Hiper Tales Logosu

HiperTale

Kaderin Şarkısı

23.Bölüm: Yolculuk-2(Sonsöz)

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 12:40:16
  • 0 yorum
  • 6

“Ama… ama… bu… Böyle olamaz… nasıl olur…!”

Karşımda büyük bir şaşkınlıkla kekeleyen Yaren ile yolculuğumuza devam ediyoruz. Aslında daha yeni başladık sayılır. Bunlar sadece önsözdü. Daha anlatılacak ve üzerine düşünülecek çok fazla şey var. Üstelik trenimiz de gardan yeni çıktı. Daha yolumuz uzun…

Kadim Anadolu topraklarından İç Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarına, yeryüzü ile gökyüzünün birleştiği uzak ufuklara bakarken anlatıyorum eski kayıtları…

Bir zamanlar bin tanrılı ülkenin çocukları üzerine batan güneşi, şimdi gök tengrili ülkenin torunları üzerine batarken izliyorum…

Ben mi? Ben hala aynı hikayeleri, aynı insanlara anlatmaya devam ediyorum…

Şimdi de Akaşık Dede olarak zamanında anlattıklarımı, Hiper Tale’in duyduklarından ve HiperTale’in yazdıklarından okuyorum…

Ah! Çay servisi de başladı. Tam zamanında…

“Hehe… Kafanın karıştığını biliyorum, merak etme. İstersen çayımızı içerken biraz ara verelim ve takıldığın yerlerin üzerinden geçelim. Tüm bunları tek seferde sindirmek zordur. Çayla daha iyi gider…”

Yaren kendisine ve bana çay alırken tüm kafa karışıklığını bir an için bastırıyor. Sorularını kafasında toparladığını ve sıraya dizdiğini, ciddi ve düşünceli ifadesinden okuyabiliyorum.

“Dede, her şey Hz. Adem’in düşüncesi mi yani şimdi? Bu nasıl olur?” Yerine oturur oturmaz daha fazla dayanamıyor ve hemen en sonundan başlıyor sormaya…

Evet her şey düşüncedir. Her şey zihinde başlayıp, biter…

Lakin anlattıklarımı öyle doğrudan alırsan, olmaz işte… Anlattığım şeyleri doğrudan alacaksan sadece bir hikâye olduğunu varsay. Yok daha derin anlamlar yükleyeceksen de üzerine daha derin düşünmeli ve manalarına bakmalısın. ‘Yazar burada ne anlatmak istemiş’ de en azından… Kader Kitabını boşuna mı anlattık o kadar canım…

Neyse madem bu faslın sonuna geldik, çayın hatırına bir şeylere değinelim. Bazı yerleri dürtelim, ışıkları bi açıp kapatalım…

“Hehe…” Zaten bu sorunun herkesin kafasına takıldığı da biliyorum. Bu yüzden Yaren adına herkes için açmaya çalışayım. Lakin tüm cevapları burada duymayı beklemeyin. O bir yolculuğa sığmaz. Herkes kendi yolculuğunda, kendi cevaplarını, kendisi bulmalıdır…

“Niye olmasın kızım?” Öncelikle soruya soruyla karşılık vereyim ki tefekküre başlasın. “Bir düşünce misin yoksa düşünen misin? Kesin olarak söyleyebilir misin, emin olabilir misin?”

Yaren, “Bir düşünce mi düşünen mi…” diye mırıldanıyor kendi kendine. Düşünüyor belli ki. “Ama düşünebiliyoruz? O zaman düşünen olmalıyız, değil mi?”

“Tsh!” Sen tüm gün robot gibi aynı şeyleri tekrarla, sonra da düşünüyorum de! Hayatın hengamesi içinde koşturup duruyorsunuz. Eve, işe ya da okula gidip geliyor, saatlerce internette takılıyorsunuz. Size öğretilen hiçbir şeyi sorgulamıyor, verildiği gibi alıp ezberliyorsunuz. ‘Ne? Neden? Niçin?’ gibi soruları, ne zaman gerçekten soruyorsunuz?

Özellikle kendinizi sorguluyor musunuz? ‘Ben kimim ya da kimden de öte, Neyim?’ Diye hiç durup düşünüyor musunuz? Nereden geldim, nereye gidiyorum? …

Neyse Yaren’e fazla yüklenmeyeyim en iyisi. Sadece sorgulamaya başlayacak kadar kafasını karıştırsak yeter…

“Düşüncelerin de düşünceleri olamaz mı diyorsun yani…? Üstelik, nereden biliyorsun aklına gelenlerin senin düşüncelerin olduğunu?”

“Ama… ama…” Yaren’in düşünceleri tekleyince yine kekelemeye başlıyor.

“Sonuçta tüm kâinat, yaratıcının ezeli ve ebedi ilminden, yani düşüncesinden zuhur eder, demiyor muyuz?”

“Orası öyle ama…” Yaren kalıplaşmış düşüncelerinden sıyrılamıyor ve otomatikman, “O Allah(cc). Bizse insanız…” diyor.

“Doğru, bizler kuluz. Yerimizi bilmek önemli. Lakin yerimiz tam olarak neresi, onu düşünüyor muyuz? Allah demiyor mu, halife yaratacağım diye?”

“Bak şimdi benim güzel kızım…

Elbette düşüncelerin sana ait. Bu konuda için rahat olsun. Lakin şunu sor kendine: Sen Kimsin? Kimden de öte, nesin?

Yani gerçek sen! İçindeki ben!

Düşünceler arasında savrulup duran, düşündüklerinden ibaret olduğunu sanan değil! Yiyip, içen, üreyen ve hayatını devam ettiren beşerî hayvanat hiç değil!

Düşüncelerinden ve duygularından bağımsız olarak var olabilen bir sen var içinde, onu soruyorum. Varlığının kanıtı olarak düşüncelere ihtiyacı olmayan sen…

Bu sorunun cevabını gerçekten verebildiğinde, işte o gün, düşünceden düşünene geçeceksin…

Kendini gerçekten sorgulamaya başladığında, Âdem olacaksın…

Bunu teoride açıklamak kolay. Pek çok kitapta tatmin edici cevaplar bulabilirsin. Lakin pratikte cevabı kendin bulman gerekiyor. Çünkü kimse senin içindeki beni, senin yerine bulamaz. En fazla yol gösterebilirler.

Bunu bulmak o kadar kolay bir iş değildir kızım. Tarih boyunca birçok kişi meditasyonlar ve ibadetler ile düşüncelerinden sıyrılmaya, düşüncesiz benliğe ulaşmaya çalıştı, çalışıyor. Düşünceleri susturmak ve katman katman yoğunlaşarak, benlik okyanusunun derinliklerine dalman ve oradaki inciyi bulup çıkarman gerek…”

Yaren, dediklerimi dinledikten sonra biraz sakinleşmişe benziyor. Açıklamalarımdan sonra, bunun hemen anlaşılacak, aceleye getirilecek bir şey olmadığını fark ediyor.

“Demek hepimiz rüyadayız… Ölünce uyanacağız. Asıl soru, kimin rüyasındayız? Rüyayı gören kim, ben neyim?”

Başımı sallıyorum. “Evet… Bu dünya rüya içinde rüya gibidir. Ama bunu öğrenmek için illa beklemeye gerek yok. Zira ölmeden önce ölünüz tavsiyesi de boşuna değil…”

“O nasıl olacak dede?”

“Ölmeden önce ölmek, ölmeden önce uyanın demek aslında. Rüyadayken, rüya gördüğünü fark etmelisin. Bunun için rüya göreni, kendini hatırlamalısın. Kendi benliğinin farkına vararak, yaşamaya devam etmelisin. Rüya görürken, rüyayı görenin de sen olduğunu hatırlarsan, bu hayat rüyasını istediğin gibi kontrol edebilirsin…

İnsan rüyada olduğunu fark eder ve bir gün uyanacağını bilirse ona göre yaşar değil mi? Çünkü uyandığında karşılaşacakların rüyada yaptıklarının sonucu olacak. Rüyayı gören de sen olduğuna göre düşündüklerinin karşılığını alacaksın demektir. O yüzden hep iyi şeyler düşün, pozitif ol…”

Henüz uyanmaya hazır olmayanlara, uyumaya devam etmek isteyenlere her şey anlatılmaz. Kişinin iyiliği için bile olsa, o kişi hala tatlı rüyasında çıkmaya hazır değilse anlatılanlar sadece rahatsızlık vermiş olur. Bu yüzden Yaren’e her şeyi söylememeye karar verdim. Henüz düşünce ve düşünen olayını anlamadan daha derinlere gitmek iyi değil.

Şimdi bunları anlamadan nasıl diyeyim: cennet de cehennem de insanın içinde dürülüdür diye. Yaşarken sadece eylemlerden sorumluyuzdur. Çünkü bedenimiz, bir zindan gibi bizi hapsetse de aynı zamanda düşüncelerimizden de bizi korur. Fakat öldüğümüzde bedenimiz aradan çekilir ve zihin dünyamızla baş başa kalırız.

O zaman iyi düşüncelerimiz bizi korurken, kötü düşüncelerimiz de bizi avlayan kabuslara dönüşür. İşte bu öldükten sonra karışılacağımız kabir hayatıdır. Senin kabrin, kendi bedenin. İyi düşüncelerin bir cennet bahçesine dönüşürken, kötü düşüncelerin ise bir cehennem çukuruna dönüşür.

İnsan yaşarken, tefekkür edip bu hakikatleri anlarsa sonrasında çok rahat eder ve cennet-cehennem gibi cahil kimseleri doğru yola iletmek için kullanılan ödül-ceza anlatımından kurtulur. Bu yöntem geçmişte de bugün de beşerî eğitmek için kullanılıyor. İlk adımı atıp Ademiyete varanlar, bu anlatımları aşmalı ve insanın yolculuğunun O’na ulaşıncaya kadar asla bitmediğini fark etmelidir.

Sadece çıktığı yere geri dönmek için çekmedi bunca cefayı İnsan!

Bedeni topraktan geldi, toprağa döner; Nefesi O’ndan aldı, sadece O’na verir…

Bu sırada Yaren düşünceli bir şekilde başını sallıyor ve “İşte tüm mesele de orada galiba…” diye ekliyor.

“Evet mesele burada…” En azından Yaren için de bir açık kapı bırakalım. “Bunu fark ettiğine göre sana rüyalar ile ilgili bir ipucu vereyim…”

“Ah? Dinliyorum dede…” dedi heyecanlı bir şekilde.

‘Rüya Tabiri’ meselesini duymuşsundur. Görülen rüyalar tabir edilerek, kişinin gelecekte karışılacağı şeyler anlaşılabiliyor değil mi?

Tabir yapılırken görülen her şeyin başka bir anlamı vardır. Hiçbir uzman, anlatılan rüyanın aynen çıkacağını söylemez. Görülen her şeyin başka başka manaları vardır. Rüyada gördüklerimiz ne kadar saçma olursa olsun, aslında gerçekliğimize ışık tutarlar…

İşte nasıl bu hayatımız, rüyamızın tabiri ise hayatımızı da yaşadığımız gibi değil, bir rüya olarak görür ve ona göre anlamlandırırsak, yani tabir edersek, ahiretimizi anlayabiliriz. Yani nasıl rüyamızı tabir ederek, yaşamımızda karşılaşacaklarımızı bilebiliyorsak; yaşamımızı tabir ederek, ahirette karşılaşacaklarımızı bilebiliriz…

Sonuçta bu dünya hayatı, ahiretin rüyasıdır. Bu dünya hayatı, ahiret hayatının yanında, tıpkı rüyalarımız gibi saçma kalacaktır. Alt gerçeklikler, üst gerçekliklerin karşısında her zaman hayali kalmaya mahkumdur…”

Yaren gözlerini kapatıp biraz düşünüyor. “Yani uyandığımızda nasıl bir gerçeklik istiyorsak, şimdi ona göre yaşamalıyız. Sonuçta ahiretteki hayatımıza şimdi yaptıklarımıza bakılarak karar verilecek…”

“Kesinlikle. Bunu yapabilmek için de tıpkı yaşlı insanlar gibi olgunlaşmak gerekir. Hayattan eli eteği çek demiyorum. Hayır, tam aksine hayatını yaşa ama olgunlaşarak yaşa diyorum. Böylece hayatın doğal akışı içerisinde, yaşlılıkta başına gelecekleri, en başından gönüllü olarak, farkında olarak deneyimlersen, işte o zaman ölmeden önce ölenlerden olabilirsin. Yani uyanmadan önce uyananlardan…”

Ah işte, gençler yaşlılarına daha çok dikkat etse her şeyi çözecekler. Onları iyi gözlemleyip, neden böyle oldukları hakkında düşünseler keşke. İnsanlar hiçbir şey bilmeyen, farkındalıkları olmayan bebekler olarak doğarlar. Mutlu ve huzurludurlar. Ne isterlerse, anında karşılanır. Altları temizlenir ve onlar için en lezzetli olan süt ile beslenirler. Tıpkı Adem’in, Adam olmadan önceki Cennet hayatı gibi bir yaşamları vardır…

İnsan daha sonra olgunlaştığında sanki hiç yaşamamış gibi tekrar bebek haline döner. Yaşlandıkça, dünyadaki şeylere dikkat etmemeye başlarlar. İsteseler bile çok yemek yiyemez, boş vakitleri olsa bile çok uyuyamazlar. Halsizlikten hareketleri azalır. Az duyarlar, az konuşurlar. Sanki yaşarken, adım adım ölürler…

Ölmeden önce ölmenin sırrı neydi: Az yiyin, az uyuyun, az konuşun…

Tıpkı yaşlılar gibi…

Lakin yaşlılık doğal süreç içerisinde isteyenin de istemeyeninde geçeceği bir süreçtir. Bu süreci daha önce gönüllü olarak yaşayıp tecrübe kazananlar ise çok daha kolay atlatırlar.

Cennete girmeyi arzulayan insan; tıpkı yaşlılar gibi eski, tıpkı bebekler gibi taze olmalı. Bu safer cahilliğinden dolayı değil, bilgeliği ile sevgiye yönelmeli, onu üstün tutmalı. Bilmeden O’nun huzurunda kalmaktansa, bilerek O’na yönelebilmeli…

Neyse bunları zaten anlatmıştım. Tekrar etmeye gerek yok.

Yaren’e dönüyorum ve sadece, “Kâinat Kitabını” boşuna anlatmadık ya kızım! Kafanın karışacağını bildiğim için o kadar üzerinde durdum. Anlatırken uyuyakalsam bile gayret ettim. Dön oraları bir daha oku…” deyiverdim, lafı daha fazla uzatmadan.

“He he he..” Yaren gülüyor. Kafa karışıklığı gitti, neşesi yerine geldi. Ha şöyle! İzahı zorsa, mizahı ile karıştırın diye boşuna dememişler.

“Pekâlâ dede o zaman. Bu soruyu cevapladın kabul ediyorum. Baştan alalım…” Hemen yazarken kıyıya köşeye sıkıştırdığı notlarını karıştırıyor. “Ha, buldum! Öyleyse şuna cevap ver; Âdem ve Havva, bizim bildiğimiz gerçek olanlar mı?”

“Sizin bildiğinizi ben nereden bileyim kızım. Ben bir cahil yaşlıyım…”

“Ya dede…! Anlatacağım demiştin ama…”

“Tamam tamam. Nazını sevdiğine sakla…” Çayımdan bir yudum alırken, homurdanıyorum huysuzca. Bu yaştan sonra da çekemem yani… O kadar yıl geçmiş, tarih yazılmış, zaman akmış, hepsini ben mi düzelteyim. Hayır anlatıyorum anlatıyorum, yine aslını değil, kafalarına göre bişeyler yazıyorlar. Sonra anlat dede…

“Bunun cevabı hem evet hem de hayır olurdu kızım”

“Nasıl yani dede?” Yaren şaşırıyor.

“Bazı şeyleri bu alemde kesin olarak bilemeyiz demek. Bazı bilgiler bu alemde net bir şekilde açığa çıkamaz yani kızım. Çıksa bile biz alamayız. Şöyle ki, hepimiz bir dış alemde yürüyen iç alemleriz, demiştik hatırlarsan. Ne diyor kelamın özünde: ‘Alemlerin Rabbi’.

Buna göre, zaten içimizde olmayan bir şeyi dışarıdan alamayız. Bu bilgiler dışarıda açığa çıkmaz, sadece kendi içinde bilebilirsin…

Âdem ve Havva meselesi de tıpkı bunun gibidir. Sizin bildiğiniz ya da benim anlattığım hikayedekiler gibi kişiler ve olaylar, mutlaka zamanın birçok noktasında, bir yerlerde illa ki vuku bulmuş olabilir. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan hikâyeye gizlenmiş, iç alemimizdeki hakikatlerin kilidini açacak olan manalardır. Bize bugün faydası olan; değişime itecek ve dönüşmeye zorlayacak olan, onlardır. Bunları geçmişte yaşanmış ve bitmiş hikayeler olarak düşünmemelisin. Hayır, aslında her daim diri, her an etrafımızda oluyor, her an gerçekleşiyor gibi düşünmelisin.

Yoksa manasını görmezden gelirsen, kalır sana masalı…

Sadece masal da mitolojiden başka bir şey değildir. Unutma kızım! Bugün insanların inandıkları dinleri, geçmişin mitolojilerinden ayıran tek şey manalarıdır. Onlar da eskilerin inanışlarıydı. Lakin geçen zamanla içleri boşaltılıp, manaları unutuldu. Bu şekilde yıllar içinde, insanoğluna kendini buldurtacak, değiştirip dönüştürecek bir yol, bir din olmaktan çıkıp, birer masal haline geldiler. İnananları ise içi boş ritüellere ve şekillere tapan, şekilperestler haline geldiler…

Bizim anlatımımız da mitoloji gibidir. Anlatılanı olduğu gibi alırsan, masal olur. O yüzden daha derine bakmalısın…

Örneğin biz, tıpkı mitolojilerdeki gibi her şeyi Adem’e ve iç alemine dayandırdık. Lakin ilk Âdem nasıl; her şeyi düşünceleriyle var ediyor, her şey iç aleminde olup bitiyor, her şeyi içerde gözlemliyor, içeride çözüyor ve İçeriden dışarıya zuhur ettiriyorsa; diğer tüm ademoğulları için de aynısı geçerlidir. Dışarıda ne gördüğümüzü sanırsak sanalım, aslında her şeyi iç alemimizde olup biter. Dışarıdakiler sadece iç alemimizi bize geri yansıtan aynalardan ibarettir…

Yaren de başını sallayarak katıldığını belirtiyor. “Evet dede, peki bu işin gerçeği nedir?”

“İlk insan anlatımı, aslında tüm insanlar için geçerlidir. Sen de bir Âdem ya da Havva’sın. Çocukluktan, olgunluğa geçişi simgeler. Beşeriyetten, insaniyete geçişi simgeler. İstediğin her şeyi zahmetsizce elde ettiğin ama kendinin farkında olmadığın çocuk halinden, yani cennet halinden; kendini bilmek için isteyerek çıkarsın. Kendini bilmedikten sonra cennette yaşamanın ne anlamı var dersin ve olgunlaşma yolunda ilk adımı atarsın.

Âdem, hayvanın insan olmak için attığı ilk adımdır. Aklın doğuşunu ve benliğin ortaya çıkışını sembolleştirir.”

“Peki ya Adem’in kovulduğu cennet?”

“Altından ırmaklar akan ve her isteğin gerçekleştiği bir cennet… Fakat içine konulan Âdem, kendisinin farkında değil. Ne düşünüyorsun?”

“Hmm… Bilmem ki?”

“Ben anne karnındaki bebeği düşünüyorum… Cennetten kovulup, yeryüzüne gelme hadisesi ise bu durumda doğum oluyor.”

“Yani o zaman cennetten kovulma ve yeryüzüne indiriliş, doğumu anlatıyor.” Düşüncelerini toparladıktan sonra devam ediyor. “O zaman Hz. Âdem(as) da gökyüzünden inmedi mi? Bizim gibi mi doğdu?”

“Evet. Bugün bir âdemoğlu, yeryüzüne nasıl iniyorsa öyle…

Annesinin karnından, normal bir şekilde doğarak. Bugün hiçbir insan gökten zembille inmediğine göre geçmişte de hiçbir zaman öyle olmadı.

Yaratıcının güç ve kudretini asla küçümseme!”

“Mantıklı…” Yaren bir şeyleri sonunda yerli yerine oturtuyor gibiydi. “Peki ya yasak meyve? Günah?”

“Tamamen günah kavramına yüklediğin manaya bağlı. Çoğu insan fazla düşünmeyi sevmediği için günahı, ‘Tanrı’nın yasakladığı şeyler’ olarak bilir ve nedenini ve niçin olduğunu sorgulamaz. Bize göre ise günah, ‘insanı O’ndan uzaklaştıran şeylerdir’. Böylece yasak meyve miti de açıklanmış olur. Adem’i cennetten çıkartıp, yaratıcının huzurunda uzaklaştıracak bir süreci başlatacağı için günah olarak nitelenmiştir.

“Hristiyanların söylediği gibi insanlar günahkâr doğmaz yani…” Yaren mırıldanıyor ve ekliyor: “Peki ya meyve nedir?”

“İyinin ve kötünün bilgisi. İnsan neyin iyi, neyin kötü olduğunu bugün nasıl biliyor?”

Yaren hiç düşünmeden, “Aklıyla!” diyor.

“Evet. Aklıyla. Yani yasak elmayı bir kere değil, her an yiyoruz…”

“İşlerin aslı hiç de bildiğimiz gibi değilmiş…”

Yaren derin bir tefekkür durumuna girmişti. Sahip olduğu dini bilgiler, herkes kadardı. Sadece şimdi, bazı bilgileri yeterince sorgulamadığını fark etti. Özellikle dini bilgileri sorgulamaktan kaçınmıştı hep. Öğretildiği gibi almış ve uygulamıştı. Sanki düşünmek ve sorgulamak yasaktı. Oysa kutsal kitabın ilk ayeti değil miydi ki ‘Oku’, yani ‘sorgula’. Yazmıyor muydu her yerinde ‘aklı olanlar için’, ‘akıl sahipleri için’, ‘düşünmez misiniz’ ya da ‘düşünüp, tutasınız’ diye…

Yaren derin düşüncelerinde kaybolup gitmeden önce, bir soru da ben sorayım dedim. “Peki Adem’in daha önce aklı yok muydu? Bir anda insan kabul edildiğine göre ne değişmiş olabilir dersin?”

“Hmm…” Yaren bir kere de şaşırıyor ve soğumaya başlayan çayına, biraz da mahcup bir şekilde uzanırken: “Dede itiraf etmeliyim ki, daha önce bunları hiç düşünmemiştim. Şimdi tüm bunları duyunca tabii ki önceden de aklı olan, düşünen bir varlık olduğunu görüyorum. Lakin insan kabul edilmiyordu…” dedi.

İşte şimdi yasak meyveye bakmaya başladın…

“Doğru düşünmeye başladın. Kutsal kitapta, Allah’ın Adem’e her şeyi öğrettiği söylenir. O kadar ki tüm melekleri şaşırtacak bilgisi ve aklı vardı. Bu bilgelik ile cennete konuldu ve orada yaşadı. Cennetin nimetlerini yiyip içerken de bu aklını kullanıyordu. Fakat tüm bu zamanlar boyunca insan değil, beşerdi…

Ne zamanki, diğer mahlukatın yapmaya cesaret edemediğini yaptı, o zaman insan oldu. Yani bilerek ve isteyerek, O’ndan uzaklaştı. Böylece önce kendisini fark edebilir, sonra da yaratıcısını hakkıyla tanıyabilirdi…

İşte bu cesur ve asi akıl Adem’i, insan yapan akıldı. Her türden canlının yaşamını devam ettirirken kullandığı önceki aklı mı? Ondan en fazla Şeytan’da var, bak sonu sanıl oldu…”

“Peki tüm bunlarda Havva’nın rolü neydi dede?”

Anlaşılan yavaş yavaş sonuca ulaşıyor Yaren. “Hikâyede de denildiği gibi. İnsan tek başına aydınlanamaz. Etrafında, ona kendisini fark ettirecek, kendi iç alemini gösterecek aynalara ihtiyacı vardır. Havva, Adem’e kendisini fark ettirdi. Nefsini uyandırdı. Bu açıdan Havva, Adem’in nefsini simgelemektedir. Adem’de aynı şekilde Havva’nın nefsini sembolleştirir. Aslında sonsuz yaşam arzusu değildir onları harekete geçiren. ‘Birlikte’ yaşama aruzudur.”

Daha sonrasında sessizlik hakimdi odaya. Yaren ihtiyacı olan tüm cevapları almış gibi sormayı bıraktı. Düşünüyordu. Bazen pencereden geçip giden manzaralara bakıyor, bazen de hemen önündeki çaya. Biz ise bir kere daha doğan insana bakıyorduk…

Kimse düşünmez ve göremezdi bu odada vuku bulan mucizeyi. Başlangıç mitinin, hemen yanı başlarındaki odada tekrar yaşandığını, bir beşerin yasak ağacın gölgesinde yatmaktan bıkıp, ilk defa meyveye uzandığına inanamazlardı…

Bu varoluş trenindekiler; aynı yerden binip, aynı yerde inecek olsalar da aynı yolculuğu yapmadıklarını bilemezlerdi…

Yaren bir noktada tekrar sıkıldı ve sordu: “Aklıma son bir şey daha takıldı. Sanırım hikâyeyi anlattığın kişi ile yazan kişi farklı. Yoksa ben mi yanlış anladım?”

“Pfft!” Allah seni… Çayımı üzerime döktüm! “Bunu fark edeceğini düşünmemiştim…”

İşin aslı biz olayları üç katmanda açıyoruz. İlk katmanda Hiper Tale, bizi dinlerken olaylara şahit olur. İkinci katmanda ise yazar devreye girer ve olaylar hikâye edilerek yazılır. Üçüncü katmanda ise Yaren nazarında okuyucuya ulaşır. Tabii ki bunları Yaren’e söyleyemeyiz…

“Bu sorunun cevabı da hem evet hem hayır olurdu kızım…” Diyebildim bir kere daha…

“Ya dede sen de hiç kesin konuşmuyorsun!”

“Aslında aynı bedende iki bilinç diyebiliriz onlara…” Dur bakayım, şuralarda bir yerde olacaktı…” Ha! Buldum. Sen en iyisi kendisinden oku. İşte burada, ‘Hiper Tale’ adını verdiği öykülerinde, sorularının cevabını belki bulabilirsin…”

İlginizi Çekebilir

©2024 Hiper Tales 🔥 Gerçekliğin Hiper Boyutu