O.
O vardı ve onunla birlikte hiçbir şey yoktu.
Böylece baktı ve gördü:
Hakikat!
O’nun varlığı ve birliği Hakikat idi. Hakikat, O’nun varlığı ve birliğiydi.
O zatında bilinemezdi ama Hakikat, O’nun 99 ismi, fiilleri ve pek çok sıfatı ile ancak bilinebilirdi.
O’nun isimleri ve sıfatları; ayrı ayrı hakikatler iken, Hakikat; ancak O’nun isimleri ve sıfatları ile bilinebilirdi.
***
O’nun hakikatleri; içre içre, sırlı ve pek çoktu:
O, hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır. Ama şeylerin muhtaç olduğu, O’dur.
O, zatında idrak ötesi, birliğinde isimleri, sıfatları ve fiilleri ile ancak bilinebilendir. İsimleri, tekliğinde birleşen, O’dur.
O, zamandan ve mekândan bağımsız olandır.
O, ezeli olandır. Hep vardır, bir başlangıcı yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır.
O, ebedi olandır. Hep var olacaktır, bir sonu yoktur.
O, sonsuzdur. Varlığı her şeyi kapsayandır. O’ndan ayrı bir şey düşünülemeyendir.
O, eşi ve benzeri olmayandır. Yaratılan hiçbir şeye benzememektedir.
O, gizli ve açık, geçmiş ve gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile en mükemmel bilendir.
O, yoktan var etme, vardan yok etme kudretinin yegâne sahibi, tek yaratıcıdır.
O, yarattığı varlıkların geçireceği halleri takdir edendir…
.
.
.
***
O.
O çok güzeldi. O kadar güzeldi ki, güzelliği taşıyordu. O kadar taştı ki, isimleri ve sıfatları ortaya çıktı.
Onlar, O’na yalvardı: “Ne olur bize vücûd ihsan et (var et, yarat) de seni bilelim! Sana dönelim!”
Çünkü ondan ayrılmak, O’nu bilmemek en büyük acıydı.
Böylece O söyledi: “Ben bilinmeyen gizli bir hazine idim. Ne zaman ki bilinmeyi diledim (irade ettim, kudret gösterdim) Mahlûkatı (kâinatı) yarattım ve beni bildiler.”
O’nun yaratmaya ihtiyacı yoktu. Fakat O, ezeli ve ebedi ilmiyle, onların hakikati bilmek ve O’na dönebilmek için var olmayı istediğini bildi. Böylece O isteklerini kabul ederek, tüm isim ve sıfatlarına, kendinden bir vücut giydirdi.
Bu vücuda “en güzel olanın nuru” denildi. En güzel olan, onun tüm isim ve sıfatlarının kendisinde tecelli ettiği en sevgiliydi. Lakin henüz bedeni yaratılmamış, ruhu üflenmemişti. Sadece nuru yani parıltısı, ışığı vardı. En güzel olanın nurunun sırrı yalnız O’nda gizlidir. Bu sır ki gizlendiği için sır değildir, bilinmesi nihai amaç, hakikat olduğu içindir.
O, en sevgiliye, “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” dedi ki, işte bu en büyük sırdır.
(…)
En güzel olanın nuru, O’ndan başka hiçbir şey yokken ilk yaratılan idi.
O nur, O’nun kudretiyle, O’nun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh ne kalem ne cennet ne cehennem vardı. Ne melek ne gök ne yer ne güneş ne ay ne cin ve ne de insan vardı.
O, mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından Kalem’i, ikinci parçasından Levhi-i Mahfuz’u (Korunan levha/Kader kitabı), üçüncü parçasından da Arş’ı yarattı.”
Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Arşın Taşıyıcılarını, ikinci parçadan Kürsüyü, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”
Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.
Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan varlıkların iradesini (zekâ, şuur), ikinci parçadan bilme kabiliyetini, üçüncü parçadan inancı yarattı. Ve böyle devam etti.
Kâinat, özünde en güzel olanın nuru ile yaratıldı ama farklı kısımlara, hallere dönüştürülerek.
…
O, Kalem’i yarattığında onu yüz boğum yarattı. Öyle ki her boğum arası elli yıllık mesafeydi.
O, daha sonra Kalem’e emretti: “Yaz!”
Böylece Kalem, korunmuş levhaya, O’nun izni ile kaderi yazmaya başladı…
***
Arş, Kalem ve Levh-i Mahfuz’dan sonra en güzel olanın nurunun 3.kısmı -hali- ile yaratılan mahluk idi. Ona gökyüzü, göklerin yüzü de denilirdi.
Arş, engin bir denizin üzerinde yaratıldı. Bu denizin suyu, O’nun sonsuz ilmini temsil ediyordu. İşte Arş, bu ilimden süzülüp yaratılan ilk mahluktu.
Arş, yaratılan varlıkların en büyüğüydü.
Arş o kadar büyüktü ki, O’nun her şeyi kapsayan varlığında, yaratıldıktan sonra örttüğü alana ‘Kâinat’ denildi.
O, iradesi ve kudreti ile kendi yaratılışlarındaki hakikatleri ‘bilebilen varlıkların’ yaşayacağı, kâinatı yarattı…
Kâinatta zaman ve mekân; iç içe, üst üste, vaat edilen güne kadar genişleyecek şekilde yaratıldı.
Kâinat sonsuz değil, sadece O sonsuzdur. Kâinatın bir başlangıcı olduğu için elbet bir de sonu vardır. Zira başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Lakin yaratılan hiçbir varlığın, hiçbir zaman idrak edemeyeceği kadar büyüktür ve izin verilen güne kadar da büyümeye devam edecektir.
Bu açıdan kâinat, yaratılan varlıklar için büyüklüğü ve sınırları idrak edilemediğinden ancak sonsuz kabul edilebilir. Fakat kâinatın sonsuzluğu, O’nun ezeli ve ebediliği ile karıştırılmamalıdır. Kâinat, O’nun varlığına karşın sadece ve sadece Arş’ın örttüğü yer kadardır ki şüphesiz yüce ve şerefli Arş’ın yaratıcısı da O’dur.
İşte O, Arş’ın örttüğü sınırsız ve şekilsiz sonsuzluğa, bir düzen ve şekil verdi. Onu 7 kat göğe ve 7 kat yere ayırdı ki her kata “sema” dendi. Her semada bir gök ve bir yer birlikte durdu.
Onların da altında Arz’ı yarattı. Arz ise yeryüzü, yerlerin yüzüydü.
Kâinatın bir temeli olsa; bu Arz, bir çatısı olsa; bu Arş olurdu. Ayakları Arz’da dört melek, Arş’ı, tüm kâinatın dürülüp kaldırılacağı o güne, Kıyamet gününe kadar omuzlarında taşıyacaktı ki, sadece o gün: Kıyamet günü, o kadar şiddetli olacaktı ki onu sekiz melek tutacaktı.
Arş’ın altı 7 gök, Arz’ın altı da 7 yerdi.
7 semanın her biri kendi içinde sonsuz gibiydi. Lakin kendinden sonraki sema nazarında, havadaki bir yağmur damlası hükmündeydi. 7 sema o kadar büyüktü ki, Arz’a inen bir melek, onlara bahşedilen muazzam hızlarına rağmen, tekrar Arş’a çıkmak için Arş’ta 1 güne, Arz’da 50 bin yıla denk bir süre yolculuk ederdi.
O, Arz, Arş, 7 sema ve arasındakileri bir ana sığan 6 günde(devrede) yarattı.
***
Kâinatı bir kitap gibi düşünürsek, en güzel olanın nuru, o kitabın katibinin kaleminin mürekkebidir.
Arş ve Arz, onun kapakları gibiyken; semalar kitabı oluşturan farklı ciltler gibi olur. Öyle ki her biri kitabın bir parçası olsa da hepsi kendi içinde de bir kitaptır.
Nasıl ki sayfalar bölümleri, bölümler ciltleri ve ciltler de kitabı oluşturuyorsa, tüm var oluş aynı kâinat kitabı içerisinde farklı varoluş düzlemlerinde yaşarlar.
Her şey O’nun birliğinin varoluş düzlemlerindeki farklı tezahürlerinden ibarettir. Varoluş düzlemlerinin dışındaki varlığa ise bir isim konulamaz. O, O’dur.
Tüm varoluş bir kitabın içinde aynı yerde, aynı zamanda ama farklı ciltler, bölümler ve sayfalarda var olur. Bir sayfadan diğerine ya da bir bölümden diğerine geçmek mümkün iken, sadece başladığınız cildi bitirip, mezun olursanız -ölürseniz/izin verilirseniz- bir sonraki cilde -semaya- geçebilirsiniz.
Son cilde-7. sema- ulaşabilirseniz, O’nun nurunda ıslanabilir ve Arş’ı seyre dururken, yaratılmadaki hakikatinizi kavrayabilirsiniz.
Var oluş amacınızı anlayabilir ve “Sen, seni bilmezken O seni bildi de yaratmaya değer gördü.” hakikatinin arkasında ki anlamı görebilir ve nihayet O’na muhatap olma şerefine sahip olabilirsiniz…
***
Yaratılan her varlıkta, O’nun belirli ölçülerde isimleri ve sıfatları tecelli eder. Bu şekilde varlığın hakikati ortaya çıkar. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Hakikatin seviyesi onda tecelli eden isimler ve sıfatlar ile belirlenir. Fakat varlığın hakikati, onun görev ve sorumluluklarını da belirler.
Daha öz olmak gerekirse, varlıkların hakikati, her bir varlığın kendisi için gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir. Hakikati olmayanın herhangi bir gerçekliğinden söz edilemez.
Varlık, kendi hakikatinden yansıyan O’nun isim ve sıfatlarını tanıdığı ölçüde O’nu bilebilir ve O’na dönebilir.
Örneğin melekler, nur ile Arş’da yaratıldı. Sahip oldukları görev ve sorumlulukları yerine getirebilmek için ihtiyaç duydukları güç ve kudret, hakikatlerinde bulunan isim ve sıfatlardan geldi. İster arş üzerinde ister arz üzerinde ya da arasında ki 7 semada gezebilme ve görevlerini icra etme kudretine sahiptiler.
Bu güç ve kudrete rağmen daha ileri gitme ve O’nu daha iyi bilebilme kısmında kabiliyetleri yoktu. Çünkü iradeleri tamamen O’na yönelmiş ve Nefs(benlik duygusu) sahibi de değillerdi.
Sonra Arz’da, dumansız ateşten (gözle görünmeyen/gizli/karanlık enerji) iradeleri özgür ve nefs sahibi varlıklar yaratıldı. Bu varlıklara verilen nefs, onların çoğuna ağır geldi ve iradelerini O’na yönelmekten alı koydu. Güç sahibi olanların çoğu kan döken, sürekli savaşan ve Arz üzerinde bozgunculuk çıkaran kötü varlıklar olurken, zayıf olanların bir kısmı da O’na yönelmişti.
Oysa O, kimseye kaldırabileceğinden fazla yük yüklemedi. Şüphesiz her varlığa hakikati ölçüsünde irade ve nefs tayin edildi.
Onların ilki ve atası olana, gözlerden gizli kaldığı için gizlenen anlamında Cânn ya da Şahratü’n-Nâr denildi. Onun kavmine ise Cânn’ın evlatları ve onların soyuna Cinler (tekil, cinni) denildi. Lakin onlar yerlerde çoğaldı ve pek çok cinse, çeşide ve kabileye bölündü.
Daha sonra da irade ve nefs sahibi sayısız varlık, kâinat içinde, arş ve arz arasındaki 7 gökte ve 7 yerde farklı mertebelerde yaratıldı. Her birinin kendi hakikatleri ve hakikatleri ölçüsünde güç ve kudretleri, güçleri ölçüsünde de sorumlulukları vardı. Her biri kendi hakikatince O’nu bildi. O’nu aradı ve O’na dönmeye çalıştı.
O çok güzeldi ve güzel işleri severdi. O’nu bilen ve güzelleşenler, O’nun göklerini aştılar ve O’nun huzurunda meleklerle birlikte saf tuttular.
Bazıları da kendilerine verilen nefsi taşıyamadı ve çirkinleşerek kendilerine zulmeden, zalimlerden oldular. İşte onlar ki yerlerin en dibine battılar.
Melekler, cinler ve 7 semanın sayısız varlığı dışında, O sayılamayacak kadar çok yaratmıştır. O’nun yarattıklarının bir sınırı yoktur. Çünkü O, her an yaratma halindedir.
…