3470 kelime
Uçsuz bucaksız bozkırlara açılan devasa kapıdan, gök yeleli ve gümüş sırtlı, heybetli bir atın üzerinde, beyaz kıyafetler giymiş, ak saçlı ve gri gözlü, yaşlı bir adam çıktı.
At, süt beyazı bir ateşle alev alev yanıyordu ama üzerindeki insana zarar vermiyor gibi görünüyordu. Asil aurası, ona bakan canlılara yaklaşılmaz yüksek bir hava verirken aynı zamanda da kalpleri huşu ile dolduruyordu. Belki de en etkileyici olan; alnında büyümüş gümüş bir mızrak gibi olan tek boynuzu değil, onun hiç çaba harcamadan boşluğa basıyor oluşuydu. O bir “kutsal tek boynuzlu” at idi. Bir de üstüne gökyüzünü süsleyen yıldızlar gibi yeleleri onun kraliyet sınıfı olduğunu söylüyordu ki bu daha da nadir bir durumdu…
Ata binen yaşlı adam ise dingin bir okyanus gibiydi. İlk bakışta özel bir şey göze çarpmazdı. Ama ne kadar dikkatli bakarsanız o kadar içine çekileceğiniz, dipsiz bir kuyu gibiydi. Eski gözlerinden ve beyazlamış sakallarından yaşlı olduğu anlaşılsa da yaydığı auraya bakıldığında bin yıllık heybetli bir çınar gibi yıkılmaya niyeti yoktu. Bir bebek gibi pembe ve canlı cildi üzerine, çeşitli hayvan motifleriyle süslenmiş ak kıyafetler giyiyordu. Cübbesi, ipeksi bir beyaz hayvan derisinden yapılmışa benziyor ve ona kutsal bir hava katıyordu. Boynunda gümüş bir zincir ve ucunda yakut rengi bir taş asılıydı. Bu taşa “Yada taşı” deniyordu. Taş, tam da yaşlı adamın kalbi üzerinde asılıydı. Belli ki bazı sırlar içeriyordu. Basit değildi…
Son derece garip, birbiri içine dönen, gümüş gri gözleri vardı. O gözler yeri ve göğü delip geçiyor ve sanki cennetin sırlarını görüyor gibiydi. Göklere baktı. Uçsuz bucaksız mavilikler ve ağır ağır kayan beyaz bulutlar görülüyordu. Ama o sanki göklerin ardına gizlenmiş Havva ve Adem’in siluetlerine bakıyor gibiydi…
“Şüphesiz gökyüzün ötesinde gökyüzü var…” Sessizce mırıldandı. “17 göğün ötesine çağırılmayı beklemiyordum…”
Atını dörtnala bulutlara sürdü ve manzaraya baktı.
Atı bulutların arasında dörtnala koştu ve şaha kalktı. İşaret parmağını göğe dikti ve “Gök Tengri bizi çağırdığına göre korumasını budunumuzdan eksik etmeyecektir!” dedi, gözlerinde parlayan sarsılmaz bir inançla.
Boynunda asılı taşı okşadı ve ellerini havaya kaldırdı. Bunu yaptığında avucunda altın gibi parlayan, hayvan derilerinden yapılmış küçük bir davul göründü.
Bam! Bam! BamBam!…
Buraya gelirken kullandığı devasa kapının önünde durdu ve davulu çalmaya başladı…
“Gökler ağlasın. Gök Tengri ağıtımıza şahit olsun. Sesimiz düşmanı korkutsun…
Gökler ağlasın. Gelişimiz toz kaldırmasın. Düşmanı uyandırmasın…”
“…”
Davulun sesine, sakin ama derin bir ağıt eşlik etti. Ağıt karşısında gökler inleme başladı. Sanki davula değil, göklerin kendisine vuruyordu. Kırgın, üzgün, yalnız ama boyun eğmez bir hava ortamı kuşattı. Uçsuz bucaksız bozkırın üzerinde gökler, gelenler için yas tutuyordu.
Savaşçılar göklerin yası altında arkasındaki kapıdan birer birer çıkmaya başladı. Hepsi bir ıssızlık havası ile karşılansa da bu onlar için öne çıkmak demekti. Yılmak yerine daha bir şevkle dolmaya başladılar.
Göklere basan ve bastığı her yerde bulutların ayağının altına halı olduğu, gök zırhlı bir savaşçı kapıdan çıktı. Gözleri içinde sayısız gökler katlanmış gibiydi. Kutsal ata binen yaşlıya baktı ve selam verdi.
“Selam olsun sana Ulu Kam! Babam Gök Tengri’nin habercisi…” Sonra uzaklara baktı ve mırıldandı. “Vakit geldi demek…”
Ulu Kam, kapıdan geçen ilk kişiye saygıyla baktı ve “Sana da selam olsun 17 göğün hâkimi, hanların hanı Kayra Han!” dedi.
Daha sonra kapıda devasa bir gölge parladı ama kapıdan geçen kimse görünmedi. Kayra Han bir an için gözünü uzaklardan alıp sessizce derin yerlere karışıp giden uğursuzluğa baktı. “Demek o da geldi. Onun gücüne ihtiyacımız olacaksa, bu savaşta Gök Tengri hepimize yardım etsin.”
Daha sonra biri dişi, beş figür Kayra Han’ın arkasında belirdi ve onu selamladılar. Kayra Han, aralarından en büyüğüne baktı ve “Ülgen, 16. gök ve altı senin idarende. Kardeşlerinle birlikte tüm tengrilerin ve iyelerin kapıdan geçişinden siz sorumlusunuz.” dedi.
Ülgen, dik ve yılmaz bir savaşçı gibi görünüyordu. Ak bir ata biner ve gök zırh kuşanırdı. ” Emredersin Yüce Han!” Dedi ve kardeşleriyle birlikte gitmek için döndü.
Kayra Han, yanına çağırdığı tek dişiye seslendi ve “Umay Ana sen benimle kal ve Ulu Kam’a eşlik et.” dedi.
Umay, ak bir kıyafet içinde genç ve güzel bir kadın gibi görünüyordu. Yerlere kadar uzamış, parlayan gümüş rengi saçları vardı. Son derece güçlü bir varlıktı. Doğum ve ölüm üzerinde anlayışı vardı.
Kayra Han önderliğinde Ülgen, Umay, Kızağan, Mergen ve kendini yeraltında gizlemeyi seven Erlik gelmişti. Göklerin Hâkimi, Gök Tengri’nin oğlu Kayra Han, doğumun ve ölümün habercisi Umay ana, kâhin ve şamanların en yücesi Ulu Kam’a katıldı.
Ülgen yılmaz bir savaşçıydı. Kızağan ise yüce komutandı. Kızıl saçları ile elinde gökkuşağı gibi heybetli asası vardı. Bineği kızıl yularlı, kızıl bir buğra idi. Orduları yönetmekte ondan iyisi yoktu. Mergen ise aklıyla ünlü tengriydi. Kardeşlerine akıl vermekle görevliydi.
Onların önderliğinde kapıdan pek çok tanıdık ve zamanla unutulmuş figür çıktı. Hepsi tengriler, efsanevi yaratıklar ve korkutucu ruhlar olan iyelerden oluşuyordu…
…
Roaarrrrr!!!
Daha sonra yedi ejderhanın aynı anda kükrediğini duydular. Kükremenin sahibi daha kapıdan geçmeden bile bu dünyayı sallamaya yetmişti. Ardından tüm heybetiyle her biri ötekinden korkunç, yedi ejderha kafası kapıda belirdi. Ardından zarif görünümlü yedi uzun boyun, sonra da çelik gibi ölçeklerle kaplı, koca bir dağ gibi olan gövdesi kapıdan geçebildi.
En son, yedi başına denk gelen yedi kuyruğu kapıdan çıktı. Bu korkunç şiddetli ve aşırı büyük ejderhanın kapıdan geçişi bile uzun zaman almıştı. Başka kimse, bu canavarla birlikte kapıdan geçmek istemediği için herkes beklemek zorunda kalmıştı.
O şüphesiz dehşetli Tiamat idi. Ejderha Kraliçe. Tanrıların Katili. Kaderin bekçisi…
Tiamat’ın hemen arkasından onun sayısız çocuğu ve muhafızı geldi. Birlikte yerleri ve gökleri işgal etmişlerdi. Bazıları heybetli ejderhalar benziyor ve bakanlara korku salıyordu. Bazıları son derece güzel insansı varlıklarken, diğerleri yakışıklı hayvanlara benziyor ve birlikte pitoresk bir manzara oluşturuyorlardı. Bazıları da bakılmaya dayanılmaz, iğrenç grotesk canavarlardı. Onları görenler bakmaya dayanamadı ve çocuklar böylesine iğrenç doğduysa, babalarını düşünmek bile istemediler. Ejderhalar şehvetleriyle ünlüydüler ama Tiamat’ın güç için kimlerle çiftleştiğini akılları almadı…
Daha sonra büyük, üçgen tapınaklara benzeyen, devasa piramitler bir bir kapıdan geçti ve havada durdular. Bu tapınaklar son derece ihtişamlı ve yüksek teknoloji ürünüydüler. Binlerce kattan, kapalı ve açık alanlardan oluşuyorlardı. Merdivenleri içeride değil, dış tarafta, en alttan en tepeye doğru uzanıyordu.
Yüzlerce tapınak vardı ama aralarında 3 tanesi özellikle ihtişamlıydı. Bu ihtişamlı tapınakların en tepesine, üzerine heybetli kimselerin oturduğu altın tahtlar yerleştirilmişti. Diğerleri kristal merdivenlerde huşu içinde duruyordu. Bu kişiler belki de diğerleri arasında en kibirli olanları idi. Belki de onları görenlerin düşüneceği ilk şey “Tanrılar böyle görünmeli” olurdu.
Beş metreden yirmi metreye değişen devasa boyları ve altın gibi parlayan sarı ciltleri ve saçları vardı. Delici gözlerinden hiçbir şey kaçamaz gibi gururla duruyorlardı. Üzerlerinde altın işlemeli, beyaz ipeklerden oluşan sade kıyafetler vardı.
En ihtişamlı üç tapınaktan birinin tepesinde oturan, bilge bir krala benziyordu. Elinde gökkuşağının tüm renklerini barındıran bir asası vardı. Belki de en büyük ve ihtişamlı tapınak olan diğerine baktı ve konuştu. “İlkel denizde bize yol gösteren ve İlahi Savaş Alanı’na başarıyla ulaştıran Tanrıların Kralı Enlil’i tebrik ediyorum. Gücünüz ve kudretiniz babanızı bile geçti.” İltifat ederek kralı olarak tanıdığı kişi, ondan çok daha genç, hatta çocuksu bir görünümü olan kişiydi.
Bu kişi bir çocuk gibi görünebilirdi ama gücü ve otoritesi tartışma götürmezdi. Orada tüm heybetiyle oturuyor, gözleri uzaklara, karşı kıyıda toplanan düşmanlara bakıyordu. Sanki havanın kendisi görüşünü açmak için önünde açılıyor gibiydi.
Derken duyanlara huşu veren bir ses duyuldu. Bu ses son derece nazik ama karşı konulamaz bir çekicilik yayıyordu. “He hehe… Kralımız çok yaşa!” diyerek kollarını kaldıran ve gülen kişi, sonuncu büyük tapınağın tahtında oturan eşsiz bir kadın gibi görünüyordu.
Bu kadının sesi ve görünümü, ona bakan tüm erkeklerin kalbini çalabilecek bir huri gibiydi.
Yirmi metrelik boyunu, altın gibi parlayan cildini görmezden gelirseniz, son derece güzel bir kadın olduğunu düşünürdünüz. Sade kıyafetlerinden eşsiz bir aura taşıyordu. O hiçbir erkeğin hayır diyemeyeceği aşk, bereket ve savaş tanrıçası İnanna’dan başkası değildi.
İnanna’nın sesiyle dikkati de çekilen Enlil, “Kölelerimizin, ölümlü krallarını övmesi gibi konuştun.” diyerek rahatsızlığını dile getirdi. Ne kadar güçlü olursa olsun, kendisine Tanrıların Tanrısı veya göklerin hâkimi bile dese, hala bir erkek olduğunun ona hatırlatılmasından rahatsızdı.
Sonra elinde bulutlardan ve yıldırmalardan bir asa yoğunlaşırken ayağa kalktı.
Kadın dudaklarını büzdü ama hiç üzülmüşe benzemiyordu. “Her zaman böyle ciddi…” diye düşünürken, o da diğerleriyle birlikte ayağa kalktı.
Enlil, minyon bedeniyle ayakta dururken, elinde tuttuğu asasını yere vurdu. Sanki tüm gökler kavrayışında gibi, otoriterdi ve baskındı.
“Bilinmeyen topraklara babamız Anu tarafından çağırıldık. Az önce düşmana göz attım ve zorlu bir savaş bizi bekliyor gibi görünüyor. Babamız Anu ve anamız Ki yardımcımız olsun. Dağılın ve emirlerimi bekleyin…” Sesinden öyle bir heybet taşıyordu ki o sesin o bedenden çıktığına inanmak güçtü. Sanki o beden sadece bir görüntüydü de ses göklerden üzerlerine iniyor gibiydi.
Daha sonra Enlil ve İnanna diğerleriyle birlikte dağıldı. Enki de onları takip etti ama ayrılmadan hemen önce kapıda beliren karaltılara gözü ilişti. Bilge gözlerinden ve keskin aklından hiçbir detay kaçamaz gibiydi. “İlginç… Anu’nun kudretine gerçekten de akıl sır ermez. Torunlar ile atalar birlikte savaşacak demek…”
…
Karaltılar yavaş ve ağır bir şekilde kapıda belirmeye başladı. Önceki heybetli tapınaklara benzeyen ama onlara göre minyatür kalan piramitlerdi bunlar. Üstelik bunlar uçmak yerine, sırtları kamçı yaralarıyla dolu heybetli devler tarafından taşınıyorlardı.
Piramitlerin üzerinde sayısız hayvan başlı garip insan vardı. Ama her biri şüphesiz güçlü varlıklardı.
Ağır ağır ilerleyen piramitlerin arasından dev bir kaz ve koçun çektiği, altın bir araba gökyüzüne ulaştı. Üzerine kartal başlı ve insan gövdeli, güçlü bir varlık vardı. Başının üzerinde dönen minyatür bir güneş, ona doğrudan bakmayı imkânsız kılıyordu. O Tanrıların Kralı Amon-Ra idi. Piramitlerin üzerinde uçtu ve aşağıdaki tüm diğer tanrılar ona boyun eğdi.
“ilahi Savaş Alanı… Nun’un rahmine geri döndük. Tekrar doğmak için…”
Kartal gözleri savaş alanını taradı ve gördükleri karşısında hayrete düştü!
Bin bir çeşit savaşçı, yaratık ve ruh kapıdan çıkmaya devam etti…
…
Büyük bir dağ belirdi. Dağın yamaçları korkusuz savaşçılar ve efsanevi kahramanlar ile doluydu. Dağın tepesi ise bulutların üzerinde, beyaz bir denizde yol alıyor gibi görünen muhteşem bir tapınaktı. Bu tapınakta 12 devasa taş taht vardı ve üzerinde ürkütücü auralarıyla 12 tanrı dinleniyordu.
Şüphesiz bu dağ Olympos Dağı idi. Ve tapınakta Olympos Tapınağı. Tapınaktaki en büyük tahtın sahibi elinde şimşeklerden dövülmüş bir yaba tutan Zeus’tu.
Zeus uzaklara baktı ve yanındaki kardeşleri Hades ve Poseidon ile göz göze geldi. Sanki zor bir karar veriyorlar gibiydi.
Zeus derin bir iç çekti ve karanlıklar içinde oturan Hades’e döndü. “Tartaros’un girişini yanımıza almakla iyi ettik. Hades, dağın dibine in ve işaretimi bekle… Babamız Kronos’la birlikte diğer titanları son savaş için serbest bırakmak zorunda kalabiliriz…”
Hades kaşlarını çattı. “Çok uzun zaman oldu. Korkarım düşmanlar yerine bize saldıracaklar.” diye endişesini dile getirdi.
Zeus büyük bir öfkeyle ayağa fırladı ve elindeki asasını yere sapladı. Tapınağın yıkılmaz temeli çatladı, tüm Olympos Dağı titredi. Göklerde kara bulutlar toplanmaya başladı.
“Bu sefer değil…” dedi. Önündeki göklere bakarken, “Bu kutsal savaşta, onlar bile kendi canlarının derdine düşmek zorunda kalacak!” dediğinde herkes, omurgalarından aşağı bir ürpertinin indiğini hissetti.
Kudretli Zeus bile böyle konuşuyorsa, tam olarak nereye çağırılmışlardı böyle? …
…
Heybetli dağ manzara içinde yavaş yavaş uzaklaşırken kapıda yeni figürler belirmeye devam etti.
Bunlar, sanki bulutlardan bir denizde yüzüyormuş gibi ilerleyen sade ama ihtişamlı, altın kayıklara benzeyen gemilerdi. Bu gemiler yavaş yavaş boşlukta yüzüyor ve ilerlerken etraflarında, sakin akan bir nehrin akıntıları gibi bulutlar oluşup kayboluyordu.
Her bir gemi, eşsiz yazıtlar ve şekillerle süslenmiş, baş ve kıç kısımlarında ise ağızlarından ateşler püsküren ejderha oymaları vardı.
Geçitten ilk etapta biri önde diğer ikisi arkada üç gemi çıktı. Arkalarından ise yüzlercesi, binlercesi… Her gemide de binlerce savaşçı kürek çekiyordu.
En öndeki geminin pruvasında altın zırhlar içinde, elinde altın bir mızrakla ayakta duran, yaşlı ama heybetli bir figür vardı. Bir gözü kördü. Omzunda bir kartal tünemişti. Kartalın üstünde de bir karga. Lekesiz beyaz sakalları, geniş göğsünü örtmüş, yüzüne geniş bir gülümseme yerleşmişti.
“Ha Ha Ha!!!” Elindeki mızrağı yere vurdu ve derinden üç kere kahkaha attı. Yüzü heyecandan kızarmış gibi kıpkırmızıydı.
“Size dememiş miydim? Yggdrasil bizi çağırıyor diye… Bakın bizi 9 diyarın ötesine getirdi! Ha ha ha!”
Yaşlı adamın hemen arkasındaki iki gemini pruvasından şaşkın şaşkın etrafa bakan iki kişi aynı anda cevapladı: “Yüce Babamız bilgedir.”
Yüce baba şüphesiz Odin’di. Hemen arkasındaki iki kişi ise Thor ve Loki’den başkası değildi.
Odin neşesini bastırdı ve uzaklara baktı. İçeriye akın eden milyonların gürültüsü olsa da ortam onun için sessizdi. Tıpkı fırtına öncesi sessizlik gibi. Ama ne fırtına… Kasırga demek daha doğru olurdu. Bu havayı sevdim diye düşündü içinden Odin.
Mızrağını kaldırdı ve bağırdı: “Neşelenin 9 diyarın fatihleri! Asgard’ın şanlı ordusu! Onuncu diyar bize kapılarını açtı. Hadi onu hayal kırıklığına uğratmayalım. Gün düğün günü, gün savaş günü!!!”
“HAAAAAA!”
Odin’in arkasından gelen binlerce asker hep birden silahlarını kaldırırken bağırdı. Sesleri yeri göğü inletiyordu.
Thor, çekicini kaldırmış ve yıldırımları çağırmıştı. Loki, bıçaklarını hazırlamıştı. Onlar savaş için doğmuş, savaş için ölmeye hazırdırlar.
Derken en arkadaki geminin pruvasında ayakta bir dağ gibi sakin ve gözleri kapalı, altın zırhlı bir savaşçı daha vardı. Sanki hiçbir şey konsantrasyonunu bozamaz, onu görevinden alıkoyamaz gibiydi. O Heimdall idi.
Heimdall bir anda boş ama engel tanımaz gözlerini açtı. Dev cüssesinden inanılmaz bir savaş niyeti yükseldi ve gökleri doldurdu.
“Ha!”
Bir savaş narasıyla, sırtındaki kılıcını havaya kaldırdı ve gemisindeki özel bir bölmeye şiddetle sapladı. Bunu yapmasıyla birlikte, sarsılmaz cüssesini titreten muazzam bir baskıya dayanmak zorunda kalmıştı. Altın renkli gemisi, güneş gibi parlamaya başladı.
Bir anda arkasında kürek çeken binlerce savaşçı da ayaklandı ve onunla aynı şeyi yaparak, kılıçlarını sapladılar. Yükü paylaşıyorlardı. Onlar kadim Gökkuşağı Köprüsü’nün muhafızlarıydı.
Heimdall dişlerini sıkarken, şiddetle bağırdı: “Gökkuşağı köprüsü açıl!”
Güneş gibi parlayan geminin üzerine bir anda gökkuşağı parladı. Sanki bir efsane gerçek oluyor gibiydi!
Uzaktan bakıldığında gemi altın bir kazana benziyor, üzerindeki binlerce altın zırhlı asker ise altın paralara benziyordu. Gökkuşağının da belirmesiyle, sanki gökkuşağının sonundaki hazine efsanesini andırıyordu…
Uzak bir tepede, pelerinler giymiş, yanında süpürgeler ve elinde değneklerle tedirgin bir şekilde duran küçük bir gurup vardı.
“Bu-bu-bu efsane gerçek miymiş?” diye sordu, gözlüklü bir genç ve sarışın bir kadının ortasında duran kekeme genç.
“Tsh!” Sarışın kız hemen bir tane patlattı kafasına ve ” Dikkatli baksana aptal! Bir şey çağırıyorlar…” dedi bilge bir edayla. Sonra da diğer gözlüklü çocuğun bakışlarını takip etti. Biraz uzakta siyah pelerinler içindeki burunsuz bir tipe bakıyordu.
Düşüncelerini okumuş gibi “Kafana takma… Onu zaten öldürdün…” dedi.
Gözlüklü çocuk bakışlarını geri aldı ve başını salladı. “Biliyorum. Sadece, kaç kere öldürsek de kötülük gerçekten ölmez değil mi?”
“Huuuaaarrrr!”
Onlar konuşurken büyük bir ses duyuldu ve gökkuşağının renkleri altında kapıdan devasa karaltılar çıkmaya başladı.
Kapıdan çıkan sayısız varlık, bu yürüyen dağlar tarafından ezilmemek için sağa sola kaçışmaya başladılar.
Bir anda kapıda beliren sayısız dev herkesi şaşırtmaya yetmişti. Bu devler diğer dev türlerinden tamamen başka seviyedeydiler. Onlar devlerden çok sadece masallarda duydukları eski, kadim tanrılara benziyordu. Gökleri delen kilometrelerce uzunluktaki boyları, dağları kıskandırıyordu.
Odin, arkasını döndü ve Heimdall’a övgü dolu bir bakış attı. Gerçekten başarmıştı.
Heimdall da Odin’e baktı ve her şey yolunda der gibi başını salladı. Devler kapıdan birbiri ardına gelmeye devam etti. Sadece yüzü geçtiklerinde Heimdall düştü. Sınırına dayanmıştı ve köprüyü daha fazla tutamadı. Dokuz diyarın en güçlü 100 devini buraya getirmek zaten onun sınırıydı.
Thor çekici Mjolnir’i şiddetle çevirdi ve bir gök gürültüsü ile devlerin üzerindeki göklerde, topladığı kara bulutların altında heybetle durdu. Gözü devlerin üzerindeydi. Birisi bir şey denemeye kalkarsa, çekici kafasına indirecek gibi duruyordu.
Devler ne kadar korkunç olsa da Thor’un baskısı altında, Heimdall’ın gemisini usulca takip etmeye başladılar.
…
Uzaklardaki kadim bir ağacın gövdesine, çelik bir halat saplandı önce. Sonra bir buhar tıslamasıyla, renkli gözlü bir çocuk belirdi. Üzerinde resmi bir üniforma ve garip bir teçhizat taşıyordu.
Korkunç devleri gördüğünde gözleri büyük bir korkuyla genişledi. Farkında olmadan elini ağzına götürmüş, ısırmaya hazırlanıyor gibiydi.
“EREN!” diye bir kızın çığlığı duyuldu hemen.
Sonra pek çok çelik halat, diğer ağaçlara saplandı ve onun gibi üniformalar giymiş sayısız asker, etrafında belirdi.
Kız, gencin yanına koştu ve elini tuttu.” Daha değil…” Onu sakinleştirdi ve havada çekiçle duran garip adama baktı. “Çekici yemek istemiyorsan daha değil” dedi.
Bir anda ağaçların altında birbirini çekiştiren iki kişi gördüler. Birisi garip görünüşlü bir çeşit makina gibiydi. Diğer ise tuhaf bir kostüm giymiş, kel bir adamdı…
“Eh… Genos dur! Beni nereye itekliyorsun. Şu dev az daha üzerime basıyordu. O canavara haddini bildirmem lazım…”
“Usta! Sakin olmamız lazım. Parametrelerim çılgına döndü. Burda etrafı karıştırmasak iyi olur. Biz indirime girmiş bir market bulup sakinleşelim önce…”
“Eh? İndirim marketi mi? O olur bak.”
Ouhhh!
Garip bir canavarın nefes alışverişiyle, üzerlerinde bir gölge belirdi.
“Oradaki kel kardeş! Bir dakika bekle…” Beyaz tüyleri, kocaman başı ve kuyruğu ile garip canavarın üzerinden birisi atladı…
Garip kostümlü kelin gözleri karardı ve alnında sayısız kırışıklık belirdi. En çok “kel” kelimesinden nefret ediyordu.
“Eh? Sen de keltoşsun! Bir de keline dövme mi yaptırdın?”
Ucan canavarın üzerinden atlayan kişinin de kel olduğunu gördüğünde sakinleşti. Üstelik bu kişi rüzgârda, ağırlığı yokmuş gibi dans etti ve yere inmeden önce elinden ateşler çıkardı. Yere indiğinde ise toprağı yükseltip kendisine oturacak bir yer yaptı…
…
“Kıııııhhhhh!!!”
Geçitte kulakları sağır eden tiz bir çığlık duyuldu önce.
Sonra yüzlerce kanatlı siyah yaratık kapıdan çıktı ve havada toplanmaya başladılar. Sırtlarında kara çarşaflı ve kara zırhlı varlıklar oturuyordu.
Tepeden tırnağa kapkara zırhlara bürünmüş biri, önlerine geçti. Liderleri olmalıydı. Tüm vücudu karanlık ve uğursuz bir hava yayan, gümüş zırhlarla kaplı olduğu için bu varlığı anlamak zordu. Sadece parmağındaki altın yüzükten evli olduğu anlaşılabilirdi. Yüzüklü eliyle tuttuğu devasa silahını havaya kaldırdı ve ileriyi işaret etti. İşaretiyle birlikte yüzlerce kanatlı siyah yaratıktan oluşan ordusu, onu takip etti…
Hemen arkasından farklı renklerde cüppeler giymiş ve ellerinde asalar tutan bir gurup yaşlı, nefes nefese kapıdan çıktı. Liderleri beyaz kıyafetler giymiş, güzel bir elf kadındı.
Gri kıyafetlere bürünmüş bir yaşlı ona yaklaştı ve “Leydim, Ölüm Büyücüsü nereye gidiyor?” diye sordu.
Elf kadın uzaklara baktı ve “Tabi ki ölümün olduğu yere…” dedi.
Ak kıyafetler giymiş ve kendini beğenmiş bir tavrı olan, başka bir yaşlı, küçümser bir bakışla “Tsh! Sadece kaçmayı biliyor. Bırakın ben halledeyim” dedi ve öne çıkmak istedi.
Gri olan hemen asasını önüne kaldırdı ve yolunu kesti. “Bu sefer değil! Anlarsın ya…” Derken göz kırpmıştı…
Leydi, “Buraya onun içi gelmedik. Eru, bizden daha büyük işler bekliyor…” dedi.
…
Bir an sonra kapıda garip beyaz zırhlar giymiş ve ellerinde tuhaf, metalik silahlar tutan askerler belirdi. Hemen etrafa dağıldılar ve aralarından biri elini kaldırıp, “Güvenli!” dedi.
Sonra büyük bir curcuna ile kapıdan her türlü mekanik yaratık ve tuhaf gemiler çıkmaya başladı. Bu gemiler, tamamen demirden yapılmışlar gibi görünüyorlardı ama hepsi de gökyüzünde uçuyordu. Son derece anlaşılmaz bir teknoloji ürünü oldukları belliydi.
Daha sonra ellerinde ışıldayan, garip kılıçlar tutan guruplar geldi. Kılıçları salladıklarında vov vov vov diye tuhaf sesler duyuluyordu. Etrafa dağıldıklarında kapıda devasa bir metal top da belirdi. Bu top, o kadar büyüktü ki kapıdan zorlukla geçmişti. Hemen daha önce gelen gemiler bu topun etrafını sardı ve onu güvenceye aldılar…
Kapıdan onlarla birlikte çıkan, yeşil bir cüce yaratık, minik ayaklarını yerde çaprazlamış, meditasyon yapıyordu. Bir anda gözlerini açtı ve aurası gözle görülür bir şekilde şiddetlendi.
“Güç bizimle… Gücün bu kadar yoğunlaştığı başka bir yer görmedim…”
…
İlerideki bir tepede, siyah deri kıyafetler ve siyah gözlükler içinde duran bir başka gurup, gelen ve giden tüm canlılara şaşkınlıkla bakıyordu.
Uzun boylu, yakışıklı biri, gözlüklerini çıkardı ve etrafa inanamayarak baktı.
“Smith…” Yanındaki adama sesleniyordu. “Burası hala Matrix mi?” diye sordu.
“Bana göre evet…” dedi büyük şaşkınlıkla. Sonra da ekledi: “Ama size göre hayır…”
İkisi de büyük bir şaşkınlıkla birbirlerine baktılar…
…
Kapıdan milyonlarca farklı varlık, akın akın gelmeye devam etti. Bazıları güç için geldi. Diğerleri inanç için. Gerisi ise karşı konulamaz büyük bir gücün onları çağırdığını hissetti. Hepsi de kendi dünyalarındaki günlük uğraşlarını bir kenara atmış ve çağrıya kulak vermişti. Çünkü bu çağrı, dışarılardan bir yerlerden, güçlü ve anlaşılmaz varlıklardan değil, tam aksine, kendi içlerinde hissettikleri bir şeydi.
Bu bir uyanış çağrısıydı. Sanki tüm mevcudat dile gelmiş, onları çağırıyor gibiydi. Gerçeklik bükülmüş ve bir inanç atlayışı yapabilecekleri bir kapıya dönüşmüştü. Kapıdan önce her şey belirsizdi ama geldiklerinde, hepsi biliyordu. Buraya savaşmak için gelmişlerdi.
Gelenlerin sayısı yavaş yavaş milyara yaklaşırken, kutsal atında dinlenen Ulu Kam, kapıya baktı. Dönüşü yavaşlamaya başlamıştı. Bu da sayının yakında tamamlanacağını gösteriyordu.
Bir milyar savaşçı, ilahi bir savaş alanı ve bin yıllık zaman…
Gökyüzüne baktı ve Gök Tengri’nin onları izlediğini hissetti. Gök Tengri’nin rakibi kimdi bilmiyordu ama elinden geleni yapması gerektiğini içinde hissediyordu.
Yanında savaşa dahil olan gurupların güçlü liderleri ve temsilcileri vardı. Ulu Kam olarak diğer kamlar da yanında saf tutuyor ve zaman zaman yeni bilgiler getiriyorlardı. Gelen bilgiler karşısında heyet, sürekli hayrete düşüyordu. Gök Tengri’nin gücünün uzandığı dünyalar karşısında hayrete düşmüşlerdi.
Mavi cübbeleri ve beyaz sakalıyla, onurlu bir şaman, Ulu Kam’a geldi ve “Savaş alanı her tarafa sınırsızca uzanır. Düşman, uzaklardaki ulu bir nehrin arkasında gizlenir…” diyerek başladığı raporunu sundu.
Ulu Kam başını salladı ve” O zaman, dört bir yana haber salınsın. Otağımızı önümüzdeki yüksekçe tepeye kuracağız. Bundan böyle tepenin adı “Ergenekon”dur. Tepenin önündeki bereketli ovalar da Ötügen’dir. Böyle biline, böyle uyula…”
Atını dörtnala koşturdu ve Ergenekon dağının zirvesine kondu. Yanındaki pek çok güçlü varlıkla önlerinde hiçbir engel yoktu.
Kayra Han bir hamle yapmak istedi ve elini kaldırdı ama dağ zangır zangır titredi. Elini geri indirdi ve yanındaki Ülgen’e baktı.
Ülgen hemen elini kaldırdı ve dağın tepesini ezip düz bir ova yaptı. Ama dağın tepesi ezilse bile, kendisi dimdik ayakta kaldı. Demirden bir dağdı ve ezilse bile yıkılmayı reddediyordu.
Dağın tepesinde hemen ihtişamlı bir şehir kurulurken, sayısız güçlü varlık, komuta merkezini, Ötügen’in geniş ovalarına kurmaya başladı.
Bu sırada savaş, cephenin ön hatlarında çoktan başlamıştı…
[Eee… Akaşık dede? Biraz fazla yorumladın sanki… Çeşit biraz fazla değil mi?]
Sen ne bilirsin!
Hem ben mi dedim, bilinçaltını bu kadar ıvır zıvırla doldur diye? Şuna bak, neyi kullanacağımı şaşırdım…