Astral denizde ne kadar zaman geçti bilinmez ama Adem’in iç alemlerinde gecen zamana göre çok kısa olduğu kesindi. Şeytan’ın da eklenmesiyle işi zorlaşan Âdem, neredeyse hiçlik tarafından yutulmak üzereydi. Lakin pes etmedi ve ne hiçliğe ne Şeytan’a ne de Şeytan’a çok kolay kanan nefsine rağmen direndi ve sabır gösterdi.
El, başından sonuna kadar ayrılmamış, Adem’i izliyordu. Adem’in çabasını görünce, onaylar şekilde başını salladı. “Belki de Şeytan’ın müdahalesi başından beri gerekliydi. Şimdi başarılı olma ihtimali daha yüksek. Ne kadar yükseğe çıkabileceği ise kendi çabasına bağlı olacak. Ben bile tahmin edemiyorum… Efendinin planları gerçekten üstün!”
“Lakin şimdi Adem’in iç alemi, kendisiyle birlikte 3 astral varlığın iç alemlerinin birleşmesinden oluşuyor. Ayrıca hiçliğin müdahalesini de düşünmek lazım. Korkunç büyüklükte bir iç alemi yönetmesi gerekecek. Korkarım uyanması çok uzun zaman alacak ama uyandığında ödülü de o derece büyük olacak…” El, ne gibi mucizelere tanık olabileceğini sesli olarak düşünüyordu.
Zira her canlı, bir dış alem içinde yaşayan, bir iç alemden ibaretti. Her semada bu iç aleme farklı bir isim verilirdi. Tabii ki bu isimlerin de bir anlamı vardı.
Örneğin birinci semanın altında yaşayanların iç alemine, “Bilinçaltı” denirdi ve en gerçek dışı olanıydı. Lakin iç alemleri en hayali olanların, kendi gerçeklikleri en katıydı. Kendi gerçekliği ne kadar hayali ise iç alemleri o kadar gerçeklik kazanırdı.
İç ve dış alem, bu şekilde bir dengede dururdu.
İkinci semanın altında yaşayanların iç alemlerine, “Kaos Denizi” denirdi. Üçüncü semanın altında, yani astral denizde yaşayanların iç alemlerine ise “Araf” denirdi. Yani Adem’in iç alemi, şu anda devasa bir Araf’tı.
Tahmin edilebileceği gibi dördüncü semanın altında yaşayanların iç alemlerine de “Astral Deniz” denirdi ve bu şekilde devam ederdi…
Herkesin iç alemi olsa da çoğunluk bunun farkında varamazdı. Orada olup bitenlerden bihaber yaşayanların, iç alemleri üzerine bir kontrolü olmazdı. Bunun yerine onlar, iç alemleri tarafından kontrol edilirdi. İç alemleri ise korkular ve arzular gibi düşüncelerden doğmuş varlıkların idaresinde olurdu.
Kişinin düşünceleri ne kadar iyiyse, iç alemi o kadar düzenli; ne kadar kötüyse, iç alemi o kadar kaotik olurdu. İç ve dış alemler, birbiriyle bağlantılı ve hiç düşünülmeyecek yollardan birbirini etkilerdi. İç ve dış alem, denge halinde tutulmalıydı!
Varlık iç alemi üzerinde ne kadar yetkin olursa, içinde yaşadığı dış alemde de o kadar başarılı olur ve iyi yaşardı. Fakat sadece pek azı, iç alemleri üzerine kontrol sahibi olabilirdi…
…
Âdem’in etrafını saran ve gittikçe genişleyen hiçlik, sonunda tekrar dengelendi ama bu sefer geri çekilmedi ya da kaybolmadı. Adem’in başka bir anlayışı var gibiydi.
Hiçlik yavaş yavaş bölünmeye ve etrafını saran halkalara dönüşmeye başladı. Halkaların sayısı ilk başta belirsiz, irili ufaklı ve her an dağılacak gibiydi. Lakin zamanla dengelendi, birleşti ve hepsi eşit büyüklüğe getirildi. Hiçlik üzerinde kurulan hakimiyet çok yüksekti. Adem’in hiçliğe olan anlayışı ciddi oranda ilerlemişti.
Tam 99 halka oluştu ve Adem’i tıpkı bir atomun çekirdeğini saran elektronlar gibi, ya da güneşin etrafından dönen gezegenlerin yörüngeleri gibi sardı. Ortalarında artık 6-7 yaşlarında bir çocuk gibi olan Âdem, oturuyor ve meditasyonuna devam ediyordu.
El, “Âdem, iç alemlerinde ne kadar derinlere inecek merak ediyorum. Üstelik, Şeytan’ın ertelenen cezası da Âdem uyandığında başlayacak. Korkarım Şeytan, Adem’in uyanmasını geciktirmek için elinden geleni yapacak ama Âdem ne kadar uyursa, uyandığında seviyesi de o kadar yüksek olacak. Uyandığında belki yüksek boyutlu belki de doğrudan, aşkın bir varlık olur…”
El tefekkürle başını salladı. “İlk başta Adem’i düşürmek isteyen Şeytan, aslında onu yükselten bir araca dönüştü… “
Zamanın yanıltıcı olduğu bu ortamda Âdem, derin hayallere dalmışken yavaş yavaş olgunlaşıyordu. Gel zaman git zaman, artık aklı başına yeni yeni gelen 11-12 yaşlarında bir gencin siluetine bürünmüştü. Tam bir yetişkin olmasının ne kadar zaman alacağı belli değildi. Fakat tam da bu yaşlarda gözleri birden açıldı!
Hala derin meditasyonundan uyanmamıştı ama nihayet gözleri açılmıştı. Hiçliğin halkaları etrafında duruyor ve iki ateşten gözüyle, boşluğa bakıyordu. Gözleri sayısız yıldızları, dönen galaksileri, sonsuz evrenleri ve mistik alemleri saklıyor gibi anlaşılmaz bir nurla doluydu.
El, bu fenomenin nedeninin; Adem’in iç aleminde büyük bir zorluğu aşması ve bilinç halinin bir sonraki seviyeye ilerlemesi olduğunu biliyordu.
Bir anda büyük bir aura mekânı süpürdü ve Adem’e odaklandı. Zaman ve mekân tekrar duraksamış gibiydi.
“Efendi, buraya bakıyor!” El şaşkındı!
Fakat daha sonraki anda çok daha şaşırtıcı bir şey oldu.
Bir keramet ortaya çıkmıştı!
Adem’in başının üstünde, efendinin cennet bahçelerinin yanıltıcı bir görüntüsü belirmeye başladı. Ayaklarının altında ise cehennem çukurlarının görüntüleri yoğunlaştı.
Efendi, Adem’e bir değil, iki keramet bahşetmişti!
El sessizce mırıldandı. Daha doğrusu arkasındaki figürler mırıldandı. “Efendinin Adem’i çok düşündüğü ortaya çıktı!”
Kerametler gerçek şeyler değildi. Sadece Aşkınların gösterebileceği özel bir güçtü. Bir tür kutsama, iyi niyet veya ödül göstergesiydi. Kişiye doğrudan faydaları olmasa da iç alemleri üzerinde çok faydalı etkileri vardı. Efendinin bahşettiği iki keramet ile Adem’in iç alemi, kesinlikle çok daha kararlı olacaktı.
Etrafında dönen 99 hiçlik halkası, üzerinde ve altında yoğunlaşan cennet ve cehennem görüntüleri ile aşkın bir varlık gibi görünüyordu…
El, Adem’e dikkatlice baktığında sanki bir şey hatırlıyor gibiydi. Sonra yüzünde şaşırmış bir ifadeyle, “Efendi?” diyebildi. Sonra da mırıldandı, “Garip, Adem’in şu anki görüntüsü, efendinin suretine benziyor…”
Dürüst olmak gerekirse El bile Efendinin görüntüsünü doğrudan görmemişti. İletişim kurduklarında, son derece uzaktan, puslu ve belirsiz bir görüntü alıyordu. Cennet ve cehennem manzaraları ile hiçliğin gücü tarafından kat kat örtülmüş bir siluet görüyordu. Tıpkı şu anda Adem’in göründüğü gibi…
El tekrar düşündü: “Efendi, Adem’i halifesi olarak yetiştirmek istiyor olabilir mi?”
Fakat daha derin tefekkürlere dalamadan, büyük bir gümbürtü koptu ve her yer sallanmaya başladı. Bir kıyamet sahnesi gibiydi.
Sonraki anda, devasa bir yılanın görüntüsü Adem’in etrafında belirdi. Gerçek bir varlık değil, bir kerametti. Çift başlı bu dev yılanın iki ağzı sonuna kadar açıktı. Sanki yılandan çok, avını yutmak için ağzı açık bekleyen pusudaki bir timsah gibiydi. Ağızlardan birinin içinde sonsuz güzellikte saraylar, bahçeler, güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler varken; diğerinde azgın ateşler, işkenceci mahluklar ve korkunç yılanlar vardı.
“İblis İkilik! Biri iki gösteren şeytan!”
El, bu kerameti hangi aşkın varlığın gönderdiğini hemen anladı. Korkunç bir aşkın şeytandı. Bencilliğin mucidi. Kendi alemini, diğer tüm kâinattan ayrı düşünen bir yolun temsilcisi…
Daha da şok edici olan şeyse işlerin burada durmamasıydı. Başka kerametler bir bir ortaya çıkıyor ve Adem’in etrafında yerini alıyordu. Bu aşkın varlıklar, Adem’in Araf’ıyla çok ilgileniyor olmalıydılar. Zira aşkın bir varlık, bir keramet bahşettiğinde, o kişinin iç alemine de karışabilirdi.
Önce sessizce dönen dipsiz, karanlık bir uçurum belirdi ve Adem’in aşağısında bir yerlere yerleşti. Sessizce dönüyor ve misafirlerini bekliyordu.
Sonra Adem’in arkasındaki boşluk bir fermuar gibi açıldı ve korkunç, kanlı bir göz belirdi. O da sadece bir kerametti ama bakanları ürpertiyordu.
Daha sonra şaşırtıcı şekilde Adem’in daha önce geçtiği kadim labirent, bir keramet olarak belirdi. Diğerleri onun ne olduğunu bilmiyordu ama El, efendiyle arası iyi olan, bir başka aşkın varlığın kerameti olduğunu biliyordu.
Adem’in kafası üzerinde kadim bir yapı yavaş yavaş belirdi. Antik çağlardan kalma bir tapınağı andırıyordu.
Daha sonra sayısız kadim kitabın bulunduğu, gizemli bir kütüphane belirdi.
Bazı piramit benzeri yapılar, kerametler olarak ortaya çıktı.
Garip, metalik bir obje de keramet olarak belirdi. Cızırtılı, metalik seslerle dönüyordu.
Sonra da dev bir heykel Adem’in önünde belirdi ve gittikçe büyüdü. Sanki Âdem tarafından tapınılmak istiyor gibiydi.
“Bin Tanrı Heykeli!” El, bu kerameti de tanımıştı. Kendisine Bin Tanrılı Aşkın diyen, bir aşkın varlığın kerametiydi. Çok geçmeden arkasında daha küçük heykelcikler belirdi ve Adem’in etrafını sardı. Bunlar da Bin Tanrılı Aşkın’ın takipçisi olan diğer aşkın varlıklara aitti. Aralarında üçü diğerlerinden daha büyüktü.
Onlar sırasıyla Otorite, Güç ve Para idi. Onlar tarafından cezp edilenlerin vay haline…
El, daha sonra beliren kerametlerin birçoğunu tanıyamıyordu. Yüzlercesi belirmeye devam etti. Bir bakışta, binden fazla keramet var gibiydi. Hayali bulutlardan oluşan bir deniz gibi, Adem’in etrafını sarmışlardı. Gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı.
El son derece şaşkın hissediyor ve ortamda beliren tüm bu kerametler yüzünden nefes alması güçleşiyordu. Her bir keramet, bir aşkın varlığın dikkatinin küçük bir kısmını, bu köşeye yönlendirdiğini gösteriyordu. Bu da büyüklüğü sonsuz kabul edilen astral denizde, olağanüstü bir durumdu.
El, bugün gördüklerini görmese, astral denizde bu kadar çok aşkın varlık olduğuna asla inanmazdı. Buraya yönelen bu kadar çok aşkın ile burası şu anda astral denizin en güvenli yeri sayılabilirdi.
Ama bu o kadar da güzel bir şey değildi. Zira bu kerametlerin hepsi iyiye işaret değil, aralarında son derece kötü niyetler barındıranlar vardı. Diğer taraftan iyiydi çünkü, Adem’in iç alemi daha önce hiç görülmemiş büyüklükte bir Araf olabilirdi.
“Neyse ki Efendi önce davrandı ve kerametleri Adem’e en yakın konumlandı. Fakat efendiden hemen sonra harekete geçen İblis İkilik, biraz şüpheli. Sanki diğerlerinden önce zaten buraya bakıyormuş gibi…”
Aradan biraz daha süre geçtiğinde Âdem artık 17-18 yaşlarında bir genç gibi görünüyordu. Yaydığı uhrevi hava ile göksel bir varlık gibi orada dursa da yaydığı ışık dışında, bir varlığı yok gibiydi. Ona bakanlar gerçekten orada mı diye iki kez bakmak zorunda kalırdı. Sanki hiçlikle bir olmuş, varlığı her şeyi kapsamış gibiydi.
Âdem bazen sol omzundan geriye bakar ve üzgün bir ifade takınırdı. Çünkü orda kötü insanları görürdü. Zaman zaman da sağ omzundan geriye bakar ve tebessüm ederdi. Orda da iyi insanları görürdü.
Genelde de ışıltılı gözleriyle ileriye bakıyor, sanki aşkın varlıkların sırlarını araştırıyor gibiydi. Zaman zaman Adem’in ışıltılı bedeninden küçük ışık zerreleri yükselirdi. Bunlar ateşten uzaklaşınca sönüp kaybolacak kıvılcımlar gibiydi. Lakin kendi bilinç ve iradeleri var gibi çok çekingen ve ihtiyatlı davranıyorlardı. Sanki önlerindeki sonsuzlukta, ileriye götürecek bir yol arıyorlar gibiydi.
Âdem, kendi ateşinden doğan bu kıvılcımların sönmesine izin vermiyordu. Her seferinde yükselen kıvılcımları, bedeninden doğan ışıklarla nazikçe sarar ve ışıklarını, onları hedeflerine ulaştıracak ışık tünellerine dönüştürürdü. Kıvılcımların parlak ya da kara olması fark etmezdi. Böylece hepsi zarar görmeden kendi yollarını bulabilirdi.
Kendi iradeleri olan bu kıvılcımlar, Adem’in etrafındaki sayısız keramete giderler ve geri gelirlerdi. Oralarda çeşitli mükâfatlar veya cezalar alırlardı. Bazıları büyük sırlara vakıf olur, bazıları ise dipsiz kuyulara düşerdi. Kim bilir belki de bir gün, bazıları gerçekten araftan kurtulabilir ve astral denizde kendi başlarına var olabilirlerdi…
…
Bir an Adem’in arkasındaki boşlukta, yeşil bir ışık parladı. Işık ilk başta küçük ve zayıftı. Lakin giderek güçlendi. Bu nedenle uzaklardan buraya gelen bir şey mi, yoksa orada beliren bir şey mi olduğunu söylemek zordu. Ortamda gizemli sesler duyulmaya başlandı ve sanki zaman daha bir ahenkli akmaya başladı.
Yeşil ışık belirginleştiğinde, onun devasa bir kulenin tepesinde yayan, ebedi bir yeşil alev olduğu görüldü. Yapı devasa bir deniz fenerine benziyordu. Ateş, zamanın aleviydi. Zamana yol gösteren deniz feneri…
“Zümrüt Kral!”
Zümrüt Kral, astral denizin belki de en ünlü Aşkınlarından biriydi. Astral denizde, zamanın efendisiydi. Yeşil fener öylesine gerçekçi ve ihtişamlıydı ki kimse onun sadece bir keramet mi yoksa gerçek mi olduğunu söyleyemezdi. Yeşil fenerin, yeşil ışıkları öyle bir parlıyordu ki sanki tüm astral denizi aydınlatabilirdi.
Bu ışıklar, kuleden uzaklaşınca sayısız zincire dönüşüyor ve boşluğun içinde kayboluyordu. Kimse o zincirlerin neyi tuttuğunu bilmiyordu. Bir rivayete göre o zincirler astral denizdeki tüm kaliteli Araflara bağlanıyor ve oralardaki zamanı düzenliyordu.
Kule hızla geldi ve Adem’in yakınlarında yavaşladı. Zamanın yeşil ışıkları, onu adeta kutsuyor gibi aydınlattı. Işıklar birleşti ve ucunda değerli bir mücevher olması gereken zarif bir zincire dönüştü. Zincir, Adem’in bedenine ulaştı ve içinde bir yerlere tutundu…
Deniz feneri daha sonra ağır ağır yoluna devam etmeye başlamıştı ki fazla uzaklaşmadan boşlukta bir yeri aydınlatarak duraksadı.
Kimse o boşlukta ne olduğunu göremedi…
Kısa bir duraksamadan sonra Zümrüt Kral’ın zaman kulesi, yolculuğuna devam etti.
El, şimdi Adem’in tamamlandığını hissetti. Astral denizin neredeyse tüm Aşkınları, ona dikkat etmişti.
Fakat boşlukta dururken şok edici başka bir olay daha oldu…
Adem’in üzerinde, tüm gökleri içine alan devasa bir el göründü. El açıktı ve Adem’in üzerinde sanki onu korumak istiyor gibi durmuştu. Hafif mavimsi, tüm renklerin içinde yüzdüğü devasa bir eldi. Bu elin sahibi isterse tüm gökleri avucu içine alabilir gibiydi.
El, uzun bir süre bu devasa ele baktı. İlk defa yüreğinde bir korku duydu. Zira Adem’in etrafındaki kerametler bile titremeye başlamıştı.
Çünkü bu ele, “Semanın Eli” denirdi. Rivayete göre Semavi bir varlığın işaretiydi. Fakat semavi varlıklar, diğerlerinin işine neredeyse hiç karışmazdı.
Sadece Âdem korkmadı. Sadece tebessümü derinleşti ve kalbini bir huzur kapladı.
Hiç olmak için çıktığı yol, onu daha nerelere götürecekti…
[Akaşık dede, bu kişi kim? Bizi tanıştırmayacak mısın?]
Aa doğru! Onu sen de hissedebilirsin. Senin için tarif etmeme izin ver. Böylece onu görebilir ve duyabilirsin…
Bu kişi, az önce ışığıyla bizi aydınlatan deniz fenerinin efendisi Zümrüt Kral. Kendisi zamanla ilgilenir…
Sana; zümrüt yeşili gözleri, beyaz sakalı ve siyah saçları ile orta yaşlı bir adam gibi görünmeli. Ona bir kraliyet havası katan sade giysiler giyiyor ve başında, çift boynuzlu gümüş bir miğfer var.
Işıkla geldi ve ışıkla gidecek…
“Akaşık dede, zamansal dalgalanmaya dikkat etmeseydim az daha sizi göremeyecektim. Ne yazık ki şimdi gerçek benliğimle gelemiyorum. Zamanın arkasında ya da önünde durmam gerekiyor…” Derin ama nazik bir sesi vardı.
Önemli değil… Senin de yapacak işlerin var.
“Bu…?” Zümrüt Kral, seni tanımak istiyor.
Bu küçük, Hiper Tale. Önemli birisi değil. Ona sadece bazı hikayeler anlatıyorum ve etrafı gezdiriyorum.
“Ah! Demek öyle.” Zümrüt Kral, Adem’e bir bakış atıyor ve gözlerinde nostaljik bir ifade beliriyor. Hemen kendini topluyor ve onurlu ifadesini geri kazanıyor. “Peki ya benim hikâyemi henüz anlattın mı, Akaşık dede?”
Ah, nerde… Anlatmak isterim ama bu mankafa şimdi anlamaz. Şimdilik temel bilgilerden başlıyoruz, sonra derinleşeceğiz. Ama aklımda. Senin hikayeni bir gün kesinlikle anlatacağım…
“Pekâlâ o zaman. O günü bekleyeceğim. Peki ya diğer arkadaş kim? Tabii olduğu zaman çok garip, anlayışımın ötesinde gibi…”
Onu şimdilik karıştırma. Henüz zamanı gelmedi…
“O zaman, geçmişte ya da gelecekte bir gün tekrar görüşelim…”
Deniz feneri, sonsuz astral denizde yolculuğuna devam ederken, önümüzdeki Zümrüt Kral’da yavaşça silikleşti ve kayboldu.
[Akaşık dede, bahsettiği diğer kişi kim? İkimizin dışında başkası yok ki…]
Onu şimdilik karıştırma. Henüz zamanı gelmedi…
Hadi, beni yakından takip et. Sakın kaybolma ha! Çünkü şimdi Adem’in iç alemine doğru, uzun bir yolculuğa çıkacağız…