2628 kelime…
Havva’nın göğsünde açılan kapıdan, bir Qilin’in çektiği gösterişli bir araba çıktı.
Qilin, gövdesinin ön kısmı bir aslan ve arka kısmı bir boğa gibiyken, alev alev yanan aslan yeleli uzun boynu üzerinde, saf ve lekesiz, kar gibi bembeyaz geyik boynuzları çıkmış bir ejderha başı taşıyordu. Sadece qilin bu kadar muhteşemken çektiği arabanın da ondan aşağı kalacağı düşünülemezdi. Nadir yeşimden yapılmış, altın kaplamalı gövdesi ve bir çelikten bile dayanıklı ama saç teli kadar ince, ipekten perdeleri vardı. Tekerlekleri bulutlardan yapılmış gibiydi ve havada süzülüyordu…
Narin ve ince görünümlü bir el perdenin içinden uzandı ve manzaraya baktı.
“Demek burası ölümsüzlerin öldüğü yer olacak” diye mırıldandı. Kalpleri yumuşatan eterik bir sesti bu ama içinde karşı koymayı bile unutturan bir irade de saklıydı. Son olarak “Gelebilirsiniz!” dedi. Nazik sesi, arkasındaki kapıyı gümleten bir top atışı gibi yankılandı.
Kapının içinden bir anda yüzlerce, binlerce figür fırladı. Bu figürler o kadar çok ve çeşitliydi ki saymak imkansızdı. Bazıları cüceler gibi küçücükken bazıları taşınan dağlar gibiydi ve tek ortak noktaları ise hepsi de kapının önüne park etmiş arabanın etrafından saygılı bir şekilde geçiyorlardı.
Envai çeşit yaratık kapıdan fışkırmıştı. İçlerinde heybetli ejderhalar, Anka kuşları, kıyafetler giymiş insansı hayvanlar ve daha niceleri…
Bazıları ilk çıkan bayan gibi uçan arabalara binerken bazıları da ilginç biçimde uçan kılıçların üzerinde duruyorlardı. Bazıları ise kelebek kanatları gibi minik kanatlarıyla uçabilen devasa fillerin çektiği arabalara doluşmuşlardı. Ejderhalara binmiş, kılıç taşıyan fareler; farelere binmiş, tüfek taşıyan pireler vardı…
Kendi kanatlarıyla uçan melekvari varlıklar vardı. Hepsi tepeden tırnağa silahlar ve kararlı bakışlarla donatılmıştı…
“Sonunda atalarımızdan rivayet edilen “İlahi Savaş Alanı” bizim neslimize de nasip oldu.” dedi kapıdan çıkan, eski püskü kıyafetler giymiş yaşlı bir adam. “Sonunda ölmeden önce görebildim. Nihayet ölümümün bir anlamı olacak. Ben Hırsızlar Tanrısı öylece değil, Yüce Tanrıça için öleceğim…”
Onun bu halini gören başka bir genç, “En son milyon yıl önce açıldığı için bir efsane olduğunu düşünmeye başlamıştık.” dedi ve eşsiz manzaraya baktı. Burası Astral Denizden tamamen bağımsız bir dünyaydı. Uçsuz bucaksız mavi gökleri ve sınırsız toprakları vardı. Tam da yükseldiği sırada göklerin en büyük fırsatı ayağına geldiği için kendisini çok şanslı hissediyordu. Efsanelere göre İlahi Savaş Alanı çok nadir bir olaydı. Gidenlerin çoğu ölse bile 10 değil 100 yaşamda bile harcayamayacakları iyi karmayla ödüllendirilirlerdi.
Kendisine Hırsızlar Tanrısı diyen adam tekrar konuştu: ” Siz yeni kuşaklar çok kibirli değil miydiniz? Yüce Tanrıçayı bile inkâr ediyordunuz, gördünüz mü? O gerçek ve bizi çağırdı. Yardımımıza ihtiyacı var. Onun çağrısına kulak verenler, ölse bile samsaraya yeniden düşmeden önce cennette ağırlanır. Kötü bir insan olup yeraltı dünyasına gitmeniz gerekse bile.”
Sonra elini yamalı ceplerine daldırıp, çıkardığı iki avuç altını her yere saçarken çok mutlu görünüyordu. “Al sana yeraltı dünyasının kralı Yama! Senden kurtuldum…” Sonraki anda aklına bir şey gelmiş olacak ki hemen sesini kesti ve etrafına bakındı. Eğer o geldiyse yama tanrıları da gelmiş olabilirdi. Düşmanla çarpışmadan önce bir yama tanrısının elinde ölmesi çok acıklı olmaz mıydı?
Titreyen elleri ve iki büklüm beliyle başka bir yaşlı kişi kapıda belirdi. Altın bir cüppe giyiyordu ve elindeki yeşim bastona yaslanırken zorlukla yürüyordu. İki büklüm beli yüzünden, ağarmış uzun kaşları yere değiyordu.
Kapıdan geçer geçmez düştü ama neyse ki yere değmeden yavaşlamayı başardı. Hemen yere kapaklandı ve iki gözü iki çeşme ağlarken toprağı öpmeye başladı. “Sonunda… Sonunda başardım…” diye sayıklıyordu ama kimse neyden bahsettiğini bilmiyordu.
Yoldan geçen gösterişli bir savaşçı, “Heh! Yaşamak için üç nefesi kalmış şu yaşlı moruğa da bakın hele… Savaşmaya mı yoksa bizi güldürmeye mi geldin.” diyerek onu hor görmüştü. Sonra etrafındakilerle birlikte yaşlı adama gülmeye başladılar.
“Yoldan çekilin!” Bir anda altın zırhlar ve gümüş mızraklar taşıyan, kanatlı atlara binen binlerce kişilik büyük bir ordunun onlara doğru dörtnala gelirken bağırdığını duydular.
Hemen aceleyle sağa sola kaçıştılar ve yolu açtılar. Bazıları yaşlı adamın ezileceğini düşündüğü için gözlerini kapatırken, diğerleri iyi bir şov izleyeceğini düşündü.
Kanatlı atlara binen heybetli ordu, yaşlı adamı gördüğünde yavaşladı ve onu çevreleyerek durdular. Beş metre boyu olan heybetli bir general önderliğinde herkes atlarından indi ve yaşı adamın emirlerini beklediler.
Etrafa toplanmış kalabalıktan birileri bağırdı: “Bu-bu-bu orduyu biliyorum! Onlar dokuz göğün hâkimi, cennetin efendisi, Yeşim İmparator’un ordusu! Yanlış değil!”
İnsanların kalpleri bu sesle irkildi. Biraz önce yaşlı adamla dalga geçen gösterişli savaşçı, “Nasıl olur…” büyük bir şaşkınlıkla yere çöktü. Ruhunu kaybetmiş gibi çok pişmandı. Hemen ileri atılıp af dilemek istedi ama düştüğü yerden de kıpırdayamadı. Yaşadığı şok ile dizleri düştüğü yere çivilenmiş gibiydi. Savaşın sonuna kadar da muhtemelen ayağa kalkamayacaktı. Yeşim İmparator, Cennetin Kralı kelimeleri böyle bir korkuydu işte zihinlerde.
Hemen bir başkası korkuyla poposunun üstüne düşerken söylendi: “Doğru doğru… Bunlar onlar! Şeytanlarla iş birliği yaptığımızı iddia edip dünyamızı yakıp yıkmışlardı. Göklerden inen heybetli orduyu nasıl unutabildim.” Şüphesiz o günler bu adam için çok eskide kalmış olmalıydı. Trajedisinden kurtulmuş, binlerce yıl yaşamış ve bir ölümsüz olmak için göklere yükselmiş olmalıydı. Neticede buraya sadece göklerde yaşayan ölümsüz varlıklar davet edilmişti.
Yaşlı adam salya sümük öptüğü toprakla münasebetini bitirdiğinde ayağa kalktı. Lakin beli eğrildiği için yüzü hala yere bakıyordu. Sanki Yüce Tanrıça, kibri yüzünden onu lanetlemiş ve tekrar gökyüzüne bakmasını yasaklamış gibiydi.
Birisi hemen sesli düşündü ve “O zaman sakın bana bu yaşlı adamın şey olduğunu söyleme…” dedi.
“Yeşim İmparator!” bir başkası onun yerine tamamladı.
Hffffp! Bir anda herkes derin bir nefes çekti. Çünkü bir efsaneye tanık oluyorlardı. Bir tanrının huzurunda duruyorlardı…
Miğferinde kırmızı bir tüy taşıyan altın zırhlı bir general hemen koştu ve Yeşim İmparator’un elinden tuttu.
Yeşim İmparator kendisini tutan nazik elleri görünce, “Ah kızım… Sana kaç defa gelmemen gerektiğini söyledim. Beni hiç dinlemiyorsun…” diye söylendi. “Boşuna dememişler kızını dövmiyen dizini döver diye. Artık seni dövmek için çok yaşlıyım. Seni gelecekteki kocan dövsün…”
Kız, yaşlı adamın elinden tutarken, “Sanki başka çarem vardı…” dedi ve “Erkek kardeşlerim Yeşim Taht uğruna geride kaldı.” kırgın bir sesle ekledi.
Yaşlı adam, kızının elinden tutup zorlukla yürürken, “Onlara kızma, onlar senin kardeşin. Ailemizde bir erkek olarak doğmak nedir bilmiyorsun. Yeşim İmparator’un tahtı karşı konulmaz bir cazibedir. Aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Bana bak 100 milyon yıl yaşadım ama hala sorumluluğumdan kaçamıyorum. Ölmeden önce son bir kere daha bana tahtımı, gücümü ve ömrümü bahşeden Yüce Tanrıça için savaşacağım.”
Kız, babasına daha fazla söylemedi. Onu üzmek istemiyordu ama kalbinde tüm erkek kardeşlerinin birer çöp olduğunu düşünmeye devam etti. Sonra onun için getirilmiş bir sandalyeye oturmasına yardım etti.
Yaşlı adam iki büklüm bir şekilde sandalyeye oturdu ve etrafına baktı.” Baş Simyacı henüz gelmedi mi?”
“Buradayım Efendim!” Yeşil cübbeler giymiş bir gurup altın zırhlı askerlerin içinden çıktı. Hepsinin de yerlere kadar uzamış ak sakalları ve bilge tavırları vardı. Daha da önemlisi ortaya çıktıkları anda havayı hoş bitki ve tıbbi hap kokuları yayıldı. Onlar Yeşim İmparator’un özel simyacılarıydı. Dokuz cennetteki en yetenekli ve bilge simyacılar, onlardı.
Yaşlı adam soluklandı ve bir karar vermiş gibi “Yanında mı?” diye sordu.
En öndeki yaşlı simyacı yeşim bir kutu çıkardı. Kutuyu açtığında hemen hava ağırlaştı ve gökyüzünde bir fenomen belirdi. Kutunun içinde canlılıkla dolup taşan yemyeşil, ejderha gözü büyüklüğünde bir hap yatıyordu. Hapın üzerinde uhrevi aura telleri oynaşıyordu.
Asil Yeşim Hap!
Bir diğer adı da Ölümsüzlük Hapı idi. Çünkü bu hapı alan kişi mezara yeni girmiş bir ölü bile olsa anında dirilir ve gençleşirdi. İçinde muazzam bir canlılık taşıdığı görünüşünden bile belli oluyordu. Lakin bu hapın bir yan etkisi vardı, o da hapı alan kişi, etkisi geçtiğinde kesinlikle ölürdü.
Ayrıca bu hapın yapılışı da çok caniceydi. O yüzden yasak bir hap olarak bilinir ve üretenler ve tüketenler cezalandırılırdı. Çünkü hapın içindeki canlılık, sayısız dünyanın, içindeki tüm canlılar ile birlikte rafine edilmesiyle elde ediliyordu. Şüphesiz bu tüm vicdanlara aykırı bir teknikti.
Yeşim İmparator gibi göklerin hükmünü yerine getiren doğru birisi, asla böyle bir hapı alacağı günün geleceğini düşünmezdi. Ama kahinler haberleri getirdiğinde daha önce el konulmuş böyle bir hapı kullanmaya karar verdi.
Simyacı endişeliydi. “Efendim, iyice düşündünüz mü? İçindeki canlılık size son bir kere daha güç verse de karşılığında kalan hayatınızı yakacak.”
“Zaten çok fazla ömrüm kalmadı.” dedi yaşlı adam hapı eline alırken. “Yaşarken olduğu gibi, bırakın ölümümde de kraliçeme hizmet edeyim.” Sonra hapı bir hamlede yuttu…
Kırmızı tüylü miğferin arkasına gizlenmiş güzel gözlerden iki damla yaş süzüldü. Ama araya girip babasına müdahale etmedi. O yaşlı bir adam olsa da hala bir imparatordu. Hükmü kesindi.
Yaşlı adam hapı yutunca ortalığı bir sessizlik kapladı. Gerçek şu ki kimse bu seviyede bir hapın etkisine bizzat şahit olmamıştı ve merak ediyorlardı. Bir anda iki pörsümüş ceset gibi el, sandalyenin kenarlıklarına tutundu. Eller kalınlaşıyor ve inanılmaz bir hızda gençleşiyor gibiydi.
Yeşim İmparator, şıpır şıpır terlese de gıkını çıkarmadan orada oturmaya devam etti. Belli ki hapın, açılan bir barajın kapaklarından dökülen su gibi olan tıbbi etkisi bedenine hücum ederken, buna dayanmakta zorlanıyordu. Ama milyonlarca yılda dövülmüş çelik gibi iradesi en ufak bir ses çıkarmasına engel oluyordu.
İşlem bittiğinde yaşlı adam, sıktığı ellerine güç uyguladı ve yavaşça ayağa kalktı. Belinden gelen büyük bir “kütürtü!” izleyenlerin akıllarını başlarına getirdi. Binlerce yıldır devrilmiş bir çınar, sanki tekrar doğruluyor gibiydi. Ayağa kalkmayı bitirdiğinde oturduğu altın sandalye daha fazla dayanamadı ve toza dönüştü.
“Bana zırhımı ve mızrağımı getiririn!” Ayağa kalkıp, mavi gökyüzüne baktıktan sonra verdiği ilk emir buydu. Vakit savaş vaktiydi. İçinden bir ses bu savaşın önceki imparatorların hafıza kayıtlarındaki gibi değil, her şeyi değiştirecek son savaş olacağını söylüyordu…
“Amitabha!”
Bir anda neredeyse geçidin kendisi kadar büyük bir karaltı kapıda belirdi. Daha sonra devasa bir Buda heykeli kapıdan çıktı. Heykeli binlerce keşiş, zorlukla taşıyordu. Bu keşişlerin her birisi şüphesiz ölümsüzdü ve şok edici güçlere sahiplerdi. Ama heykeli taşırken omuzları yara bere içinde kalmıştı. Bazıları dayanamıyor ve yıkılıp, diğerleri tarafından eziliyorlardı. Düşenlerin yerini hemen bir başkası alıyordu.
Heykelin omuzları, kolları ve gövdesinde yüzlerce sakin görünen ama savaşa hazır, şiddetli keşiş dinleniyordu.
Heykelin en tepesinde ise kendisini altın bir kumaşla sarmış, kel kafası güneşte parlayan dingin bir keşiş oturuyordu. İki uzun ve ak bıyığında 99 düğüm vardı. Başı altın bir ışıkla o kadar parlıyordu ki sanki gökteki güneşi yere indirmiş gibiydi. Bakanlara sanki Buda’nın kendisiymiş gibi kutsal bir hava veriyordu. Ellerini başı önünde birleştirmiş ve aralarına yerleştirdiği altın dua boncuklarıyla Buda’ya yalvarıyor gibi mırıldanmakla meşguldü.
Bir anda tespih tuttuğu elini kaldırdı ve kaldırmasıyla birlikte devasa Buda heykeli durdu. Arkasından gelen binlerce heykel de durdu. Sonra gözlerini sakince açtı ve yeni doğrulmuş ve zırhını giymekle meşgul olan Yeşim İmparator’a baktı.
“Ah! Buda’ya şükürler olsun. Yeşim İmparator ile birlikte son bir kez savaşabileceğiz.”
Yeşim İmparator, eski yaşlı halinde eser kalmamış gibi canlılıkla doluydu ve heybetli aurası her yere yayılıyordu.
Heykelin tepesinde oturan keşişe baktı ve gülümsedi. “Seni gidi kel eşşek seni! Sonunda manastırından çıkmaya karar verdin demek?”
Keşişler hemen öfkelendi ve bağırmaya başladılar. “Boddhisattva’ya nasıl hakaret edersin!”
O kişi Buda’nın bu çağdaki reenkarnasyonu olduğuna inandıkları ve Boddhisattva unvanını verdikleri kişiydi. Bu unvan sayesinde mezhep ve kültür, iyi veya kötü yol ayrımı olmaksızın dokuz cennetin en güçlü Budistlerini çağırabilmişti.
Keşiş tekrar elini kaldırdı ve onları sakinleştirdi. Sonra bir tebessümle, “Öldüğünde Buda’nın sana yol göstermesi için dua edeceğim…” dedi. Sanki dünyanın tüm kargaşasından kendini ayırmış gibi, hiçbir şey ruh halini bozamazdı.
Sonra da işaret verdi ve yollarına devam ettiler…
Savaş alanın bu tarafı yavaş yavaş dolarken bunun gibi bir sürü olay vuku buluyordu. Kemiklerinin bile toz olduğuna inanılan pek çok eski canavar ortaya çıkıyor, kadim tanrılar bir bir kendini gösteriyordu. Göklerde uçan heybetli ejderhalar ve sırtında şehirler taşıyan devasa kaplumbağalar belirmeye devam ediyordu…
Bir anda büyük bir ses duyuldu ve gökyüzü karardı. Kapıdan devasa gök mavisi bedeniyle çıkan ve gökleri örten Azure Ejderha idi bu. Arkasından gelen binlerce farklı ejderha da onu takip ediyordu.
Daha sonra bir güneş doğdu göklere. Kapıdan alev alev yanan bedeniyle çıktı Anka kuşu. Güneşi yutan Altın Karga ise hemen arkasındaydı. Sayısız kuş onları takip ederek ortay çıkıyor ve ejderhalar ile birlikte savaşmak için İlahi Savaş Alanı’nın göklerini dolduruyordu.
Sonra yer sarsılmaya başladı. Kapıdan büyük bir dağın karaltısı belirdi önce, sonra milyon yıllık kayaçlar gibi kat kat olmuş derisiyle bir kaplumbağanın başı belirdi geçitte. Sonra devasa simsiyah kabuğu. En arkasında ise ucunda bir yılan başı olan kuyruğu. O Siyah Kaplumbağa idi. Belki de en son uyanmasından bu yana milyonlarca yıl geçmişti ama Yüce Tanrıça’nın çağrısını duyduğunda, kabuğunda kurulmuş sayısız dünya ile birlikte yaşlı bedenini sürükleyerek savaş alanına gelmişti.
Bir anda büyük bir karaltı yaşlı tosbağanın üstünden geçti ve önüne indi. Siyah Kambulmbağa’nın kabuğu gökleri aydınlatan Güneş kadar büyüktü. Onun üzerinden atlayabilecek tek bir varlık vardı. O da Beyaz Kaplan. Katliam Tanrısı. Sayısız diğer kaplan da onu takip ediyordu. Sanki tüm kaplan dağını beraberinde getirmiş gibiydi…
Dört kutsal hayvan kapıdan geçtikten sonra başkaları gelmeye devam etti…
Kapıda önceki Buda heykeli kadar büyük bir figür belirdi. Bu figürü görenlerin hemen dili tutulurdu. Çünkü korkunç aurasını bir kenara bıraksak bile sadece bakmak için oldukça garipti. Tek bir devdi ama üç kişinin birleşmiş hali gibi belirsiz bir görünüşü vardı. Ne tarafından bakarsanız başka bir kişiyi görürdünüz. Onun bir yüzü Brahma, diğeri Vişnu ve sonuncusu Şiva olarak adlandırılırdı.
Sonra arkasından kafası fil kafası gibi olan bir başkası geldi. O Ganeşa idi.
Sonra bir başkası, tepeden tırnağa zırhla kaplanmış bir file binerek geldi. Elinde gök gürültüsü gibi sesler çıkaran ve cızırtı sesleri ile elektrikler fışkırtan silahı Vajra’yı tutuyordu. Tüm bedeninde açılıp kapanan ve yerleri sürekli değişen bin gözü vardı. O savaş ve hava tanrısı İndra idi.
Arkalarından da sayısız ölümsüz tanrı takip ediyor ve savaş alanında yerlerini alıyorlardı…
Onların da arkalarından ise sade kıyafetler giymiş ve hasır şapkalar ile yüzlerini örtmüş biri erkek diğeri kız iki kişi geldi. El ele tutuşuyorlar ve sakin adımlarla hızlı yol alıyorlardı. Sade mızraklar, yaylar ve katanalar taşıyorlardı. Onlar İzanagi ve İzanami idi. Arkalarında ise Amaterasu, Tsukiyomi, Susanoo ve diğerleri vardı. Biraz daha arkalarında ise siyah kıyafetler giymiş ve korkunç maskeler takmış Şinigamiler geliyordu.
Daha sonra isimleri tarihin tozlu sayfalarında çoktan kaybolmuş olanlar geldi. Hepsi de bir kere daha hatırlanmak için gelen, sayısız güçlü kimselerdi…
Bu savaşa her iki taraftan da bir milyar kişi katılmasına karar kılınmıştı. Dolayısıyla yeterli sayıya ulaşıldığında kapı kapanacak ve bin yıl sürmesi planlanan son savaş başlayacaktı…
…
Qilinin çektiği araba, milyonlar kapıdan akın ederken başından beri yerinde durmuş hiç kıpırdamamıştı. Derken mavi cüppeleri rüzgârda dalgalanırken kılıçları üzerinde uçan bir gurup ona yaklaştı.
Liderleri, ağarmış top sakalı beline kadar gelmiş olan, ihtiyar bir delikanlıydı. Son derece gösterişsiz ve sade bir kılıç sürüyor ve ihtiyar görünümüyle ters düşen genç ve delici gözler taşıyordu. Onlar, Yüce Tanrıça’nın göklerdeki temsilcisi olduğuna inandıkları Tanrıça’ya hizmet eden diğer kahinlerdi. Onlara göre her nesilde Yüce Tanrıça’nın gözlerinden baktığı bir seçilmiş kişi olacaktı. Kehanet sanatlarıyla onu bulur ve Tanrıçaları ilan ederlerdi.
“Tanrıça’ya rapor veriyorum!” diyerek arabanın önünde eğildi. “Hmm..” İçeriden onaylayan bir ses geldi.
“Dokuz göğün, sayısız aleminden ve dünyasından 1 milyar ölümsüz geldiğinde kapı kapandı. Önümüzde binlerce kilometrelik boş bir arazi var. Bulutların üzerine çıkan dik dağları avantajımıza kullanabiliriz. Ayrıca uçsuz bucaksız denizleri saldırmak veya savunma yapmak için kullanmak da mümkün. Dikkat etmeliyiz…”
Yaşlı kâhinin raporu bittiğinde kısa bir sessizlik oldu. Sonra içeriden Tanrıça’nın sesi duyuldu…
“Peki ya düşmandan haber var mı?” İçinde merak duygusu olmayan belli belirsiz bir soru gibiydi.
Yaşlı kâhin başını salladı ve “Bizi ayıran büyük bir nehir var. Karşı tarafta dağıldıklarını gördük ama gözetlemek mümkün değil. Ayrıca kehanet sanatlarımız da engellenmiş gözüküyor. Korkarım sadece siz yapabilirsiniz.” dedi.
“Kehanete şimdilik gerek yok. Bilmem gerekeni zaten biliyorum.” Dedi Tanrıça ve ekledi: “Kuvvetlerimizin dağıtımı ile ilgilenin. Hepsi zaten sayısız savaş görmüş, onurlu krallar ve generaller.”
Biraz duraksadı ama konuşmaya devam etti. “Ama onları uyarın. Bu düşman 9 gökten değil. Merhamet gösterilmemeli ve dikkatli olunmalı. Daha önce hiç yaşamadıkları bir dehşete hazır olmalılar…”
Konuşmaktaki tereddüdünden, sanki zaten çok fazla şey söylemiş gibiydi ve konuşmayı bıraktı. Gerekenden fazla konuşmak iyi değildi.
“Yüce Tanrıça buyurdu ve Tanrıça söyledi!” dedi yaşlı kâhin ve diğerlerini dört bir tarafa gönderdi. Sonra Tanrıça’nın arabasının yanında kılıcı ile süzülerek önlerindeki boşlukta bekleyen devasa hayvana doğru gittiler.
Bu hayvana Kun Peng denirdi ve o uçan bir balinaya benziyordu. Kuş kanadına dönüşmüş iki yüzgeci ufku kaplarken, tek bir çırpışta yüzlerce km yol alabilirdi. Devasa cüssesi o kadar büyüktü ki sırtına koca bir şehir inşa edilmişti. Altından kaleler, yeşimden saraylar ve en nadide çiçeklerden bahçeler vardı.
Kun Peng’in sırtı, komuta merkezi olarak seçildi. Bir milyar canavar, insan ve ruhlardan oluşan ordu buradan idare edilecekti…
Savaş başlamak üzereyken, diğer taraftaki hazırlıklar da tüm hızıyla devam ediyordu…
…