Kaderin Şarkısı

18.Bölüm: Hiçlik

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 10:31:49
  • 0 yorum
  • 7

Âdem, sonsuzca uzanan astral denizde yapayalnız kalmıştı. Gökkuşağının tüm renkleri etrafını sarıyor, sanki onu teselli etmeye çalışıyor gibiydi. Lakin o artık renkleri umursamıyordu. Havva’yı yendiğinde tüm renkler gözlerinde kararmış, yerini hepsini içeren bir inanç parıltısı almıştı!

Elini kalbinin üzerine götürdü. Aşkını sakladığı yere…

“Birbirimizden ayrılmış gibi görünebiliriz belki ama inanıyorum ki artık sonsuza kadar beraber olacağız… Belki ben, bin farklı yüzde kahraman ya da kötü adam olacağım; belki sen, bin farklı surette çıkacaksın karşıma ama hep birbirimizi arayacağız, bulacağız ve kavuşacağız. Kalplerimizdeki aşktan tanıyacağız birbirimizi…”

Her şey daha yeni başlıyordu…

Küçük savaşlar bittiğinde, büyük savaş başlar. Büyük savaş bitmeden, küçük savaşlar asla bitmez. İnsanın kendisiyle yaptığı savaştan daha büyüğü var mıydı?

Âdem, sonsuzlukta durdu. Figürü giderek şeffaflaşıyor, sanki artık bu dünyaya ait olmayan eterik bir havaya bürünüyordu. Giderek içinde bulunduğu alemle bütünleşiyor gibiydi. İlk başta etrafında dolanan, onu saran canlı renkler, giderek varlığına karışıyor ve bir noktada ince teller halinde, sanki orada hiçbir şey yokmuş gibi içinden geçmeye başlıyordu.

Yer ile göğün birleşimi…

Bu eşsiz bir zihin durumuydu. Aramakla bulunamayan ama bulanların, hep arayanlar olduğu bir hal.

Âdem, zihninin giderek genişlediğini ama hiç olmadığı kadar boşaldığını hissetti. Bir noktada, artık kendi farkındalığını yitirmiş gibiydi. Hayır! Yepyeni bir farkındalık kazanıyordu. Kendi bedeninin sınırlarını aşan bir farkındalık…

Derin düşüncelere daldığı sırada, bedeni eşsiz bir nura dönüşmeye başlamıştı. Varlığı sadece ışıkla açıklanabilen, sanki orada olmayan bir hayali bir varlığa dönüşüyordu.

Bu sırada kaçınılmaz olan, beklenen, sonunda gelmişti…

Hiçlik!

Hiçlik sadece hiçlikti. Bir rengi, tadı, şekli ya da tarzı yoktu. Bir iddiası, bir gücü ya da zayıflığı yoktu. Sesi ya da sessizliği yoktu. Varlığı ya da yokluğu yoktu. Bir anda derin düşüncelere dalan Adem’in arkasında ortaya çıktı ve onu kaplayıp astral denizdeki varlığını tamamen sildi. Sanki hiç var olmamış gibi bir anda yok oldu.

Her şey bir anda oldu…

Âdem var olmayı ya da yok olmayı artık umursamıyordu. Çünkü daha fazlasını görmüştü. Bilinci zaten yerin ve göğün birleştiği, varlıkla yokluk arasında garip bir durumdaydı. Bu yüzden hiçlik onu sarsa bile varlığı hemen silinemedi.

Var olmak ya da yok olmak bir parmak şaklatmak kadar kolaydı…

Hayır! Bunu kabul edemem!

Âdem içinde olduğu bilinç halinde büyük bir dalga tetikledi. Bu kadar kolay olamazdı. Eğer bu kadar kolaysa yaşamın ne anlamı vardı? Doğum ve ölüm neden vardı? Hiçlik aslında neydi? Bu alem neden vardı?

Hakikat neydi?

Hakikati bulmaya karar vermişti bir kere ve sadece hakikat karşısında eğilirdi, hiç olurdu, her şey olurdu. Sadece hakikatin karşısında varlığı ya da yokluğu anlamsız olmalıydı…

Hakikate boyun eğenler, tüm yalanlara ASİ olmalıydı!

Bu bilince ulaştığı anda, içinde saklı olan derin düşüncelerden birine tutundu. Varlığı yavaş yavaş silinirken, bu düşüncenin kayığına binmek ve bu kayıkla açılmak istediği hiçliğin, sonsuzluk denizine…

O hiçlik ise ben her şeyim! Hiçliğe sığmam!

Bu düşünceyle artık olmayan dudakları kıpırdamaya ve çok eski yaşamlarından bildiği bir şiiri mırıldanmaya başladı.

“Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam

Yersiz, yurtsuz cevher benim, hiçbir mekâna sığmazam

Hem sedefim hem inciyim, Sırat’tan da geçiciyim

Bunca atlas kumaş ile ben bu dükkâna sığmazam

Gizli hazine benim işte, göz önünde olan da ben

Maddenin cevheri benim, dağa, ummana sığmazam

Can ile cihan benim, dünya ile zaman menem

Ama ne dünyaya, ne zamana sığmazam

Yıldızlara felek benim, vahiy ile melek benim

Çek dilini dilsiz kesil, ben bu lisana sığmazam

Zerre benim güneş benim; çar penc û şeş sırlar benim

Her şey açık ve meydanda, ben bu meydana sığmazam

Ateşteki ağaç benim, dönüp duran şu taş benim

Bak şu ateş yalımına, ben bu yanana sığmazam

Şeker benim, bal da benim. Güneş benim ay da benim

Herkese can bağışlarım, ama ben cana sığmazam

Gerçi bugün Nesimi’yim, Haşimi’yim, Kureyşî’yim

Bundan uludur ayetim; ayete şana sığmazam”

Demek şair bunu demek istemişti. Demek zihniyeti, hissiyatı böyleydi. Ne derindi o… Şimdi anlıyordu…

“Bu alemde var olmam ya da yok olmam önemli değil, ben zaten bu aleme sığmam!

Bu zamanda yaşamam ya da ölmem önemli değil, ben zaten bu zamana boyun eğmem!”

Âdem, şiiri mırıldanırken figürü astral denizden çoktan silinmişti. Ama hiçliğin içinde bir tutam bilinçti. Şiiri düşündükçe, varlığı daha çok silindi ama ışıltısı daha çok arttı. Bir taraftan hiç oluyor, diğer taraftan her şeye karışıyordu…

Bir noktada bir ışıltı, bir nur haliyle bedeni tekrar görünür olmaya başladı. Bedeni ışıklar saçar haliyle görünür olunca, onu saran ve içine alan, normalde görünmeyen hiçlik de görünür olmaya başladı…

Âdem, bir güneş gibi parlarken, hiçlik onu örtmeye çalışan kara bir balçık gibi görünmeye başlamıştı. Hiçliğin aslında bir rengi olmaması gerekiyordu. Ama Adem’den yayılan, bitmek tükenmek bilmeyen ışığı sürekli örttüğü için siyah renge bürünür oldu.

Tıpkı dedikleri gibi; Güneş, balçıkla sıvanmazdı.

İlk başta Hiçlik, sadece Adem’e görünür olmuştu. Astral denizde daha ikisi de yoktu. Fakat geçen zamanla, boşluğu delip geçen zayıf ama kararlı ışık okları belirmeye başladı. Kimse bu ışık oklarının nereden peyda olduğunu bilemezdi. Işık okları yavaş yavaş güçlendi ve ortaya çıkıp, parladıkları yerler genişledikçe, hiçlik de kara bir bulut gibi görünür olmaya başladı.

Bu sahne tıpkı kara bulutların arasından beliren bir güneş gibiydi.

İlk etapta koyu bir yorgan gibi Adem’i örten hiçlik, yavaş yavaş delindi ve delindikçe siyah bir tül kadar ince hale gelmeye başladı.

Önce 99 katlı bir tül perde gibiydi hiçlik. Arkasında, bacaklarını çaprazlamış, lotus pozisyonunda oturan birisi belli belirsiz görünüyordu. Gözleri kapalı meditasyon yapıyor, iç alemi üzerine düşünüyor gibiydi. Bir güneş gibi parlamasaydı, onu fark etmek kesinlikle imkansızdı.

O şüphesiz, hiç olan Adem’di. Lakin bir sorun vardı. Adem’in bedeni silinmiş ve hiçliğin içinde tek bir düşünceden tekrar doğmuştu. Şu an ki görünüşü yeni doğmuş bir bebek gibiydi.

Minicik bedeniyle hiçliğin ortasında, her şeyi düşünüyordu…

Evet, tek yaptığı, meziyeti düşünmekti. Varlığı bir düşünceydi.

Yavaş yavaş hiçliğin karanlık tül perdeleri, ışığın önünde eriyor ve Adem’e karışıyordu. Böyle giderse Adem’in hiçliği alt etmesi uzun sürmezdi…

Geçen zamanla ne kadar süredir orada durdukları bilinmez ama boşlukta iki kişi ortaya çıkmıştı. Bu kişilerden birisi, kırmızı ve yeşil ejderha işlemeleri olan siyah bir cüppe giymiş, kar kadar beyaz ve lekesiz görünümüyle, meleksi bir kişiydi. Uzun siyah saçları ve alnından uzamış iki kar beyazı boynuzu vardı. Son derece yakışıklı bir görünüşü ve asil bir havası vardı. Ayrıca düşünürken bir eliyle uzun top sakalını okşuyor bu da ona bilge bir görünüm kazandırıyordu.

Dipsiz kuyuların dibindeki değerli yakut taşlar gibi olan, iki delici gözü, Adem’e dikilmişti. Derin düşünceler içinde alnı kırışmıştı. Yanındaki diğer yüce figüre baktı.

Bu kişi daha da garipti. O kadar ki varlığını açıklamak çok zordu. Yüce bir varlık olarak orada duruyor ve astral denizin renkli dokusu bile ondan uzak duruyordu.

Gözleri kapalı, tebessüm eden yaşlı bir adam görünümündeydi. Lakin sağında ve solunda, iki yanıltıcı figür vardı. Bu varlıklar bir yanılsama gibi şeffaftı. Biri adaletli bir erkek, diğeri merhametli bir dişi görünümündeydi. Bu yanılsamaların gözleri açık ve bir elleri, arkasında durdukları yaşlı adamın omzuna tutunmuştu.

Boynuzlu kişi basit değildi. Gözlerini kıstı ve bu yanılsamalara dikkat ettiğinde, onlarında arkasında da yanılmasalar olduğunu görebiliyordu. Bu şekilde, öndeki yaşlı adam ve arkasındaki 4 yanıltıcı figürle beraber beş kişi, bir kişi gibi duruyorlardı. Eğer kendisini iyice zorlarsa, arkadaki yansımaların da arkalarında kişiler olduğunu belli belirsiz fark edebiliyordu ama bunu yaparsa ağır bir tepki alıyor, yaralanmadan geri çekilemiyordu.

O El’di. Efendinin eli.

Yaşlı adam, bir başparmak gibi önde duruyor, diğer dördü onu takip ediyordu. Bu yanıltıcı figürlerin her biri efendiden yansıyan gücün bir temsilcisiydi. El ise hepsiydi. Bu şekilde olmak zorundaydı, zira efendinin aşkın gücü muazzamdı. Eğer doğrudan, parçalanmadan tezahür ederse, buradaki hiçbir varlık ona dayanamazdı. Boynuzlu kişi sadece 5’in ötesini görmek istediğinde yaralanıyordu. Altıncıyı görmek onun için imkansızdı. Bu yüzden belki de altıncı yoktu. Böyle düşünerek kendini rahatlatırdı hep. Hatta kendisinin bir gün 6 olacağını düşünürdü gizli gizli…

Bir melek kadar güzel ve asil olan bu kişi Azazil’di. Yani saygı duyulan, kıdemli görülen kişi. Azazil, El’in sadece 5’ten ibaret olduğunu düşünüyordu. Lakin cennet bahçelerinde efendinin gücünün 99 farklı mertebeden tezahür ettiği söylenirdi…

Azazil o an için yüzünü döndü ve son derece saygılı bir şekilde konuştu.

“Efendim, Âdem böyle giderse cezadan kurtulacak…” Dedi. Yumrukları sıkılı, kaşları çatıktı. Endişeli gibi görünüyordu. O kadar ki El’in zaten bildiği bir şeyi, ona hatırlatıyordu. Normal zamanlarda koruduğu sakinliği ve bilge tavrından eser yoktu. Sanki en büyük düşmanı ile karşı karşıyaymış gibi telaşlıydı.

“Ceza mı? Ne cezası! Bu sadece bir başka eğitimdir.” Göklerden gelen derin ama anlaşılmaz, gök gürültüsü gibi zalim ama çiseleyen bir yağmur kadar rahatlatıcı bir ses duyuldu.

Tüm bu zaman boyunca, El’in gözleri örtülü ve ağzı kapalı kalmış, yüzündeki hafif tebessüm ifadesi hiç bozulmamıştı. Sadece arkasından bakan 4 yanıltıcı figür, hep bir ağızdan, tek bir kişi gibi konuşuyordu.

“Ama Efendinin yasağını çiğnemediler mi?” Azazil büyük bir şokla sordu. Zira tüm planının boşa gitme ihtimali vardı.

“Ortada ne bir yasak ne de bir ceza var… Sadece bir uyarı!” diye cevap verdi El.

Azazil aldığı cevapla sarsılmıştı. Kendi kendine mırıldandı.” Sadece bir uyarı…” Evet, Aşk Şarabından içenlerin sonu hiçlikti. Uyarı buydu. Ama kimse bu uyarıya rağmen harekete geçemediği için onun mutlak bir yasak olduğunu düşünmüşlerdi. Azazil kandırılmış gibi hissetti. Adem’den çok daha yaşlı ve bilgeydi. Lakin bu gerçeği fark edemediği için ondan aşağı olduğunu bildi. Ama kabul etmek istemedi.

Azazil, keskin aklını hızla çalıştırdı. Bu sonucu kabul etmemeliydi. Bir şeyler yapması gerekiyordu. “Ama Âdem Hiç olmadı!” diyerek sesini yükseltti. “Bir uyarıysa bile gereği yapılmalı…”

“Evet! Gereği yapılmalı…” dedi El sakince. Sonraki anda, mekân bir anda ezildi ve zaman durdu. Yerler çatlıyor, gökler devriliyor, sanki her şey oraya çöküyor gibiydi.

Azazil bu hissi biliyordu. Tüm astral deniz katlanır ve dürülüp bulundukları noktaya düşer gibi olurdu. Sanki astral sonsuzluk, yekpare halde üzerlerine iniyor gibi olurdu. Bu belirtiler sadece tek bir şeyi işaret ederdi.

Aşkın bir varlık, dikkatini onlara yöneltmişti!

El’in arkasında bir parlama oldu ve onlarca yanıltıcı figür, en öndeki yaşlı adamın bedenine akın etti. Yaşlı adam şu anda bir güneş gibi parlamaya başladı ve öncekinden daha da dayanılmaz bir hava verdi. Tüm tezahürler kendisinde toplanmış, Bir olmuştu. Kafasının üzerinde tüm mekânı kapsayan, adeta gök kubbenin kendisi gibi bir ışık halesi yoğunlaşmıştı.

Gözleri, bakanları kör eden birer güneş gibi açıldı!

Şu anki hali, efendiyle mutlak bağlantı haliydi. Ağzından çıkan her söz efendiye aitti.

Azazil hemen secdeye kapandı.

Efendi, hükmünü bildirmek üzereydi!

“Emirlerimi görmezden geldin ve Adem’e saygı duymadın! Ona bahşettiğim makama layık olmadığını düşündün! Âdem ve Havva’nın eğitimine karıştın! Şimdi cezanı çekmek için İN ORADAN AŞŞAĞI!!!”

Denizleri köpürten, dağları deviren ve uzayı büken bir güç Azazil’in üzerine düştü.

Etrafında yavaş yavaş bir çukur belirmeye başladı ve onu içine çekiyordu. Çukurun içinden kahredici çığlıklar ve ürkütücü inlemeler duyuluyordu. Sayısız ateşli zincir o çukurdan fırlamış ve onu zapt etmeye başlamıştı. Şüphesiz bu bir cehennem çukuruydu. Oraya düşecek ve acı çekecekti.

“Beni sen azdırdın!”

Ayakları çoktan çukura batmışken, Azazil haksızlığa uğradığını düşündü ve haykırdı. Gözlerinde parlayan bir nefret ve kötülükle başını kaldırıp, Efendiye baktı: “Niye ya!? Ben Adem’den çok daha güçlü ve bilgeyim. Şanlı işler yaptım ve orduları yönettim. Ama SADECE BİR Âdem yüzünden aşağılanıyorum! Kabul edemem!”

Şimdi yansımaları kaybolan ve gözlerini açan yaşlı adam, mutlak bir otoriteydi. Karşı konulamazdı. Başından beri Azazil’e bakmamıştı bile. Sadece Adem’e kilitlenmişti. Bu da Azazil’in kibrini iyice alevlendiriyordu.

“Adem’den daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun?” Sözleri, aşkın bir varlığın havası ve karşı konulamaz mutlak bir güçle doluydu. Zira Efendi daha önce Adem’i çokça övmüş ve onu cennet bahçelerinin en değerli köşesine yerleştirmişti.

Azazil sınırsız bir kibirle, “Evet” dedi. “Bana izin verirsen, sana kanıtlayacağım!”

Mutlak bir isyandı. Kibri, gözler önündeki gerçeği görmesini engellemiş, gözlerini kör etmişti. Zira Adem’in gücü veya anlayışı bu noktada önemsizdi. Doğrudan efendinin sözlerine karşı çıkıyordu.

“Tamam!”

Efendinin sözüyle çoktan ayak bileklerine kadar gelmiş cehennem çukuru, ilerlemeyi bıraktı. Azazil, ayakları çoktan cehennem çukurunda olduğu için muazzam bir acı içindeydi ama bunu görmezden geldi. Adem’e olan nefreti çok daha büyüktü.

“Kararından emin misin?” Efendi ikinci kez sordu. Bu oldukça nadir bir durumdu. Her şeyi bilen ve gören aşkın bir varlık için, ikinci kez olmazdı. Bu durum efendinin, özgür iradeye olan saygısını gösteriyordu.

Azazil, hiçliği neredeyse varlığı ile alt etmiş olan Adem’e baktı ve mutlak bir kararlılıkla, “Evet” dedi. Zira kendisinden, kendi ettiklerinden peyda olan cehennem çukurunda çekilen ceza başka bir şeydi, sırf Adem’e zorluk çıkartmak için kendisini düşürmesi ve Adem’in iç alemine hapsolması bambaşka bir azaptı.

Ayrıca ince bir tül kadar da olsa orada hala hiçlik vardı. Oraya gittiğinde hiçlikle de yüzleşmesi gerekiyordu. Fakat hiç olma pahasına, düşünülemez acılar ve aşağılanma pahasına Adem’in değersizliğini kanıtlamak istedi.

O vakit Efendi buyurdu. “O zaman sen de Âdem ile beraber in aşşağı!”

Eterik bir rüzgâr, Azazil’i sürükledi ve Adem’e doğru fırlattı. Âdem hale bir bebek formunda, ince bir tül kadar kalan hiçliğin ortasında meditasyon yapıyordu.

Azazil, efendinin onu fırlattıktan sonra etkisinin üzerinden kalktığını hissetti. Hemen elinde kara bir jeton belirdi. Yaydığı uğursuz hava dışında, varla yok arasında garip bir nesneydi. Üzerinde iki kafası olan ürkütücü bir yılan sembolü vardı. Azazil aslında planını çok derin kazmıştı. En kötü senaryo için başka bir aşkın varlıkla bile irtibata geçmekten çekinmemişti.

Jetonu ezdi ve bedenine karışan uğursuz bir gücü hissetti. Astral denizin arkasında saklanan başka, kötü bir aşkın varlıkla bağlantı kurduğunu hemen hemen hissedebiliyordu. Bağlantı kurduğu ve yeni efendisi olarak tanıdığı aşkın, önceki efendisi gibi nazik değil, şeytani bir varlıktı.

Astral denizde sadece ışıkla kutsanan ilahi varlıklar yoktu. Karanlıkta gizlenen düşünülemez kötülükler ve hiçbir kural tanımayan asi şeytanlar vardı. Kalplerini nefret ve kötülükle doldurmuş bu varlıklar, lanetlenmişti. Lakin yine de çok güçlü olanları, hatta aşkın olanları vardı. Kim bilir, sahip oldukları güçlere göre belki semavi olanları bile olabilirdi…

Sonuçta iyilik varsa, kötülük de olacaktı. ışık varsa karanlık da olacaktı. Neticede birbirinin zıttı olan şeyler aynı şeyin kutuplarından ibaretti…

Bu sırada efendi çoktan etkisini hafifletmiş, El tekrar kendisi haline gelmişti. Azazil’e baktığında derinden iç çekmeden edemedi. “İşte düşüyor… Sana artık saygı duyulamaz. Çünkü sen kovuldun. Adın bundan sonra Şeytan olacak. Adem’in Şeytanı…”

Şeytan, belki efendinin lütfu belki de etkinleştirdiği jetonun faydası olacak ki ince hiçlik perdesinden geçti ve Adem’in parlayan bedenine kara bir ışık huzmesi olarak girdi. Bir güneş gibi parlayan ve ışıktan ibaret olan şeffaf bedende, hemen Şeytan’ın ne yaptığı fark edilebilirdi. Adem’in sırtında bir yılana dönüştü ve başını, ısırdığı Adem’in beyninin alt kısmına gömdü. Böylece tüm bedenine ve zihnine musallat olabilirdi…

Şeytan işini yaptı. Netice de hiçliği çok kolay yenen minik Adem’in konsantrasyonunu bozdu ve hiçlik serbest kaldı. Tekrar onu kararttı ve üzerine kalın bir örtü oldu. Lakin bu sefer Adem’in varlığını silemedi. Sadece onun ışığını engelleyebildi.