novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 22: Kartap- 1. Kısım

  • Efe Kutluay
  • 24 Nisan 2024 13:30:04
  • 0 yorum
  • 5

Milattan Sonra: 2565

 

 

”Üç aşağı beş yukarı yüz doksan kilometre yürüdük, birazdan varmış oluruz.” dedi Konrad.

 

”Odağında ne kadar yürüdüğümüzü gösteren bir uygulama mı var, yoksa kendin mi bu çıkarımı yaptın?” diye sordum.

 

”Ayıp ediyorsun.” dedi alaycı bir tonla. Normalde kendisinin yaptığı hesaplalarla dalga geçerdim, ama kabul etmek istemesem de bu ”hesaplamaları” korkunç derecede tutarlıydı.

 

Yürüdüğümüz kırık dökük otoyol, etrafı seyrek bir şekilde ağaçlarla çevrili ve bozulmuş arabalarla doluydu, tıpkı bundan önceki bilmem kaç kilometre gibi… Tüm bu terkedilmiş arabalar, yollar ve ikimizin haricinde en ufak ses çıkaran bir canlının dahi olmayışı çok rahatsız ediciydi. Daha önce karanlık bölgede dolaşmış (malum aşılama olayı ve sonrasında olanlar) olmama rağmen bir türlü alışamamıştım buna…

 

”Bu arada buluşacağımız kişileri tanıyor musun?” diye sordu.

 

”Görsem tanırım.” diye kestirip attım, Konrad’ın yol boyunca orada geçirdiğim vakte dair soruları bıkkınlık yaratmaya başlamıştı. Normalde etrafındaki herkese karşı soğuk olup iş beni irrite etmeye gelince konuşmayı bir türlü bırakmaması (suç aslında biraz da bendeydi ama…) fazla sinir bozucuydu.

 

Özellikle de sürekli Aliya hakkında soru sorması… En ufak şekilde merak etmediğinden veya umursamadığından da emindim, tek amacı benim sinirlenmemi görmek istemeseydi.

 

”Yani tüm şansımız kol bandını görüp ‘seni’ tanımalarına bağlı değil mi?”

 

”Evet.”

 

”Ya.”

 

”Ya?”

 

”Kafanı eğ.”

 

”Ne?” dememe kalmadan kendisi bıçağını çıkarıp bana doğru dönmüştü. Panikle kendimi yere attım, kendimi yere attığım gibi o da bıçağını fırlatmıştı.

 

Sonrasında kulakları tırmalayan, acıyla dolu ”vızıltı-çığlık” karışımı bir ses çıktı. Arkamı döndüğümde gördüğüm şeyse acı dolu çığlıklar atarak etraftaki arabalara çarpan, üç aşağı beş yukarı bir karga büyüklüğündeki bir ”böcekti”.

 

”Kuş büyüklüğündeki böceklerden” bahsetmişti Konrad, o an bunlardan bir sürü olduğunu düşününce içim ürperdi. Böcekleri (karıncalar ve arılar hariç) oldum olası sevmemişimdir zaten…

 

Konrad’sa günlük bir işi yaparmışçasına artık etrafa çarpmaktan bitap düşüp yere yığılan böceğin yanına gitti, acıyla inleyen böceğin kafasını ezerek parçaladı ve bıçağını böceğin vücudundan çıkardı.

 

”Merak etme Konstantin, askerde vakit geçirdikçe alışıyorsun.” dedi bıçağını etrafa sürterek temizlerken. Sanki çok normal bir şeyden bahsediyormuşçasına rahattı.

 

Ben yavaşça ayağa kalkarken bir daha konuştu, ”Bu birincisiydi.”

 

”Birinci mi?” diye sordum.

 

”Evet, izleniyoruz, sırada onlar var.”

 

”Ne?”

 

”Saat iki yönünde.” demesiyle ağaçların arasına fırlaması bir oldu, ben daha ne olduğunu çözemeden birkaç çığlık ve çarpma sesi duydum.

 

”Konrad!” diye bağırarak koşturdum ağaçların arasına, ağaçları geçip gördüğüm görüntü ise… Herhalde bin yıl hayal etsem asla düşünemeyeceğim bir görüntüydü…

 

Konrad, iki kişiyi yakasından tutup havaya kaldımıştı. Bunlardan biri ”çok iyi tanıdığım” gözlüklü bir kızdı, kendisi Konrad’a küfürler yağdırıyordu (her ne kadar Konrad, kızın ne dediğini anlamasa da küfür ettiğini tahmin edebiliyordu). Diğeri ise yine çok iyi tanıdığım kahküllü bir oğlandı, Konrad’dan kurtulmak için beyhude bir çabayla çırpınırken çok iyi bildiğim şekilde ”şeytan” diyerek hakaret ediyordu ona.

 

”Arkadaşların bunlar mı?” diye sordu yine hiçbir şey olmuyormuşçasına.

 

”Dummkopf! Bırak onları!” diye hiddetle bağırdım.

 

”Aaaa, can sıkıcısın.” dedi ve ikisini de bir anda yere bırakarak köşeye çekildi.

 

Olaylar daha fazla sarpa sarmadan hemen kaskımı ve maskemi çıkarıp hızlıca konuşmaya başladım, ”K-kusura bakmayın…”

 

”Konstantin! Demek sendin, ben de başka birileridir diye korkmuştum.” diye heyecanlı bir şekilde konuşarak sözümü kesti Ain.

 

”Falkenmayer… Buluşacağımız kişinin sen olduğunu tahmin etmeliydik.” diye homurdandı İstaf.

 

Rahatlamıştım, en azından kan akmadan araya girmeyi başarmıştım… Ayrıca onları ilk kez parmaklıklar olmadan görmek… Garipti…

 

”Onun patavatsızlığı yüzünden özür…” 

 

”O kim?” diye sordu Ain sözümü tamamlamama izin vermeden.

 

”Bayan Theslaff bize sadece bir kişinin geleceğini söylemişti, arkadaşını falan mı getirdin?” İstaf, sesinde huzursuz (her zamanki gibi) bir tonla sordu.

 

”Şey…”

 

”Benim kim olduğumu mu sordular?” diye sordu Konrad.

 

Konrad çok korkutucuydu…

 

”O zaman sen hiç uğraşma.” dedi ve kaskını çıkarıp Ain’le İstaf’a döndü, ”Ben Konrad von Falkenmayer, ‘arkadaşınızın’ kardeşiyim.”

 

Tam dediklerini çevirmeye başlayacaktım ki İstaf ve Ain’in yüzündeki ifadeyi görmemle durdum, en son benim yüzümü gördüklerinde bu kadar ”şoke” olmuşlardı sanırım.

 

Sıkıntıyla iç çektim, açıklama zamanı…

 

 

 

 

 

 

”Yani dışarıdan hiçbir müdahale olmadı mı?” diye sordu Ain, aynı şeyi farklı şekillerde bininci soruşuydu belki de. Aliya’ya anlattığımda birkaç soru sormuştu sadece, Theslaff’sa sadece ”tamam” deyip geçmişti (belki de çok anlamaya uğraşmamıştır). Ama Ain apayrı seviyeydi, yirmi dakikadır her türlü soruyu (bazen birkaç kere) soruyordu.

 

Bunu anlama kapasitesinin düşüklüğüyle alakalı olmadığına emindim, sonuçta bu kızla esirken de çok kez konuşmuştum ve benim yüzeylemesine bile çok az bildiğim bir çok bilimsel konuda mükemmel derecede bilgi sahibiydi. Muhtemelen kafasına yatmıyordu sadece.

 

”Hayır, tamamen doğal.” diye yanıtladım onu, en azından iş bir şeyleri açıklamaya gelince sabırlı sayılabilecek biriydim.

 

”Yani siz Terralılar tek seferde birden fazla doğuruyorsunuz?” diye sordu İstaf, Ain gibi nedenleri umursamasa da ara sıra o da konuya dahil oluyordu.

 

”Hayır hayır, genellikle sizin gibi bir çocuk doğar. İkizler nadirdir.” diye yanıtladım onu.

 

”Hani doğal bir şeydi?” diye tekrar sordu, başa dönüyorduk…

 

”Nadir olmasıyla doğal olması birbirine ters değil.” bunu dedikten sonra ikisine birden döndüm, ”Bakın, ikizler iki tür şekilde oluşur. Birincisi çift yumurta ikizleri, bunlar anne karnındaki iki farklı yumurtanın döllenmesi sonucu oluşurlar. Bunlar iki kardeş birbirine maksimum ne kadar benziyorsa o kadar benzerler genelde, cinsiyetleri bile farklı olabilir hatta.’’

 

”Peki ikincisi?” diye sordu İstaf.

 

”İkincisi ise ben ve Konrad gibi tek yumurta ikizleridir. Bunlar ise tek bir sperm tarafından döllenmiş tek bir yumurtanın mayoz bölünme ile…” 

 

”Mayoz değil mitoz, sana biyoloji öğretenin…”

 

”Ben sözelciyim, detaylarına hakim değilim diye beni…” kendimi savunmama izin vermeden araya girdi:

 

”Orta okulda da mı sayısal sözel ayrımı var?”

 

Buna karşılık hiçbir şey demedim.

 

”Her neyse.” diyerek bize döndü, ”Boş muhabbetiniz bittiyse işe koyulmamız lazım.”

 

Ain ve İstaf’a da çeviri aletlerinden verdiğimizden (rahat yedi-sekiz taneden fazla getirmişti) onlarla da direkt konuşabiliyorduk, söylediğine göre eğer bir ortamda herkeste bu aletlerden varsa o ortamda ”bir milyon kişi” dahi olsa hepsi rahatlıkla konuşabilirdi.

 

Cebinden bir holo-yansıtıcı çıkararak uydu haritalarından birinin hologramını açtı, ”’Öğretmeninizin’ dediğine göre gitmemiz gereken yeri biliyormuşsunuz.” dedi.

 

”Evet, ‘Kartap olması lazım’.” dedi Ain.

 

”Kartap mı?” 

 

”Evet, buranın biraz güney doğusunda olması…”

 

”Onu biliyorum, Kartap’da hiçbir şey yok da ondan.”

 

”Hiçbir şey yok mu?” diye sordum, Konrad’ın, benim aksime, burayı duymasına şaşırmıştım.

 

”Evet, orada eski bir nükleer reaktör varmış, savaştan sonra bizim elimizde kalsın diye reaktörü sabote edip kaçmışlar.” dedi ve harita üzerindeki üzerinde ”radyasyon” işareti bulunan bir yeri gösterdi.

 

”Ama orada hiç nükleer reaktör olmadı ki.” diye araya girdi İstaf aniden.

 

”Nasıl yani?” diye sordu Konrad.

 

”Cumhuriyet, savaş başlamadan kısa bir süre önce nükleer reaktörlerini füzyon reaktörlerine çevirmeye başlamıştı, bu yüzden sabote edebilecekleri bir nükleer reaktör olma ihtimali oldukça düşük. Ayrıca Kartap bölgesinde hiçbir zaman bir nükleer reaktör inşa etmediler…” hepimizin ona dik dik baktığını görünce durdu, ”Ş-şey, küçükken siyasi atlasları karıştırmayı çok severdim de.”

 

”Pekala, o zaman istikametimiz belli.” dedi Ain.

 

Konrad iç çekti, ”İyi… Göreceğiz.” dedi ve yürümeye başladı.

 

Onlara döndüm ve konuştum:

 

“Elinizdeki her şey bu kadar mı?”

 

”Evet, Bayan Theslaff bizi buraya o kadar apar topar getirdi ki, bir tek üzerimizdeki kıyafetleri alacak kadar zamanımız oldu.” dedi Ain.

 

Theslaff’ın bana ”halk düşmanı” olmak ve ”yakalama” kararı ile alakalı dediği şeyler aklıma geldi, demek ki benle zamanında konuşmuş olan kişileri tespit etmişlerdi.

 

”Neden sizi apar topar götürdüğünü biliyorsunuz değil mi?” diye sordum çekinerek.

 

”Evet…” kızın sözünü kesen 

 

İstaf’ın aniden araya girmesi oldu:

 

”Teknik olarak seni ilk bulduğumuzda öldürmediğimiz için.”

 

”İstaf! Saçmalama.” diye bağırdı Ain.”

 

”Ne var? Olanı söyledim sadece. Ayrıca tüm suçu onun üzerine yıkmıyorum, kendisi en büyük suçlu bile değil. En büyük suçlu onu buraya getirten Bayan Theslaff, en büyük ikinci suçlu ise Falkenmayer’le konuşma furyasını başlatan Aliya. Böyle böyle ben dahil hepimiz suçluyuz.”

 

”Özür dilerim…” dedim, diyecek başka da bir şeyim yoktu zaten, haksız değildi.

 

”Dileme, olan oldu. Şu noktada istesek de istemesek de birlikteyiz.” diye söylendi İstaf. 

 

En azından eskisi kadar öfke dolu değildi, bu da bir şeydir…

 

”Peki neden burada olduğumuzu biliyor musunuz?” diye sordum.

 

”Elbette, Aliya’yı kurtarmak için!” dedi Ain heyecanla.

 

”Onu bir hain olarak görmüyor musunuz?”

 

”Yoo, neden görmeliyiz.”

 

”Eğer Aliya’yı tanımasaydım öyle görebilirdim, ama tanıyorum, o yüzden hayır.” dedi İstaf, onun cevabı Ain’inkine oranla daha açıklayıcıydı.

 

”S-sağ ol.” diyebildim sadece, neden bilmiyorum ama onlara karşı minnet duyuyordum. Belki bana yardım ettikleri için, belki de Aliya’ya düşman olmadıkları için, belki de ikisi birlikte…

 

”Gerek yok, sen de dostumuz sayılırsın.” dedi Ain.

 

”Biraz iddialı mı oldu sanki?” diye sordu İstaf.

 

”Nesi iddialıymış be?”

 

”Sonuçta…” kendisi daha konuşamadan Konrad bağırdı, 

 

”Gevezeliği bırakın çifte kumrular! Daha işimiz var.”

 

İkisinin de yüzü kıpkırmızı olmuştu, durumlarını bildiğimden yüzümde istemsiz bir gülümseme oluşmuşsa da hiçbir şey demeden yürümeye devam ettim sadece. 

 

O an, neden bilmiyorum, ama içimden bir ses çok eğleneceğimizi söylüyordu.

 

”Kaskını tak, sırf arkadaşlarına sempatik gözükecem diye kafan uçarsa ”seninki” kahrından ölür, benden söylemesi.” diye homurdandı Konrad.

 

Belki de iç seslerim o kadar da haklı değildir…

 

 

 

 

Artık yolların bile bulunmadığı yerlerden geçiyorduk. Konrad, en önümüzde sessizce ilerlerken  ben de Ain ve İstaf’ın (çoğunlukla Ain’in) sorularını yanıtlıyordum. Beni buralar hakkında bilgili ve deneyim sahibi biri sanıyorlardı anlaşılan. Onlara, benim de en az onlar kadar buralara yabancı olduğumu söylemek istesem de bunu yapamıyordum. Sanırım insanlara bir şeyler anlatmayı sevdiğimdendi (veya sadece “egoistim” demeye utandığımdan) bu.

 

Biz konuşmanın ortasındayken Konrad bir anda durdu.

 

“Ne oldu?” diye sordum.

 

“Silahının emniyetini aç, birileri var.” dedi sadece. Bunu demesiyle hızla silaha davrandım.

 

“Ne oldu?” diye sordu Ain.

 

“Geride kalın!” dedim hızlı bir şekilde.

 

“Sakin ol, bu kadar panikleyeceğini bilseydim ağzımı açmazdım.” diye söylendi Konrad, “Tek yapmamız gereken birazcık diplomasi.”

 

Kısa süre sonra eli silahlı iki tane adam göründü. Bir tanesi genç, yüzündeki ifadeye bakılırsa heyecanlı ve toy biriydi. Öbürü ise tam tersiydi, yaşlı ve oldukça sakin görünüyordu.

 

“G-geri çekilin!” diye bağırdı genç olan. O an epey şaşırmıştım, bize direkt saldırmak yerine uyarmayı tercih etmişti.

 

“Ne dedi?” diye sordu Konrad.

 

“Geri çekilmemizi söyledi.” diye yanıtladım.

 

“Harika, düşündüğümden kolay olacak anlaşılan.” ardından kaskını çıkardı, “Sen sakın çıkarayım deme.”

 

Kendisi kaskını çıkardıktan sonra, karşımızdaki iki adamda da herhangi bir şaşırma belirtisi göstermemişti. Demek ki bir şekilde öğrenmişlerdi. Bu, neden direkt saldırmadıklarını ve başlangıçta bizi ikaz ettiklerini açıklıyordu.

 

 “Onlara bir tehdit oluşturmayacağımızı, ama cesareti varsa ateş edebileceğini söyle.” diye konuştu Konrad.

 

“Bir işe yaramaz.” diye söylendim.

 

“Sen bir yap.”

 

İç çektim, sıkkın bir şekilde dediğini aynen söyledim.

 

Yaşlı adam etkilenmişe benzemiyordu. Ama genç olan, onun aksine, oldukça tedirgin görünüyordu. Gözlerini kocaman açmış bize dik dik bakarken delicesine titriyordu.

 

“S-sakın yaklaşmayın!” diye bağırdı yine genç olan.

 

“Yine aynı şeyi mi söyledi?” diye sordu Konrad.

 

İç çektim, “Pek bir işe yaramadı sanki, değil mi?” 

 

“Şimdilik.” ardından bir adım ileri attı.

 

“K-kıpırdama sakın!” onun ilerlediğini görünce bağırdı yine genç olan.

 

“Ne yapıyorsun be?!” bu sefer bağırma sırası bendeydi.

 

“Sen onların geride kalmasını sağla ve tetikte kal.” dedi Ain ve İstaf’ı işaret ederek, “Geri kalanı benim kontrolüm altında.”

 

Ardından bir adım daha attı. Sürekli bağıran ve az kala bayılacakmış gibi duran gencin aksine oldukça sakindi. Tabii kendisi gibi sakin olan başka biri daha vardı:

 

“Silahını indir.” dedi yaşlı olan. Kastettiği kişi ben değil, genç olandı.

 

“A-ama.” itiraz edecekseydi de yaşlı adamın bir elini kaldırması ile susmak zorunda kaldı. 

 

Konrad güldü, “Sen de silahını indir Konstantin.” 

 

Bunu demesiyle derin bir iç çekip silahımın emniyetini kapattım. En azından kan dökülmeyecekti.

 

Bu sırada yaşlı adam bize dönüp birkaç adım yaklaştı, “Şimdi söyleyin, ne işiniz var burada.”

 

“Ş-şey, sadece geceyi geçirmek için bir yere uğramamız gerekiyordu.” dedim ileri çıkıp Konrad’ın yanına gelirken.

 

“Ya? Yasalardan hiç haberiniz yok sanırım?”

 

“Yasalar mı?”

 

“Kartap’a herhangi bir asker giremez.”

 

Bunu bilmemi nereden bekliyebilirlerdi ki? Daha doğrusu, böyle bir şeyin olduğunu nereden bilmemi bekleyebilirlerdi?

 

“Biz asker değiliz.” dedim, aklıma ilk gelen şey bu olmuştu.

 

“Üzerinizdekiler pek de öyle söylemiyor.”

 

İç çektim, “Biz… Firariyiz.”

 

“Peki arkanızdakiler?” Ain’le İstaf’ı işaret ederek sordu bu sefer.

 

Ben henüz ağzımı açamadan konuşan Ain oldu:

 

“Onlar bizim arkadaşımız, bizi korumak için buradalar.”

 

Kendisi bunu dedikten sonra İsfaf sıkıntıyla homurdandı. Muhtemelen tüm bu yaşananlar en çok onu irrite ediyordu.

 

“Ne konuşuyorsunuz?” diye sordu Konrad.

 

“İşler pek iyi gitmiyor.” dedim sadece. Yaşlı adamla konuştuklarımızın en kısa özeti buydu.

 

“Pekala, söyle ona komutanını çağırsın.” dedi.

 

“Ne?” sordum şaşkınlıkla.

 

“Ne dediğimi duydun, aynen söyle.”

 

Konrad’ın dediklerini tercüme ettikten sonra yaşlı adam, “Böyle bir şeyi talep edecek bir durumda değilsiniz.” dedi sadece, sesi daha sert çıkmıştı bu sefer.

 

Dediklerini çevirince Konrad, “Sor ona, silahını yeteri kadar hızlı bir şekilde çekebiliyor muymuş?” dedi.

 

“S-saçmalama!” diye bağırdım.

 

“Sen sadece işini yap.” dedi yine aynı monoton sesle. Ne yaptığını biliyor gibiydi, sanırım ona güvenmekten başka çarem yoktu.

 

Konrad’ın dediklerini söyleyince yaşlı adamın sakin ifadesi bir anda yerini öfkeli ve gergin bir hale bıraktı,”Siz… Siz! Yirmi saniyeniz var, hemen geri çekilin! Yoksa ateş açacağız!” diye bağırdı.

 

Ardından, ben daha en ufak bir tepki bile veremeden, Konrad’ın fırlaması bir oldu. Adam tam silahını kaldırdığı sırada arkasına geçip ona çelme taktı (tekme atsa bacağını kırardı) ve onu yere düşürdü. Hiç vakit kaybetmeden adamın düşürdüğü tüfeği alıp ayağı ile üzerine basarak hareket etmesini engelledi.

 

O sırada genç olan daha silahına davranamadan Konrad ona tabancısını doğrultmuştu bile. Gencin yapabildiği tek şey korkuyla silahını bırakıp çığlık atmak olmuş.

 

Evet, sanırım gerçekten de bir bildiği varmış.

 

“Evet, Konstantin.” bana döndü, “Şimdi söyle ona, komutanını çağırsın.”

 

 

 

 

“Korkunçtu…” diye mırıldandı Ain.

 

“Ben şahsen hiç şaşırmadım. Sonuçta Terralıların dili bu; şiddet, şiddet ve daha çok şiddet.” diye söylendi İstaf.

 

“O herifi öpücüklerle ikna edebileceğini düşünüyorsan öne çıkabilirsin.” dedi Konrad.

 

Konrad’ın adamı saniyeler içinde alaşağı etmesinden sonra sonunda komutanlarını aramaları için onları ikna edebilmiştik. İlk etaptan beri sakin görünümlü olan yaşlı adam şu anda bize adeta kin ve öfke dolu gözlerle bakıyordu. Genç olan ise… Pek açıklamama gerek yok sanırım, muhtemelen Konrad kabuslarına girecekti.

 

“Şiddet, diplomasinin anahtarıdır.”

 

Babamın sözüydü bu, kendimi bildim bileli de karşı çıkmıştım bu söze. Ama şu son yaşanandan sonra, ihtiyarın pek de haksız olmadığına kanaat getirmiştim.

 

Şimdi ise bekliyorduk, komutanları çağırdıklarını söylemişlerdi ama on-on beş dakikadır herhangi bir hareketlilik yoktu. Bu, az önce yaşananlardan dolayı hali hazırda gergin olan ortamı daha da rahatsız edici kılıyordu.

 

“Konrad?” diye konuştum.

 

“Hı?” diye karşılık verdi kendisi.

 

“Komutanları ile görüşmemiz neyi değiştirecek?” diye sordum.

 

“Yukarıdakilerle görüşmek her zaman daha faydalıdır. Eğer gerçekten bir sonuca ulaşmak istiyorsak konuşmamız gerekenler onlar.”

 

“Yasalardan bahsettiler.” diye lafa başladım, “Buraya Federasyon askerlerinin giremeyeceğine dair. Ne demek istiyorlardı? Hangi yasa?”

 

Omuz silkti, “Bilmem.”

 

“Dürüst ol.” 

 

“Ben sen değilim, bilsem söylerdim.”

 

“Ne alakası var…” sözümü yarıda kesen Ain olmuştu:

 

“Bakın!” dedi ayağa kalkıp, “Sanırım geldiler.”

 

Gittikçe daha da net duyulmaya başlayan motor sesleri ile birlikte bir kamyonet yaklaşıyordu. Durunca içinden ilk olarak bir Erdalı çıktı, hızlıca aracın arka tarafına gidip bir kapıyı açtı ve elini şah damarının üstüne koyarak selam durdu. Ardından içinden biri çıktı, üzerindeki üniformaya bakılırsa komutanları bu olmalıydı. Astı olan Erdalının yanında komik derecede kısa boylu duruyordu, maske olduğunu tahmin ettiğim bir şeyi taktığından dolayı yüzünü net bir şekilde göremiyordum, ve…

 

Bu bir insandı! “Bizden” bir insan!

 

O an şaşkınlıktan diyecek hiçbir şey bulamamıştım. Komutanları olacak kişinim bir “insan” olmasj beklediğim son şeydi açıkçası. Durumu kafamda oturtmak için çabalasam da bir türlü başarılı olamıyordum.

 

Tam daha da fazla şaşıramam diye düşünürken adam, bizi görmesiyle Lehçe bir küfür edip hızlı adımlarla yanımıza geldi.

 

”Hadi be!” dedi karşımıza dikilip. Sanırım bizi gördüğüne pek de memnun olmamıştı.

 

”Birilerinden emir almak zoruna gitmiş olacak ki burada ‘patronculuk’ oynamaya başlamışsın.” dedi Konrad. Görünüşe bakılırsa Konrad bu adamı tanıyordu.

 

”Yüzbaşı von Falkenmayer, arkandakilere bakılırsa buraya ordu tarafından gönderilmediğinizi varsayıyorum.” dedi Ain’le İstaf’ı işaret ederek.

 

”Artık Albay von Falkenmayer. Ayrıca rütbelerimi bir süreliğine askıya aldım, o yüzden albay demene gerek yok.”

 

”Ben de genel kurmay başkanıyım o zaman.”

 

”Ne olduğun gram umurumda değil, sadece şu saçmalığa bir son vereceksin.”

 

Karşımızdaki adam hiçbir şey demedi buna karşılık, sadece biraz bekledikten sonra, ”Yanındakiler kim?” diye sordu.

 

”Onlar mı?” Ain’le İstaf’a hızlıca bakıp konuştu, muhtemelen adlarını hatırlayamamış olacak ki ”Kardeşimin arkadaşları.” diyerek geçiştirdi.

 

”Yanındaki?” beni işaret etti.

 

Konrad’ın konuşmasına fırsat vermeden kaskımı çıkartıp adımı söyledim, ”Konstantin von Falkenmayer.” ardından ona elimi uzattım.

 

”Bana böyle bir şeyden bahsetmiştin.” dedi ona uzattığım eli sıkmaya bile tenezzül etmeden.

 

”Bahsetmiştim…” ardından bana dönüp konuştu, ”Bu Stanislaw Verne, kendisi sektör deltanın güvenlik şefiydi.”

 

”Memnun ol…” ben konuşmaya başlayacakken Stanislaw bir süredir havada kalan elimi hızlıca sıkıp konuştu: 

 

”Tanışma faslını kısa keselim, ne istiyorsunuz?”

 

”Belli değil mi?” diye sorusuna soruyla karşılık verdi Konrad.

 

”Bunun mümkün olmayacağını buradaki elemanımın belirttiğini sanıyordum.”

 

”Demek ki cevabından pek tatmin olmadık.”

 

”Yasalardan da haberin yok galiba ‘Albay’.”

 

”Bırak yasaları, böyle bir yerin var olduğundan bile kısa bir süre öncesine kadar haberim yoktu.”

 

”Çok uzun bir hikaye Albay.”

 

”O zaman bize yolda anlatmaya ne dersin?”

 

Stanislaw iç çekti, Konrad’ın inatçılığı karşısında (şu ana kadar onunla tartışmış herkeste olduğu gibi) pes etmişti anlaşılan.

 

”En ufak taşkınlığınızda sizi kurşuna dizerim.” dedi ve kamyona doğru yol aldı.

 

”Basitti.” diye mırıldandı Konrad, ardından bize döndü, ”Hadi sallanmayın.” dedi ve bizi karşılayan iki adamın şaşırmış ve bir o kadar da huzursuz bakışları arasında kamyona doğru yürüdü.

 

”Tam olarak ne konuştunuz?” diye sordu Ain, kamyona doğru giderken yanıma yaklaşarak.

 

Çeviri aleti görünüşe bakılırsa sadece seçilmiş bir dilden başka bir seçilmiş dile çeviri yapabiliyordu. Şu ana kadar hep Almanca (resmi bir ortamda değildik nasıl olsa) konuşmuştuk. Stanislaw denen herifle ise Lehçe konuşmuştuk. Bu yüzden dediklerimizi anlamamışlardı doğal olarak.

 

”Önemli bir şey değil, emin olun bir şey kaçırmadınız.” dedim.

 

”Eminim öyledir.” diye her zamanki umursamaz ve soğuk tavrıyla konuştu İstaf.

 

Kısa süre sonra bizim de kamyona binmemizle harekete geçmiştik. Biz dördümüz yan yana bir tarafta otururken Stanislaw da karşımıza geçmişti.

 

”Pekala, dökülmeye başla.” dedi Konrad.

 

İç çekti Stanislaw, ”Öncelikle bir şeyi teyit etmem lazım, burası haritada ne diye gözüküyordu?” dedi.

 

”Nükleer sızıntı riski olan bölge diye gösteriliyordu.”

 

”Harika, tam da bizim istediğimiz şekilde yapılmış.”

 

”Hala açıklamaya başlamadın.’’

 

”Az sabırlı ol.” göz hareketlerine bakılırsa odağıyla ilgileniyordu,

 

”Dosya metnini gönderiyorum, bir incele önce.”

 

Konrad önce gönderdiği şeyi okudu, kısa süreli bir sessizlikten sonra konuştu, ”Enver Eyaleti ve Özerk Şehirler Antlaşması mı?”

 

”Evet, Kartap bunlardan sadece bir tanesi. Tarafsız bölge içerisinde iki milyona yakın Erdalı yaşıyor, hepsi de kıtadaki diğer devletlerce kaderlerine terkedilmiş durumda.”

 

O sırada bu dediklerini ben de İstaf ve Ain için çeviriyordum, Stanislaw’ın son cümlesinden sonra sordum:

 

”Kaderlerine terkedilmiş derken?”

 

”Kağıt üzerinde burada kimse yaşamıyor, resmiyette burada ne kadar insan varsa ya hepsini yok ettiniz, ya da evlerinden ettiniz.” diye yanıtladı Ain, “Tabii bunlar kağıt üstünde yaşananlar, herkes gibi burada insanların yaşadığını biliyorduk.” 

 

“Ama iki milyon insan… Yıldızlar aşkına, hiç bu kadar çok olacaklarını düşünmemiştim.” dedi İstaf, sarsıldığı belli olan bir ses tonuyla.

 

”Yani diyorsun ki Eyalet yönetimi etliye sütlüye bulaşmadıkları sürece Erdalıların burada yaşamalarına izin verdi.” diye sordu Konrad.

 

”Aynen öyle.” diye onayladı onu Stanislaw.

 

Bu “yasaları” açıklardı. Ama yine de kafamı kurcalayan tonla soru vardı.

 

“Ama bu senin buradaki varlığını açıklamıyor.” diye bunlardan birini sordu Konrad.

 

“İşte o daha da karmaşık olan kısım.” diye lafa başladı, “Tahmin edeceğiniz üzere burada kalan halkın büyük kısmı savaştan önce hayatını taşralarda sürdürmüş kimseler. Çoğu teknik bilgiler ve benzeri şeylerden yoksun. Bu durumda ise ‘bize’ ihtiyaç duyuyorlar.”

 

Kısa bir sessizlikten sonra, “Nitelikli işçi göçü yani?” diye konuştu Konrad.

 

“Aynen öyle. Sadece burası değil, diğer birkaç şehirde de Federasyon’un buraya yerleştirdiği insanlar var. Doktorluk, memurluk, mühendislik, öğretmenlik… Bu tarz işler için buradayız.”

 

“Bu imkansız!” diye çıkıştım, “Onların bize karşı olan düşüncelerini biliyorum. Şeytanlar, canavarlar; ama daha da önemlisi işgalciler! Bizim hakkımızda böyle düşüncelere sahip olan kişiler nasıl böyle bir şeyi kabul etmiş olabilir ki?”

 

Hırıltıyı andıracak bir biçimde güldü, “Bunu senin söylemen oldukça ironik.” dedi Ain ve İstaf’ı işaret ededek.

 

“Konuyu değiştirme.” dedi Konrad.

 

“Kuş ve gergedan hikayesini biliyorsunuz değil mi? Siz ‘Arzlılar’ arasında pek meşhurdur.”

 

Gergedanlar, yüzyıllar önce yaşamış cüsseli ve boynuzlu canlılardı. Birçok avcı türü rahatlıkla defedebilecek kadar güçlülermiş. Tabii kan emici böcekler ve parazitler bunlardan biri değildi. Bu noktada ise devreye, bu böcekleri ve parazitleri yiyerek beslenen kuşlar giriyordu. Gergedanlar isterse bu kuşları tek hamlede öldürebilirdi, ama yine de onların derilerini gagalamalarına izin veriyor ve bu sayede böceklerden kurtuluyorlardı.

 

İkimiz de bildiğimizi belirtmek için kafamızı sallayınca Stanislaw devam etti, “İki taraf da bu işten kazançlı çıkıyor. Erdalılar için bu, sosyal imkanları ulaşım demek. Federasyon içinse… Eh, buraya gönderilen insanların pek de ‘uyumlu’ kişiler olduklarını söyleyemeyiz sanırım.”

 

“Yani sürgün ediyorsunuz.” dedi Konrad.

 

“Sürgün biraz fazla ağır kalır. Emin ol, buraya gönderilenlerin, ki ben de dahil, burayı eski hayatlarına tercih eder.”

 

“Peki iletişim sorunu için ne yapıyorsunuz?” diye sordum.

 

“Siz ne yapıyorsanız onu. Ama yine de karşılıklı saygı açısından dil öğrenmek her zaman daha tercih edilebilir olan seçenek.”

 

“Efendim!” arabayı kullanan Erdalı kafasını uzattı, “Geldik.”

 

“Anlaşıldı.” diye temiz bir Segince ile karşılık verdi ve bize dönüp konuştu, “Şimdi iyi dinleyin. İndikten sonra iki yüz metre ileride kalabileceğiniz bir yer var. Oraya giderken silahınızın emniyeti açık olsun. Ayrıca kaskınızı takmayın ki sizden korkmasınlar. Bir de insanlarla gerekmedikçe muhattap olmayın, buranın sakinleri dışarıdan gelenlerden pek hazzetmezler.”

 

Herhangi bir şey demeden kamyondan indik, bizim inmemizle de kendilerinin basıp gitmesi bir olmuştu.

 

”Eğer güvenlik işini bula bula bu herife emanet etmişlerse işler pek fena olmalı.” diye söylendi Konrad. Kendisinin bu dediklerine üçümüz de pek dikkat edememiştik çünkü o sırada etrafa bakınmakla meşguldük.

 

Kasaba deyince akla gelen ilk şey neyse onu andırıyordu burası; etrafta gündelik işleriyle uğraşan insanlar, kafelerde ve restoranlarda konuşan kişiler ve etrafta koşuşturan çocuklar, çok da sıradışı değildi aslında. Sıradışı olan (daha doğrusu bizim için sıradışı) tek şey Erdalılar ve Terralıların yan yana, herhangi bir düşmanca tavır olmadan duruyor oluşuydu.

 

Aşı görevi ve sonrasındaki esaretim sırasında Erdalılar için üç aşağı beş yukarı nasıl bir imaja sahip olduğumuzu anlamıştım. Ama burada gördüklerimle onların gösterdiği şey birbirinden yüz seksen derece farklıydı adeta…

 

Karanlık bölgenin ötesindekiler bizi adeta ruhsuz canavarlar olarak görürken buradakiler için sokakta gördükleri sıradan bir insandan farksızdık. Sokakta karşılaştığın rastgele bir esnaf veya bir iş arkadaşına nasıl tepki veriyorsan onlar da birbirlerine karşı öyleydi.

 

Bu… Nedense içimi bir hoş etmişti, belki de bazı ”şeyler” için çok da umutsuz olmamak lazımdır…

 

Tabii yakınlık sadece birbirlerineydi doğal olarak, bizi (buna Ain ve İstaf da dahildi) görenlerin verdiği tepkiler ise tek kelimeyle ”şüpheci” olarak tanımlanabilirdi. Bizi gördüğü gibi evlerine çekilenler, yolunu değiştirenler veya merakla bize bakan çocuklarını azarlayan ebeveynler…

 

Bu durumu Konrad’da farketmiş olacaktı ki, ”Hadi gidelim, burada daha fazla böyle beklersek bir kaza çıkacak anlaşılan.” dedi ve yürümeye başladı.

 

Beklemeden peşine düştük onun. Anlaşılan burası apayrı bir dünyaydı, biz de bu dünyanın davetsiz misafirleriydik…

 

 

 

 

 

Garip bakışlar ve arkamızdan edilen küfürler arasında bir süre yürüdükten sonra üzerinde latin harfleriyle, altta ise Yalin standart alfabesiyle (burada karşılaştığımız neredeyse her yerdeki gibi) ”Kartap Hanı” yazan bir yere geldik.

 

Hanlar, eski zamanlarda gezginlerin binekleriyle birlikte konaklamak için durdukları yerlere denirdi. Görünüşe bakılırsa Stanislaw’ın bahsettiği yer burasıydı.

 

İçeri girdikten sonra resepsiyonda bizi karşılayan kişi siyah saçlı bir kadındı. Kapının açılma sesini duyduğu gibi yüzüne kondurduğu bir tebessüm ve ilginç aksanlı Segincesi ile konuşmaya başladı:

 

”Hoşgeldiniz, nasıl yardımcı…” herhalde ben ve Konrad’ı görmesiyle yüzündeki gülümseme soldu, hemen müdahale etmem gerektiğini hissederek yumuşak bir ses tonu ile konuşmaya başladım:

 

”Şey, ben ve arkadaşlarım buraya bir geceliğine konaklamak için gelmiştik de.” Segince söylemiştim bunları, böyle konuşursam bizim resmi bir makamdan gelmediğimizi düşüneceğini ummuştum.

 

”P-peki, kaç oda istemiştiniz?” yüzünde gergin bir ifadeyle İngilizce olarak, muhtemelen gerginlikten dolayı Segince konuşmaya dili dönmemişti.

 

Düşünmeye başladım, biraz fazla düşünmüş olacaktım ki sadece sesinden bile benim kadar anlayışlı olmadığı belli olan Konrad direkt söze girdi:

 

”Üç oda istiyoruz. İki tane tek kişilik, bir tane de çift kişilik.”

 

”T-tamam efendim!” Konrad’ın adeta emir verircesine çıkan ses tonuyla kadın az kala dengesini kaybedip sandalyeden düşüyordu.

 

Bir süre önündeki kağıtları karıştırdıktan sonra konuştu, ”Borcunuz yüz elli Solar Markı e-efendim.”

 

“Solar Markı mı?” diye aynı anda sorduk Konrad’la.

 

Solar Markı, Federasyonun standart para birimiydi. Hem geleneksel nakit olarak, hem de sanal olarak kullanılırdı. Tüm Federasyon genelinde kullanılan yegane para birimi bu olduğu için kendisine oldukça aşinaydım, ama böyle bir yerde karşımızdaki kişinin (”insan” olsa bile) bizden para olarak bundan talep etmesi oldukça garip gelmişti. Sanırsam bizimkiler buralara gelirken parayı da getirmişti.

 

”Kart kabul olur mu?” diye sordu Konrad, sanki çok normal bir şey oluyormuş gibi.

 

”M-maalesef efendim.” dedi kadın korkuyla, o an bunun tersini söyleyebilmek için her şeyi yapabileceğine emindim. Tam da o sırada kadın yüzünde bir umutla konuşmaya başladı, ”Ş-şey, Yal ile de ödeme yapabilirsiniz isterseniz! Dört yüz Yala denk geliyor.”

 

Durumu Ain’le İstaf’a açıkladım, söylediklerine göre Yal, Cumhuriyetin para birimiydi.

 

”Peki sizde hiç bundan var mı?” diye sordum.

 

”Dedik ya, buraya gelirken yanımıza alabildiğimiz tek şey kıyafetlerimizdi belki de.” diye söylendi Ain. O sırada İstaf ceplerini karıştırıyordu, Ain cümlesini bitirdikten kısa süre sonra yüzü adeta bir şey bulmuşçasına parladı, cebinden çıkardığı buruşuk kağıt parayı bize uzatıp konuştu:

 

”Yüz İmparatorluk Tengesi, üç aşağı beş yukarı üç yüz Yala denk geliyor.”

 

Hala yüz yala daha ihtiyacımız vardı…

 

”Bize bir indirim yapma şansınız olmaz mı?” diye sordum.

 

”H-hayır hayır hayır! Patronum beni öldürür!” dedi, zaten bizi görmenin verdiği stresin yanında bir de patronu aklına geldiğinden olsa gerek bu sefer komple bembeyaz olmuştu.

 

”Patronunu çağırsa…” Konrad cümleye başladığı gibi hemen durdurdum onu, aynı şeyleri baştan yaşamak şu an istediğim son şeydi.

 

”Ş-şey, ödeme olarak para harici bir şey kabul eder misiniz?” diye sordum bir umutla.

 

”Para harici bir şey mi?”

 

”Evet! Elimizde oldukça değerli mallar var!”

 

Değerli mallardan kastımın ne olduğunu kadının da çok iyi bildiği aşikardı. O an tek umudum kadının aklından isteyebileceği bir şeylerin geçiyor olmasıydı.

 

Huzursuzluk verici bir sessizlikten sonra kadın hiç beklemediğim derecede net bir sesle cevap verdi, ”İki adet ‘beyaz’.”

 

”Beyaz mı?” diye sordum şaşkınlıkla.

 

”Evet, patron onun tiryakisi, belki bu sayede ikramiye bile alabilirim.”

 

Ben tam ”beyazın” ne olduğunu soracakken Konrad önce benim, ardından da kendi çantasından iki ilaç kutusu çıkarıp kadına verdi. O an beyazdan kasıtları olan şeyi aşağı yukarı tahmin edebilmiştim.

 

”46, 47 ve 48 numaralı odalar, bir şeye ihtiyacınız olursa resepsiyondan isteyebilirsiniz.” dedi güler bir yüzle, sanki daha birkaç dakika önce stresten ölecek gibi görünmüyormuşçasına.

 

”S-sağolun.” dedikten sonra Ain ve İstaf’ın garip bakışları arasında hızlıca uzaklaştık oradan.

 

”Ne yaşandı az önce orada?” diye sordu İstaf.

 

”Emin ol ki ben de pek emin değilim.” diye cevap verdim.

 

Kısa bir süre yürüdükten sonra bizim odaların olduğu koridora gelmiştik, Konrad anahtarlardan birini Ain’e, diğerini de bana vererek konuştu:

 

”Yarın günün ilk ışıkları doğarken şehirden ayrılmış olacağız, bu yüzden uykunuzu iyi almış olun. Hadi iyi geceler.” ardından beklemeden odasına girip kapıyı kapattı. Ain ve İstaf’la beraber koridorun ortasında kalmıştık, işte tam o an Konrad’ın bana attığı kazığı anladım.

 

Biri iki kişilik olmak üzere iki oda vardı, bu durumda ikimiz birlikte kalmak zorundaydık. Ain’in tek kalacağını da varsayarsak…

 

Harika…

 

O an benim düşündüğümü üçümüz de aynı anda düşünmüş olacağız ki üçümüzde hiçbir şey diyemedik, Ben ve İstaf adeta buz kesmişken Ain ise çekingen bir tonla şunları söyleyebildi sadece:

 

”Birbirinizi öldürmeye çalışmayın, tamam mı?”

 

 

 

 

 

 

”Ee Falkenmayer, şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu İstaf, ne kadar çalışsa da yüzündeki huzursuz ifadeyi gizlemeyi pek de başaramıyordu.

 

”Bilmem, sana kalmış…” diye söylendim, ben de ondan pek de farklı değildim açıkçası.

 

Yani, benden eskisi kadar nefret etmediği açıktı, ama yine de kendimi endişelenmekten alıkoyamıyordum (sonuçta beni öldürmeye çalışmıştı). Ama yine de kendisi de benzer hissettiği için kendimi suçlu hissetmemem lazımdı, değil mi?

 

”Ne zaman uyumayı düşünüyorsun?” diye sordu.

 

”Senden sonra.” dedim sadece.

 

”İmkansız.”

 

”Biliyorum.”

 

Yine bir süre sessizlik oldu, bir süre bekledikten sonra sordum:

 

”Benden mi korkuyorsun?”

 

”Korkmak mı? Saçmalama!” diye bağırdı, ardından hemen ekledi, 

 

”Sadece tedbirliyim o kadar.”

 

”Eminim öyledir.”

 

Bu iş böyle olmayacaktı. 

 

Yerimden kalktım paltomu üstüme geçirdim.

 

”Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

 

”Uykum gelmedi, biraz turlayacağım.” dedim.

 

”Pekala, ben de geliyorum.” ardından yerinden kalkıp yanıma geldi.

 

Planımda bu yoktu gerçi ama… O kadar güvenmiyordu bana anlaşılan…

 

”Pekala…” diye söylendim sadece. Ardından odadan çıktık.

 

 

 

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset