasıl olur da çamurdan yaratılmış insan, ateşten yaratılmış benden üstün olabilir? Ben buna asla boyun eğmem!” diye düşünür dururdu kendi kendine.

İblis, insanın boş bedenine her gün gelir ve etrafında dolaşarak, onu kendisiyle kıyaslardı. Onu çamurdan yaratıldığı için küçümserdi. Kendini ondan üstün görürdü. Bu şekilde 40 yıl bekletilen bedenin yanında İblis’in kalbindeki kibir de artık isyan edecek noktaya büyümüştü.

O, vakti geldiğinde suret verilmiş insanın alnına, en güzel olanın nurunu yerleştirdi ve içine ‘ruh’ üfledi. İnsan, titredi ve kendine geldi. Ona üflenen bu ‘ruh’ aklın, bilincin, algıların ve duyguların ötesindeydi. Sırdı. İlmi yalnız O’nda saklıydı.

Ruh, O’ndan geldiği için elbet bir gün ona dönecekti. O’ndan başka kimsenin böyle bir ruh var etmesinin ya da yok etmesinin imkânı yoktu.

Böylece ilk insan, insanların atası ‘Âdem’ yaratılmış oldu. Ona şeylerin isimleri, O’nun tarafından öğretilmişti. Meleklerin bile bilmediği şeyleri tanır ve isimlerini sayabilirdi ki tüm melekler şaşar kalırdı.

O, huzurunda bulunan meleklere, İblise ve tüm varlıklara Adem’e eğilmelerini -saygı göstermelerini- buyurdu. (Buradaki saygı aslında zanaata değil zanaatkâra idi ama iblis bunu anlamadı…)

İblis dışında hitap edilen tüm varlıklar ve melekler emre uydu. İblis, kendisinin ateşten ve Adem’in topraktan yaratılmasını bahane edip ona eğilmeyi reddetti.

Böylece İblis, uzaklaşmak, kovulmak ve kötü işlerle meşgul olmak anlamlarına gelen ‘Şeytan’ adıyla O’nun huzurundan kovulmuştu. Kovulmadan önce İblis, insanlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşıp, onları yollarından saptırmak için kıyamete kadar izin istemiş ve böylece insanın değersizliğini kanıtlayabilmek için fırsat verilmesini istemişti.

Şeytan, bundan sonra hem İblis’in adı hem de onun yolundan gidenlere verilmiş bir isim oldu.

Daha sonra Adem’in etinden ve kemiğinden ona eş olması için Havva yaratıldı ve birlikte cennette yaşamaya başladılar.

O, O’nu bilmenin Âdem ve nesli için zor ve acı bir yolculuk olacağını bildiği için seçimi onlara bırakmıştı. Cennetteki bir meyveden uzak durmalarını, onu yerlerse bilmekle sorumlu olacaklarını ve sıkıntı çekmek zorunda kalacaklarını söylemişti.

Yol acı ve sıkıntılarla doluydu. Bedeli ise cennetteki sonsuz yaşamı terk etmekti. Ödülü ise iyi ve kötüyü ayırt edebilmek, hakikati bilebilmekti.

Kendisine izin verilen Şeytan, Havva’yı yanıltarak bu meyveyi yemesine sebep olmuştu.

Adem ise Havva’ya olan aşkı yüzünden sonsuz cennet hayatından vazgeçmeyi seçmişti. İnsanın insana olan aşkı ile başlayan bu yolculuk her seferinde gerçek aşka düşerek yürünecek ve nihayetinde O’na kavuşmakla bitecekti.

Böylece insanoğlu bilmeyi seçmiş ve O’na dönüş yolculuğu başlamış oldu…

***

Zaman geçti.

Âdem nesli, insanoğlu, yeryüzünde çoğaldı. Kendilerine zaman içinde 124 bin elçi geldi ve gitti. İnsanları doğru yola çağırdılar. Başarılı oldukları dönemlerde, insandan adamlar çıktı.

Başarısız olduklarında, küfürde ısrar ettiklerinde ise insandan şeytanlar türedi.

Bazıları uzun yaşadı bazılar ise kısa ama hepsi de ölümü tattı.

Henüz ölümü tatmamış olan ve aralarında iyi bir kimsenin kalmadığı son topluluk ise, o vadedilen dehşetli günü yaşadılar:

Kıyamet günü.

Uyanmamakta ısrar edenler, o günün dehşeti ile uyandırıldılar.

O gün kıyamet koptu ve kâinat vadedildiği gibi dürülüp kaldırıldı. Ölüm Meleği tüm canlıların canını aldığında sadece kendisi ve O kaldı. Ölüm Meleğinin canını da O aldı. Böylece insan, melek, cin veya ismi geçmeyenlerin hepsi ölümü tattı.

Sadece O kaldı!

…Sonra tekrar yarattı. Yıkılan 7 göğün yerine yenileri yaratıldı.

Mahşer Meydanı, Sırat Köprüsü, Cehennem, Araf ve Cennet…

Tüm sorumlu varlıklar, Mahşer Meydanında toplandı ve Nizam Terazisi önünde hesap verdiler. Sonra Sırat Köprüsü’nü geçtiler. Geçemeyenler, altında cayır cayır yanan yedi kapılı Cehennem’e düştüler.

Zor bela geçenler ise, geçtikleri anda bir adım daha atacak halleri kalmadı ve Cennet ve Cehennem arasında ki Araf’ta kaldılar. Burada bir süre dinlendikten sonra ancak, Cennet’e girmelerine izin verildi.

Kolaylıkla geçenler ise doğrudan yedi katlı Cennet’e girdiler ve ebedi hayatlarını huzur içinde yaşadılar…

***

Böylece Kalem, buyrulduğu üzere Levh-i Mahfuz’a, kâinatın ve içindeki her şeyin kaderini yazdı.

Her şey Levh-i Mahfuz’a yazıldıktan sonra, miktarını sadece O’nun bildiği bir süre daha geçti.

Sonra O, “OL!” dedi. Ol sesiyle Kâinat yaratıldı. Arş, Semalar, Arz ve içindekiler yaratıldı.

Her şey yazıldığı gibi olmaya başladı. Kader, kaza edilmeye başlandı…

***

Yaratmak öyle bir şeydir ki sadece O’na mahsustur. Yaratılma, var olmanın veya yok olmanın ötesinde bir şeydir. Yaratılacak olan, zaten O’nun ezeli ve ebedi ilminde hep vardır. Yaratılacağı zaman, önce kaderi yaratılır ve daha sonra yaratılan, O’nun ilminden doğarak var olur. O var olduğunda, kaderinde zaten yok olmuştur. İşte bu yüzden yaratmak O’na mahsustur ve Sadece O, ezeli ve ebedi ilmi ile yaratmaya kudret sahibidir.

***

Kâinatın yaratılmasıyla birlikte kaderin yazıldığı korunmuş levhanın, bir nevi kâinattaki gölgesi gibi olan Akaşa ortaya çıktı. Akaşa, kâinatta meydana gelen her olayın kaydının tutulduğu akışkan bir cevherdi.

Kimse bu cevherin ne olduğunu, neye benzediğini bilemezdi.

Derler ki Akaşa, Ak sakalları ve beyaz kıyafetleri ile halk arasında gezermiş. Gezdiği diyarlarda Ak Aşık diye bilinirmiş. İnsanların hem rüyalarında hem aralarında gezerek; onlara türküler, şiirler, masallar ve hikayeler ile gerek kâinatın gerek kendilerinin hakikatlerini anlatırmış.

Yalnız, Ak Aşık’tan masal dinlemek öyle herkese nasip olmazmış. Olanların ise ufku açılır, zihinleri genişlermiş. Sorunları çözülür, yolları açılırmış. Lakin çoğu onu görse, onun sözünü dinlese bile onu tanımazmış. Eğer onu tanıyan çıkarsa, bu ak sakallı dede ona ne bilmek isterse, masal tadında anlatır, nereye gitmek isterse götürür, kimi görmek isterse gösterirmiş.

Zaman içinde halk arasında Ak Aşık: Akaşık Dede, anlattıkları ise Akaşık Kayıtları adını almış…