Aydınlık Çağlar…
Ufukta, ansızın, kimsenin önemsemediği, küçük ve zayıf bir parıltının belirmesiyle başladı her şey…
Önce kadim, arkaik bir aura süpürdü alemleri, ılık bir rüzgâr gibi. Sanki uzun zamandır nefesini tutan birisi, yeniden nefes vermişti.
Sonra, herkesin küçümsediği zayıf ve kırılgan ışıklar, boşluğu sahiplenen karanlığa baş kaldırdı ve en yukarıdakilerden en aşağıdakilere kadar tüm alemlere nüfuz etti.
Bu ışıklar zayıf olsa da boyun eğmezdi. Netice de en derin karanlığa bile bir mum alevi yeterdi…
Hiçliğin doldurduğu ve mutlak karanlığın hâkim olduğu iç alemde nihayet yeniden umut belirmişti. Ama bu ışık, sanki birisi üflese sönecek gibi çok zayıftı. Karanlıkta yılmadan parlasa da kayan bir yıldız gibi geçici görünüyordu.
Bu yıldız karanlığı yakmak ve alemleri karşılık beklemeden aydınlatmak istiyordu. İçinde mutlak iradeyi taşıyan ışık okları alemlerin kalın duvarlarını delip geçti, hiçbir duvar ya da engel onları durduramadı. Bu yıldızın ışığı, alemlerin ve canlıların gözlerine nur olmak ve kalplerine ferahlık getirmek istiyordu.
18 bin alemin hepsi bu ışıkla rezonansa girdi. Sanki ışığın içinde belli belirsiz bir çağrı duyabiliyorlardı. Bu ışık onlara kurtuluşu vadederken, aynı zamanda onların da bir adım atmasını istiyordu.
Yıldız yeni parlamış, güneş doğmak istiyordu. Lakin doğum sancılı ve zor olacaktı. Kalplerini ve ruhlarını hedef alan bu ışık, aynı zamanda onlara uzatılan bir el, bir merdivendi. Bu eli tutarlarsa ışığa katılacaklar ve doğumda yer alacaklardı. Lakin ışığa gitmek, yanmayı kabul etmek demekti. Artık eskisi gibi uyumaya devam edemezler, kafalarını kuma gömerek, kabire uzanıp ölü taklidi yapamazlardı. Karanlıkta yeterince uyumuşlar, artık ayağa kalkıp, uyanmaları gerekiyordu. Kendi içlerinde, dünyalık işlerle meşgul olup gitmek olmazdı. Daha büyük bir şeyin parçası olma, geri dönüşü olmayan bir yola girme vakti gelmişti.
Bu çağrı 18 bin alemin ruhları içindi. Fakat bu çağrıyı kabul etmek, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmak demekti. Derin uykudan uyanmak ve ışığın uzanan elini tutup, doğrulmak demekti. Ayağa kalkmak, uyanmak demekti. Fakat bir kez uyananlar, uyuyanların arasında yaşayamazdı…
Daha basit olmak gerekirse bu uyanış onlar için, “ölüm” dediğimiz şey anlamına geliyordu.
18 bin alemin çoğu bu çağrıyı kabul etti ve ruhlarını ışığa teslim ettiler. Ruhları bedenlerini terk edince, içlerindeki ışıltı da söndü ve karardılar. Lakin buna razıydılar…
Ruhlarını teslim etmek istemeyen ve ölümden korkan bir azınlık da vardı. Onlar Dokuz Kapı’nın zehrini çok fazla içmiş olanlardı. Başlangıçta ruhlarını teslim eden alemler karardığında, onlar gökteki değerli inciler gibi parlamaya devam etti. O zaman haklı olduklarını düşündüler. Gururla parladılar ve diğerlerinden üstün olduklarını düşündüler…
O sırada yola çıkan 18 bin alemin ruhları, ışığa doğru ebedi bir maceradaydı. Arkalarında bıraktıkları için üzgün olsalar da gözlerinde sadece ışık ve kalplerinde umut vardı. Sonsuz karanlığın içinde, bu küçük ve zayıf ışık zerrelerinin açtığı yoldan, bilinmeyene doğru zamansızca seyahat ettiler.
Ötelerden çok uzaklara geldiler. Doğmakta olan ürkek yıldıza ulaştılar. Bu yıldız, parlamasını engelleyen yüksek dağlar gibi kara balçıkla örtülmüştü. Hiçliğin yokluğu ve karanlığın kötülüğü el ele vermişler, ışığın doğumunu engelliyorlardı. Ama ışık güçlüydü. Kararlı ve yılmazdı.
Zira bu ışık başından beri buradaydı. En derin karanlıkta bile ışık vardı…
Alemlerin ruhları, karanlıkta ateşe doğru uçarak ölen böcekler gibiydi. Tereddüt etmediler ve ateşe atladılar. Hiç uğruna değil, her şey için yanıyordu onlar. Tüm varoluşlarını emin şekilde ışığa teslim ettiler. Işık onları yaktı ve ışıkta yok oldular. Sanki daha parlak yanmak için acele ediyorlardı. Yeter ki ateş daha güçlü yansın, daha çok parlasın. Işık ve ısı uğruna ateşe atılan odunlar gibiydiler. Yeter ki karanlıkta olup biteni görsünler, yeter ki soğumuş kalpleri yeniden ısınsın. Yeter ki… sevgiliye kavuşulsun…
Işığın ufukta belirdiği ve varlık güneşinin doğduğu bu çağa, Aydınlık Çağların ilki “Gün Doğumu Çağı” denildi…
Güneş öylesine güçlü ve sıcaktı ki karanlığa hiç benzemiyordu.
Başlangıçta ölmekten korkarak ruhunu teslim etmeyen alemlerin çok kibirlendikleri parlaklıkları, gerçek güneşin ışığı karşısında karardı. Onlar ölmeden önce ölme şansını kaçırmışlardı…
Ancak gerçek güneşi gördükten sonra ölümü kabullendiler ama her şey olmak için çok geçti. İsteyerek teslim etmedikleri ruhları, bedenlerinden büyük bir acı ve korkuyla sökülüp alındı…
Astral denizde bu an, Adem’in güneş gibi parlayan gözlerini açtığı ana denk geliyordu.
…
Hakikat güneşi, gerçek bir güneş kadar basit değildi. Adem’in sahip olduğu hakikat bilgisinin dışarıya ya da bir başka açıdan, içeriye tezahür ettiği bir kapıydı. Yeniden atmaya başlayan alemlerin kalbiydi. Aşkın ve sevgilinin eviydi. Zaman ve mekân ötesi bir tekillik noktasıydı. İç ve dış alemi tek bir noktada birleştiren yegâne alemdi. Hem tüm alemlerin üzerinde hem de hepsinin ortasında duruyordu. Hem apaçık ortadaydı hem de elle tutulamayandı. Zamanın ve mekânın üzerinde, aşk ateşiyle tutuşup yanıyor ve sevgiyle tüm alemleri kucaklıyordu.
Sevgi en büyük çekim gücüydü. Hiçbir alemin karşı koyamayacağı bir güçtü. Özellikle tüm ışığı yutmak isteyen Dokuz Kapı için böyleydi. Diğer tüm alemlerden önce güneşe yaklaştılar ve etrafında dönmeye başladılar. Gerçek güneşi balçıkla kapatıp, ışığı çarpıtarak sahte güneşler olmak istediler. Ama güneş onları yaktığı için çok fazla yaklaşamaya da cesaret edemediler. Bu yüzden de hakikati asla bilemediler…
Dokuzu, tüm ışığı yutan kara delikler gibiyse, güneş de ışığın durmadan saçıldığı bir ışık deliği gibiydi. Dokuz karanlık kapısı, bir ışık kapısının etrafını çevreledi ve ışık ile karanlık arasında gerekli bir denge kuruldu.
Kötülüğüm Dokuz Kapısı, içmekle tükenmez iyilik ışığını yutarak kazandığını düşünüyordu. Üstelik 18 bin alem de onların etrafında toplanmış, bu sahte güneşlerin etrafında dönmeye başlamışlardı. Lakin bilmiyorlardı ki, tüm alemlerle birlikte kendileri bile iyilik güneşi etrafında toplanmış, onun etrafında dönüyorlardı.
Lakin bu da iyiydi. Çünkü hakikat güneşi, ona hazır olmayanları yakardı. Dokuz kötülük Kapısı, hakikate örtü olmuşlar ve hakikatin araçları haline gelmişlerdi. Sonuç olarak bu alemde iyilik de kötülük de gerekliydi.
…
Alemlerin başlangıçta yok olmaya hazır ruhları, ışıkta yandılar ve arındılar. Işıkla bezenmiş tertemiz örtüler, başlangıçta bir tezahürü olmayan ruhlarını örttü ve onlara şekil kazandırdı. Karşılık beklemeden sadece ışıkla bir olmak istediler ama şimdi bakanları kıskandıran varoluşlara dönüştüler. Zamanın ve mekânın olmadığı, ışığın içinde bir arada durdular. Çocuklarıyla ilgilenen merhametli bir anne gibi ışığın onları yıkamasını, temizlemesini ve güzel kıyafetler giydirerek, kutlu bir güne hazırlamasına izin verdiler…
Tüm alemlerin etrafında dürüldüğü zamansız ve mekânsız, yüce bir sarayda buldular kendilerini. Mekânsız salonlarda uyandılar, ışığın kristal basamaklarını tırmanıp zamansız meydanda toplanmış buldular kendilerini. Birbirlerine hayretle baktılar. Her biri birbirinden güzel suretlere bürünmüşlerdi. Uhrevi auraları, cennet kokuları, ruhani sesleri ve aşkın benlikleri vardı. Geçmiş ve geleceğin birleştiği anda, görkemli ve yüce bir meydanda, ulu bir kubbenin altında toplandılar.
Burası Mutlak Saray’dı. Gök Kubbenin altında Ulu Meydan’dı. Meydanda duran nurlu suretler ise Meleklerdi…
Burası her yerdi ama hiçbir yerdi. Tüm Araf, Mutlak Saray; tüm alemler Gök Kubbe ve göklerin altındaki her yer, Ulu Meydan’dı. Ulu meydanı dolduranlar, hakikatin elçileri, ışığın kuvvetleri, melikler ve melikeler olan meleklerdi.
Melekler ulu meydanda durdukları sürece tüm zamanları, tüm yerleri ve gökleri görebilirlerdi. Işıkları her yere ulaşabilirdi. Güçleri ve bilgileri mutlaktı. Burada Mutlak Başlangıcı ve Mutlak Sonu gördüler…
Ulu meydanı dolduran mahşeri kalabalık, yedi basamaklı görkemli bir tahtın huzurunda saf tuttu. Bu, bakmakta zorlandıkları, kutsal bir ışıkla parlayan nurdan bir tahttı. Ona yüceler yücesinin tahtı, Kutsal Taht dediler. Taht, öylesine muhteşem ve göz alıcı parlıyordu ki üzerinde birisi var mı ya da varsa kim olduğunu asla göremediler. O mutlak nur, saf ışık, kaynaktı.
Bu taht, meydandan 7 basamakla çıkılan yükseklerde bir yerde duruyordu. Devasa görüntüsü ve eterik havası yüzünden sanki göklerde duruyor, bir ulaşılmazlık hissi ile hakimiyetini ilan ediyordu. Ona bakanlar önce korkuyla bakışlarını kaçırırlardı. Şayet bakmaya devam etme cesareti olanların içini ise bir huzur kaplardı. Kimileri orada mutlak güç gördü ve korktu, kimileri ise yakin bir dost gördü ve sevdi…
Basamaklar ise, sanki her biri, tırmanılamaz bir başka yüce dağ gibi yüksek ve otoriter duruyordu. Sanki tırmanmak isteyenleri uyarıyor, iki kez hatta üç kez düşünün diyordu. Fakat tüm zorluğuna rağmen, göklere tırmanan bir merdiven gibiydi ve her basamakta; dağların ve nehirlerin, göklerin ve yerlerin, tüm değerli hazineleri, cesareti olanların ayaklarına serilmiş duruyordu.
Basamakların başladığı yerde, meydanda başka bir taht daha vardı. O tahtın sahibi ise açıkça görülebilirdi. Gökleri kaplayan, bakılamaz ve ulaşılamaz kutsal tahtın aksine, bu taht zarif ve sade görünüyordu. Hafif ve nazik bir nurla doluydu ve hemen orada, isteyenlerin ulaşabileceği meydanda duruyordu. Tahtta ise muhteşem güzellikte bir surete kavuşmuş, tüm derecelerde eşsiz, en sevgili oturuyordu. Sessizce orada duruyor ve sanki başka bir şey yokmuş gibi göklerde duran tahta bakıyordu. Gözleri su kadar nazik, dudakları ateş gibi yakıcıydı. Kibar olsa da karşı konulamaz bir havası vardı. Göklerdeki taht Güneş ise o, Ay idi. Onun parlaklığını yansıtan en yüce makam onunkiydi. Onun sözleri, göklerin hükmüydü…
“Ey dost, ey sevgili… Şimdi her şeyi bıraktın da ne oldu?
Nurun doldurmuşken kalbimi,
Neyleyim ben ışığı, karanlığı, alemleri…
Senin nurun aydınlatmışken aklımı,
Neyleyim ben gözlerime düşen gölgeleri…”
O aşkın güzelliğin bakışlarını takip eden meydandaki melekler de kutsal tahta bakmaya başladı.
Ulu Meydan’a gözleri kör edici bir ışık ve kulakları sağır edici bir sessizlik hakimdi ki anlayanlar için bu ikisinin bir arada olması imkansızdı…
Melekler, yavaş yavaş ışığın içine gizlenmiş sırları görmeye başladı ve bir vecd haline girdiler. Kulaklarında kutsal bir sesin eşlik ettiği ulu bir müzik duymaya başladılar. Gözlerinde geçmiş ve gelecek sahneleri belirmeye başladı. Orada herkes kendinden geçmişçesine huşu içinde durdu. Kalplerini mutlak bir huzur kapladı. Bir süre var olmak ile yok olmak arasındaki ince çizgide yürüdüler.
Işığın sesiyle, ulu müzikle ve kutsal harmoniyle bir oldular ve tüm varoluşun ahengi içinde eriyip gittiklerini hissettiler…
Zamanın ve mekânın olmadığı bu tekillikte, ulu meydanda ne kadar durdular kendileri bile çoktan unutmuştu. Farkına bile varmadan tüm varoluşla bir olmuş ve dans etmeye başlamışlardı…
Farkına bile varmadan, mutlak bir ahenk içinde birlikte dans ediyorlar ve tüm bunların içindeki rollerini, kalpten söyledikleri şarkılarında haykırıyorlardı.
Görmüşlerdi…
Kutsal tahttan gözlerine ulaşan her ışık telinde geçmişi ve geleceği, her yeri ve hiçliği görmüşlerdi. Her bir telde her şeyin bilgisi saklıydı. Babil’in Kütüphanesi tam önlerinde duruyordu. Üzerlerine yağan ışığın her bir teli, sonsuz sayıda zerreye gebeydi ve doğan her bir zerrede sonsuz bilgi gizlenmişti.
Anladılar…
Işığın her bir teli gerçekliklerini oluşturan kumaşın bir ipliğiydi.
Yaratıcı, gerçekliğin kumaşını bu ipliklerle örmüştü. Bu ipliklerin her biri, onun güç ve kudreti ile titriyor ve her titrediğinde sonsuz sayıda zerreler meydana getiriyordu. Her bir zerre ise birlikte gerçekliği yaratıyordu.
Artık o tahtta oturanı görmelerine gerek yoktu. Çünkü artık biliyorlardı…
O kişi, tüm yaratıcı zerrelerin toplamından tezahür edendi.
Onlar, o kişinin tezahüründen suret kazanmışlardı. Tüm varoluş o kişiyi tezahür ettirebilmek için vardı. Hepsi, ona bakılarak yaratılmıştı. Geldikleri o idi. Varacakları da o olacaktı…
Bu anlayış ve ahenk içinde kendilerinden geçmişler ve kendi kaderlerini söylemişlerdi.
Işıktan duydukları müzik eşliğinde söyledikleri bu şarkı, Kaderin Şarkısı idi.
…
Işığı birer iplik olarak aldılar ve kendi kaderlerini ördüler. Bu örgülerin her biri son derece karmaşık ve göz alıcıydı. Her biri çizenin kör olduğu bir tablo, örenin sakat kaldığı bir halı, besteleyenin sağır olduğu bir şarkı gibi eşsiz bir sanat eseriydi. Her biri özel ve eşsizdi. Sonra binlercesi bir araya gelmeye başladı…
İpliklerin titreşimi ile ortaya çıkan zerrelerin yarattığı gerçeklik, güçlü ama kabaydı.
Söyledikleri şarkılarla ipliklerden güzel örgüler yaptılar ve bu örgülerin titreşimi ile ortaya çıkan zerrelerin yaratacağı gerçeklik, zayıf ama karmaşık olacaktı.
Bu şekilde varlıklar gittikçe zayıflıyor gibi görünse de aslında varoluş gittikçe karmaşıklaşacaktı.
Kaderin Şarkısını söylerken ortaya çıkan bu örgüler, göğe yükseldi ve gök kubbenin semalarında bulutlar gibi toplandılar. O kadar çoktular ki her biri eşsiz olan bu örgüler yavaş yavaş diğerleriyle bağlandı ve kaderin muazzam desenleri, yapbozun parçaları gibi birleşerek oluşturdular. Bunu yaptıklarında ise ‘büyük resim’ ortaya çıktı…
O büyük resim, tüm Araf’ın bir portresiydi. Tüm kâinatın bir resmi. İnsanın suretiydi…
Bir alemin gerçekliği, en büyük gerçekliğe, yani hakikate ne kadar yakın olduğuyla ilgiliydi. Buna göre bir alem, kâinatı ne kadar iyi simüle ederse, o kadar gerçekliği artardı. Aşağısı, ne kadar çok yukarısı gibi olursa o kadar iyiydi…
Alemler tıpkı bir ay gibi, kâinat güneşini en iyi yansıtmaya çalışırdı. Kâinat ise arş güneşini yansıtmak isterdi. Oysa arş bile, hakikat güneşinin yansıdığı bir aynaydı sadece…
Meleklerin her biri, gök kubbeye baktı ve orada kaderin desenleriyle süslenmiş bulutlarla çizdikleri tuvale baktılar ve büyük resimde kendi yerlerini, kendi kaderlerini gördüler. Her birinin ayrı ayrı görevleri ve görevlerine uygun kabiliyetleri olacaktı.
Bu bulutlar tüm gök kubbeyi doldurduğunda kutsal tahttan, beyaz bir yıldırım düştü ve tüm bulutları aydınlattı. Tek bir yıldırım, bulutlara girince yüzlerce, binlerce yıldırıma bölündü. Kaderin Şarkısı söylenmiş ve kader ortaya çıkmıştı. Şimdi tek gereken bu kaderin yaşanması için gereken izindi.
Bu yıldırım, o izindi. Kutsal alevdi. Sönmez ateşti. Yılmaz iradeydi.
Ne kadar güzel ve muhteşem olsalar da cansız birer nesne gibi olan sessiz bulutlar, yıldırımların ışığı ile canlandı ve yağmur olup, aşağılara yağdı.
Meydandaki herkes bu yağmurla ıslandı ve kendine geldi. Kaderin Şarkısını söylemeyi bıraktılar. Bedenleri üzerine düşen her yağmur damlası, onlar tarafından kabul edildi ve kalplerinde yanan bir aleve yoğunlaştı.
Ulu Meydan’a düşen yağmur damlaları ise merkezde toplanıp, harlandı ve kutsal ateşe dönüştü. Bu alev; ateş desen değil, su desen değil, hava desen değil bir alevdi. Eşsiz havasıyla sessizce yanıyordu. Ona bakanlar, hemen alemleri aydınlatan ışık olduğunu anlardı…
Artık kalplerinde yanan bu ateş, iradenin aleviydi. O ateşte, kendi kaderlerini yaşamak için gereken tüm güç ve kudret vardı. Dileyenler, ışığın kristal basamaklarından inip, bu ateşle gidebilirlerdi. Özgürdüler. Böylece Kendi alevlerinin parlaklığı, kutsal alevden uzaklaştıkça daha çok parlardı. Kendi iradeleri, mutlak iradeden uzaklaştıkça özgürleşirdi…
Dileyenler de Ulu Meydan’da yanan Kutsal Alev’e yakın durup, huzurda kalabilirlerdi. Böylece kendi iradeleri, mutlak iradenin yanında sönük kalır ve kendi kaderlerinin yükünü taşımaktan kurtulurlardı…
…
Ulu Meydanı dolduran meleklerin en güçlüsü, şüphesiz kendisine bir taht bahşedilen sevgiliydi. O tüm meleklerden üstündü. Onun tahtı, makamsızlık makamıydı. Güç ve kudretinin bir simgesi olan kanatlarının sayısı, 999 idi. Hem daima huzurda bulunduğundan hem de makamlar arasında gezdiğinden, ismini sadece tanışanlar bilebilirdi…
Daha sonra en güçlü meleğin adı Ruh idi. Tam 900 ihtişamlı kanadı vardı. Orada bulunan meleklerin hiçbirine benzemiyor, bakanları kendine hayran bırakıyordu…
Daha sonra 800 kanadı olan iki melek vardı. İsimleri Adam ve Şeytan idi. İkisi de oldukça birbirine benziyor, hangisinin Adam hangisinin Şeytan olduğunu söylemeyi zorlaştırıyordu…
Bu üç melekten sonra da 700’er kanadı olan 4 büyük melek vardı. İsimleri; Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail idi.
Daha sonra sırasıyla 600 kanadı, 500 kanadı, 400 kanadı, 300 kanadı, 200 kanadı ve 100 kanadı olan çok güçlü melekler var. Birbirinden güzel suretleri ve eşsiz tavırları vardı.
En sonunda da güzellik, tavır ve ihtişamda bir farkı olmayan daha küçük melekler vardı. Onların en güçlüsü 99 kanatlıydı. Diğer meleklerden daha küçük olsalar da Kaderin Şarkısına yaptıkları katkı, diğerlerinden az değildi.
Herkes kaderini kabullendi ve seçimini yaptı. Kimisi irade sahibi olmak istemedi ve kutsal aleve yakın durup, huzurda kaldı. Böylece kaderlerinin sorumluluğundan kurtulmuşlardı. Kendilerine bahşedilen güçlerle sadece görevlerini yaparlar ve sorumluluk almazlardı. Onların isimleri melekler olarak kaldı…
Diğerleri bu güç ve kudreti istedi. Bu gücün getireceği kaderi yaşayacaklardı. Huzurdan ayrılanlar ve iradelerini sırtlananlar artık melekler değildi.
Onlar, Yüceler ve Ulular olarak bilinecekti.
Yüceler, alemlerin ruhlarından doğan meleklerdi ve yüzden fazla kanatları vardı.
Ulular ise gidişlerinde alemlerin ruhlarına katılan Mutlak Varlıkların ruhlarıydı. Onların da yüzden az kanadı vardı.
7 güçlü melek içerisinde 4 büyük melek huzurda kalmayı seçti. Ruh, Adam ve Şeytan, Yüceler olarak ayrılmayı seçti. Tahttaki sevgili ise hem huzurda duruyor hem de her yere gidiyordu…
…
Gün Doğumu Çağı ile başlayan İlk Aydınlık Çağlar, ışığın ve karanlığın dengelendiği çağlardı. Karanlığın yaptığı tahribat giderilirken tüm alemler ışığın hakimiyetine hazırlanmalıydı.
Yüceler ve Ulular, kendi görevleri doğrultusunda hareket etmeye çoktan başlamışlardı. Artık sadece kendi alemleriyle değil, 18 bin alem ve tüm alt alemlerle birlikte içindeki canlılarla da ilgilenmek zorundaydılar.
Hiçbiri diğerinin kaderinin ne olduğunu bilmiyordu. Herkes sadece kendi kaderini görmüş ve onu kabul etmişti. Bu kaderin gereği güç ve bilgiyle de donatılmıştı.
Üstelik ışığın basamaklarını inerek huzurdan ayrılanlar, söyledikleri şarkıyı da yavaş yavaş unuttular. Kendileri için seçtikleri kaderi, artık hatırlamıyorlardı. Sadece kaderlerine göre verilmiş büyük bir güç ile aşağılara indiler. Tekrar yukarı çıkmadıkça hatırlayamazdılar…
Şeytan gibi çok fazla güç arzulayanlar, şüphesiz ağır bir kaderi kabul etmişlerdi.
Adam gibi ağır bir sorumluluğu kabul edenler, şüphesiz büyük bir güçle donatılmışlardı.
Onlar unutsa da kader unutmazdı. Kaderin Şarkısını söylemişler, kendileri için istedikleri gerçekliği seçmişlerdi.
Melekler arkada Kaderin Şarkısını söylemeye devam ederken, Yüceler ve Ulular ön saflardaki ağları ördüler. Kahramanlar ise çoktan kaderin örgülerinde yürümeye başlamıştı…
…
Gün Doğumu Çağı ile birlikte kalan mutlak varlıklar, derin bir uykuya yattı. Işığa alışık olmayan alacakaranlık yaratıkları ise ya yok oldu ya da karanlık, kuytu köşelerde saklanarak yaşadılar.
Pek çok yeni ırk doğdu ve muhteşem medeniyetler inşa etmeye başladılar.
Ülkeler kuruldu ve krallıklar yükseldi.
Krallıklar düştü ve imparatorluklar yükseldi.
Dünyalar küçüldü ve alemler keşfedildi.
Aydınlık Çağlar boyunca sayısız hadiseler vuku buldu. Gün Doğumu Çağını, medeniyetlerin doruğa ulaştığı Işık Çağı takip etti.
…
Işık Çağı ise ışığın doruğa ulaştığı, tamamen bilginin hâkim olduğu ve bilgeliğin önde tutulduğu bir çağdı. Kaşiflerin hiç olmadığı kadar cesur, kralların hiç olmadığı kadar hırslı oldukları bir çağdı. Her şey yeniden keşfediliyor, yeniden yapılıyordu. Tarih hiç olmadığı kadar derinlere iniyor, geçmişin unutulmuş kadim sırları açığa çıkarılıyordu…
Her dönemde olduğu gibi, ne kadar uzun ve ihtişamlı olduğuna bakılmaksızın Işık Çağı da bir gün bitecek ve yerine güneşin batmaya yüz tuttuğu Şafak Çağı başlayacaktı…
…
Şafak Çağı, hala ışığın egemen olduğu Aydınlık Çağların sonuncusuydu. Güneş batıyor mu yoksa doğuyor mu, emin olunamayan belirsiz bir çağdı. İnsanlar hala bolluk ve bereket içinde gururla yaşasa da kalplerini de bir huzursuzluk kaplamıştı. Doğuda ve batıda, aşağıda ve yukarıda karanlığın alametleri belirmişti. İhanet ve uğursuzluk her yeri kaplamıştı.
Şafak Çağı ile birlikte biten aydınlık çağlardan sonra her seferinde, kısa bir Kaos Çağı yaşanırdı…
…
Kaos Çağı, ışığın ve kötülüğün aynı anda egemenlik iddia ettikleri kaotik bir dönemdir. Kimin iyi, kimin kötü belli olmadığı bu çağ, genelde belirsizlik içinde yoğun savaşlarla geçer. Her yere kaos hâkim olur. Kaostan yeni şeyler öğrenilir ve eski bilgilerin üzeri örtülür.
Kaos Çağı, sonrasında tekrar Aydınlık Çağların mı yoksa Karanlık Çağların mı geleciğinin belli olduğu bir dönemdir. Işığın ve karanlığın mutlak egemenlik için savaştıkları çağdır.
…
Karanlık Çağlar ile başlayan ve Aydınlık Çağlar ile devam ederek nihayetinde Kaos Çağında son bulan her dönem, bir devir olarak düşünülür. Buna göre Adem’in uyanışından yani büyük kıyametten önce, 18 bin alemin her biri için 99 devir geçeceği öngörülmüştü. Aynı şekilde ademoğullarının her birinin uyanışından yani küçük kıyametten önce, hayatlarında 99 devir geçerdi…
[Bitti mi, hepsi bu kadar mıydı?]
Evet bitti. Hepsini yazarak iyi iş çıkardın kerata…
[Hehe…]
Tamam, önsözü bitirdik. Şimdi asıl hikayelere geçebiliriz…
[…]