hiper tales, yazarlık, dünya inşası
Kaderin Şarkısı

13.Bölüm: Küçük Savaş Başlıyor

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 09:50:47
  • 0 yorum
  • 0

Dudakların birleştiği o kısacık anda, zaman durmuştu adeta onlar için. Bir daha ayrılmamak üzere mühürlenmişti sanki kalpleri. Kalpleri tek, düşünceleri bir olmuştu. Havva Adem’in aynası, Âdem Havva’nın aynası olmuştu. Kendilerindeki BEN’i, sevdiğinin gözlerinde fark etmişlerdi ilk defa.

Artık Havva’sı vardı Adem’in. Bir beni vardı, bir de benden içeri olanı…

Âdem ve Havva en büyük yasağı çiğneyerek, ilk günahı işleyerek; yaşadıkları cennetten kovulmuşlar, zaten sahip oldukları ölümsüzlükten vazgeçmişler ve birbirlerinden başka her şeyi kaybetmişlerdi. Ama aynı zamanda diğerlerinde olmayan çok daha değerli bir şeyi, birbirlerinde bulmuşlardı. İlk defa benliklerini(nefs) bulmuşlardı.

O benlik ki kendisini önce diğer her şeyden ayırır, sonra da her şeyi benliğinde bir kılardı.

Benliğin her şey olması için, önce hiçbir şey olmayı öğrenmesi gerekiyordu.

İşte bu yüzden Aşk Şarabını içmenin sonu hiç olmaktı.

Hiçlik aşka düşenin cezası değil, aslında aradığı şeydi. Efendinin cezası aslında mükafattı. Ama aşkı olmayanlar bunu bilmezdi.

Artık diğer canlılar gibi basitçe var olmak ya da yok olmak yetmezdi BEN diyene. Ya her şey olmalıydı ya da hiçbir şey…

Zamanı geldi… Vakit; ayrılık, farklılık, ikilik vaktiydi. Işığın içindeki güzel renkleri görme ama renklerin içinde acıyı ve sıkıntıyı da tatma zamanıydı. Hiç olmadan önce var olma zamanıydı. Hiçlikte var olma, varlıkta Hiç olma zamanıydı…

Tatlı birliktelik nihayet sona ermişti. Kalpleri ebediyen birleşse de dudakları ayrıldı isteksizce. İkisi de bir şeyler hissetmişti. Önce uzaklara ve sonra birbirlerine baktılar. Geliyordu gelmekte olan. Artık kelimeler gereksizdi, gönül köprüsü kuranlara.

“Çabuk!” dedi Havva, yüzünden okunan endişeyle. “Babamızı bulmamız lazım. Bizi ancak o kurtarır.”

Âdem etrafına baktı… ve gülümsedi. “Bizi kendimizden başka kimse kurtaramaz.”

“Ama… İyi o zaman sen burada kal. Ben gidip babamı bulacağım. Efendiye durumu anlattığımızda hiçliği geri çağıracaktır.”

Adem’i ikna edemeyen Havva dönüp gitmek istedi. Burada hiçbir şey yapmadan beklemek istemiyordu. Artık kendisi de yasağı çiğnemiş ve bu yüzden babasının yardım edeceğini düşünüyordu.

Âdem ise hiçlikten kaçış olmadığını biliyordu. Aşk Şarabını içmişlerdi bir kere. Aşka düşmüşlerdi bir kere. Varlık artık onları doyurmazdı. Sadece hiçlik giderebilirdi susuzluklarını.

Adem’in bu bildikleri ona aksini düşündürtüyordu. Babamız diyerek saygı ve sevgi duyduğumuz Yüce El, Efendinin görünen yüzüydü. Güç ve kudretin idarecisiydi. Ödüllendiren ve cezalandırandı. Öldüren ve oldurandı. Bu anlamda sistemin, düzenin kendisiydi. Nasıl olurda bir evladı için ayrıcalık yapabilirdi?

Üstelik El’i en iyi tanıyan da bu tuzağı kuran da aynı kişiydi. Kıdemlinin yaptığında rızası olmasa da engellemediği için izni olduğu anlaşılabilirdi. Lakin Havva hala bu gerçeği görmemekte ısrarcıydı.

“Orada dur bakalım küçük hanım!” Âdem elindeki mendili bir hareketle Havva’ya gönderdi ve onu saran bir ipe dönüştürdü. “Bu noktada ayrılmamız, başımıza buyruk hareket etmemiz akıllıca değil.”

“Hayır!” Havva hafif bir salınımla, kendisini saran ipi yok etti ve Adem’e doğru bir enerji topu fırlattı. “Beni durduramazsın!”

“Humph!” Âdem omuzlarını esnetti ve karşılık verirken “Göreceğiz…” diyerek restini çekti.

Enerji topları, tıpkı akıl almaz sıcaklıkları yüzünden fokur fokur kaynayan ve devasa kütleleriyle yerçekimi dalgaları yaratan iki güneş gibi çarpıştı. Adem’in gönderdiği bir kızıl cüce gibiyken, Havva’nınki bir süpernova gibi devasaydı. Uzaktan bakıldığında tıpkı bir deve karşı çıkan bir cüce gibi görünüyordu.

Az önce basit birer el hareketiyle birbirlerine iki güneş fırlatmış olan Âdem ve Havva ise kendilerinden emin bir şekilde sonucu bekliyorlardı.

İki devasa enerji kütlesi çarpıştı ve inanılmaz bir şekilde birbirlerini durdurdular. Birbirlerini yok etmeden önce bir an için dengede kaldılar ve sonra büyük bir patlamayla yok oldular. Ama yok olmadan hemen önce, denge anında enerji toplarının içinde bir an için daha küçük toplar belirdi. Onlar da çarpıştılar ve yok oldular. Onlar da yok olmadan hemen önce, dengedeyken, onların da içinde benzer yapıların oluştuğunu görebilirdiniz. Eğer iyice derinlere bakmaya cesaret ederseniz orada küçük insansı figürlerin hayat bulduğunu ve kıyasıya savaştığını görebilirdiniz…

“Haa?”

Havva bu sonucu beklemiyordu. Zira kendisi orta boyutlu bir varlıkken, Âdem sadece düşük boyutlu biriydi. Anlayışları, bilgileri ve sahip oldukları enerjiler tamamen başka seviyelerde idi.

“Çok sevinme! Sadece dikkatsizdim…” dedi Havva. Yeni ve daha güçlü bir enerji topu fırlattı. Bu sefer daha iyi odaklanmıştı. Çünkü birbirlerine fırlattıkları bu enerjiler aslında bilinçleriyle yoğunlaşan hayal güçleriydi. Ne kadar çok bilirlerse o kadar güçlü hayalleri olurdu. Dolayısıyla bilgileriyle çarpışıyorlardı.

Âdem ise Havva’nın saldırısını bir tebessümle karşılıyordu.

Biri büyük diğeri küçük iki enerji topu tekrar havada çarpıştı ve ortamı dolduran astralin bin bir çeşit rengini de karıştırarak yine büyük bir patlamayla birbirlerini yok ettiler.

Havva ne olduğundan emin değildi ama birbiri ardına saldırmaya devam etti. Saldırılarının Adem’e neden işlemediğini bir türlü çözemiyordu. Oysa aralarındaki anlayış farkı nedeniyle onu yenmesi çok kolay olmalıydı. O bir orta boyutlu bir varlıktı ve rakibi ise sadece düşük boyutluydu. Aralarındaki boyut farkı her şeyi özetleyen, basitçe görmezden gelinemeyecek bir gerçekti. Onlar tamamen ayrı dünyalarda hatta alemlerde varlıklardı. Hatta Havva istemese Âdem onu göremezdi bile, bırakın anlamayı ve saldırılarına karşılık verebilmeyi.

Ama bir şekilde birbiri ardına gönderdiği akıl almaz güçlü saldırılarını Âdem basitçe karşılıyordu. Bir kere böyle bir enerji üretebilecek hayalleri olamamalıydı. Çünkü böyle hayallere kaynak olacak bilgisi yoktu. Böyle bir bilgiyi işleyecek bilinç düzeyinde değildi.

Ama işte orada, gözlerinde zerre korku ve endişe olmadan duruyor, her saldırıyı hafif bir tebessüm ile göğüslüyordu.

“Sana zarar veremesem de…” Havva arkasını döndü ve hızla gözden kaybolurken, geride bıraktığı sesi yankılandı boşlukta: “Gitmek istersem beni durduramazsın!”

“Heh! Bu kız… Kalbi bana aşikarken nereye saklanmayı düşünüyor…” Âdem kendi kendine söylendi ve orada boşlukta kıpırdamadan durdu. Bir anda arkasını döndü ve uzaklara, boşluğa doğru yüzlerce küçük enerji topu fırlattı. “Yakaladım!”

Enerji topları bir anda şekil kazanmaya başladı ve hepsi elinde bir ağ tutan, tepeden tırnağa zırhlı askerlere dönüştü. Boşlukta bir şeyleri hedefleyerek ağlarını attılar ve durdurmaya çalıştılar.

“Bunu nasıl yapabilirsin!?” Ezoterik bir ses duyuldu boşlukta. Âdem imkânsız olanı yapıyordu. Görememesi, bilememesi, ulaşamaması gereken bir boyuta, aşağıdan müdahale ediyordu. Havva, Adem’in tamamen kavrayışının ötesinde bir boyuta çıkmış ve uzaklaşmaya çalışıyordu ki Âdem onu bulmayı ve hatta durdurmayı başardı.

Bu en basit tabirle, yeryüzünde bir çocuğun, göklerde kayıp giden ayı parmaklarıyla durdurması gibi imkânsız bir şeydi…

“Pekâlâ… Artık nasıl yaptığınla ilgilenmiyorum. Seninle sonuna kadar gideceğim.” Önce Havva’nın öfkeli ama kararlı sesi boşlukta duyuldu.

“Guuuaaaarrrrr!!!!”

Sonra da gök gürültüsü gibi bir ses, kulakları sağır edercesine boşlukta yankılandı. Bu muazzam sesin sahibi ortaya çıkmadan bile zırhlı askerlerin attığı ağı parçalayıp yok etti.

Sonra ufukta muazzam bir alev belirdi. Sonra fırtınanın habercisi sıcak bir esinti.

Ağları parçalanan askerler mevzilerini korudular ve kılıçlarını çektiler. Varoluş sebepleri gereği sonuna kadar savaşmaya kararlıydılar.

Adeta cehennemden çıkmış gibi olan kanatları ve vücudu alev alev yanan, devasa bir ateş ejderhası, ateşten peyda oldu. Yılanvari uzun vücudu kıvrılıp dönerken, iki ateşten kanadı Adem’in tüm görüş alanını kapladı. Güneş gibi yanan iki devasa gözün karşısında Âdem, bir toz zerresi gibi küçücük ve önemsiz görünüyordu.

Toz zerresi bile olmayan Adem’in zırhlı askerleri ise Cehennemin kendisi ile karşı karşıya olduklarını hissettiler ve Adem’e doğru kaçmak istediler. Bu acıyı yaşayarak yok olmaktansa, çıktıkları yere geri dönebilmeyi ve hiç var olmamayı dilediler.

Ama yeri ve göğü kaplayan ejderhanın karşısında hiç şansları yoktu. Ejderhanın yaklaşması ile artan ısıdan kavrulup gittiler…

Bu astral denizdeki bir orta boyutlunun gücünün sadece küçük bir kısmıydı. Sadece onları kızdırdığınızda hissedeceğiniz bir tür dehşet.

“Humhp!” Âdem geri adım atmadı. “Gösteriş meraklısı… Küçük yılanına sahip çıkmalısın!”

Sakince bir ayağını geri kaydırdı ve duruşunu ayarlarken, derin bir nefes aldı. Bir kılıç tutuyormuş gibi elleri hizalandı ve boşluğu kavradı.

Kendisine yaklaşırken bir dünyayı doğrudan yutabilecek kadar ağzını açmış ejderhanın tam gözlerine baktı.

Ejderhanın ağzından, sanki cehennemin kapakları açılmışçasına ateş döküldü ve Âdem ateş denizinde gözden kayboldu.

Havva her şeyi uzaklardan izliyordu. Henüz görünür olmamıştı ama terk de etmemişti. Yumrukları farkında olmadan sıkılmıştı. Ufaklığın ona zarar vermeyeceğini biliyordu. Sadece durdurmasını istemişti. Ama düşünceleri, ufaklık dediği ejderhanın farkında olmadan kalbini sıkıyordu.

Ejderha daralan kalbi yüzünden püskürttüğü ateşin şiddetini düşürdü. Böylesine şiddetli bir ateş karşısında rakibinin çoktan kül olduğunu düşünüyordu.

“Ahh!” Havva bir panik ve şaşkınlık çığlığı attı. Çünkü Âdem ateşten bir denizin ortasında öylece duruyordu. Yerinden bir santim bile kıpırdamamış, duruşunu hiç bozmamıştı. Gözleri kapalı, alnında tek bir damla ter bile yoktu.

“İm-imkansınz!”

Âdem bir anda gözlerini açtı. Mekânı dolduran renkler bir an için duraksamış gibiydi. Âdem bir anda “Benim içimde tutuşan aleve karşı, senin püskürdüğün ateş ılık bir esinti gibi kalır…” dedi.

Sonra yavaş ama kararlı, gözle takip edilemeyen bir şekilde ellerini hareket ettirdi ve bir kesme hareketi yaptı. Renkler bir an için karardı ve sonra aydınlandı. Sanki onları bir şey kapatmış gibiydi.

Adem’i bir toz zerresi gibi bırakan devasa ejderhanın başı bir anda gövdesinden koptu ve aşağı düşmeye başladı…

“Sen!” Havva hemen kendisini açık etti ve hızla ejderhanın yanına geldi. “Ufaklığı yaraladın.”

Eliyle yaptığı anlaşılmaz hareketlerle başı hala düşmekte olan ejderha, dev bir enerji halesine dönüştü ve tekrar Havva’nın bedenine karıştı.

“Kendi kaşındı…” demekle yetindi Âdem. “Üstelik bunu sen başlattığın için beni suçlama!”

Âdem iki kolunu ileri itti ve büyük bir enerji açığa çıkardı. Bu enerji boşlukta gök yeleli, masmavi bir dev kurda dönüştü ve Havva’ya atıldı.

“Bir köpek mi?” Havva, onun hamlesini küçümsedi. “Hayal gücün buna mı yetiyor?”

O da aynı hareketi yaptı ve bu sefer de kızıl bir kuş belirdi göklerde. Alev alev yanan devasa ve muhteşem bir Anka kuşuydu bu.

Anka kuşu ve Bozkurt, boşlukta karşı karşıya geldi. Kim av, kim avcı belli değildi. Kuş, kurdu yaktı. Kurt, kuşu ısırdı.

Mücadeleleri bir süre devam etti ama yine de kazanan çıkmadı. Kurdun her yeri yanmış, gök yelesi kavrulmuştu ama yine de gözlerindeki azimden bir şey kaybetmiyordu. Kendisinden defalarca büyük ve yanan bir kuşla çarpışsa bile ısırmaya devam ediyordu.

Havva, Adem’in çıkardığı bu hayvana şaşkınlıkla baktı. Daha önce hiç bu kadar yılmaz bir kurt görmemişti. Sonunda pes etmeye karar verdi. Anka’sının daha fazla yaralanmasını istemiyordu.

İkisi de hayvanlarını geri çağırdı. Zamanları kısıtlıydı ve bu işi kökten çözmenin tek bir yolu vardı.

Tüm varoluşlarıyla savaşmadıkça kazanan belirlenmeyecekti anlaşılan…

Âdem ve Havva karşı karşıya geldi. Birbirlerinin gözlerine baktılar ve öylece boşlukta durdular.

Sonraki anda ikisinin de önünde, göğüslerinin ortasında ışıktan bir girdap belirdi. Bunlar iç alemlerine açılan birer kapıydı. Çünkü herkesin içinde apayrı bir alem gizliydi. Herkes ayrı bir alemdi.

İki kapıdan da bir enerji fışkırdı ve ortada çarpışarak birbirini dengelediler. Biri mavi diğeri kırmızı. Dengelenen enerjiler, önlerinde tıpkı bir satranç tahtası gibi oldu ve şekil almaya başladı.

Bir savaş alanı hemen önlerinde çok hızlı bir şekilde kuruluyordu. Bu savaş alanın kendine has bir zaman çizgisi vardı. Buna göre Âdem ve Havva donmuş gibi hareketsizdi. Âdem ve Havva’ya göre ise savaş alanında olan her şey ışık hızında olup bitiyordu.

Savaş alanı kendince çok büyük olsa da Adam ve Havva’nın bedenleri yanında çok küçük bir alandı. Âdem ve Havva, savaş alanındakiler tarafından fark edilemeyecek kadar büyüktüler. Savaş alanındakiler için gökyüzü gibiydiler…

Havva’nın önündeki bölgede uçsuz bucaksız bulutlar oluştu. Bulutlardan gökleri delen dağlar sivrildi. Denizler, göller ve yollar kuruldu…

Adem’in önündeki alan ise Havva’nınki kadar ayrıntılı ve özenli gözükmüyordu. Uçsuz bucaksız, boş bir bozkır gibiydi. İrili ufaklı tepeler, şırıl şırıl akan dereler ve oraya buraya saçılmış küçük ormanlar vardı…

***