Âdem nihayet kökenini, şu anını ve geleceğini gerçekten sorgulamıştı. Bazı şeyleri tartışma götürmez şekilde biliyordu ama arkasındaki hakikatleri ilk defa düşünmüştü. Belki de artık sonu netleştiği için, korkmanın da bir anlamı kalmadığı içindi. Sonunda onun gibi bilge bir varlık bile ilk defa gerçek özgürlüğü tatmıştı.
Çünkü her nerede olursanız olun, ne kadar güçlü olursanız olun; her zaman sizden güçlü, sizden daha bilge birileri vardı. Hangi semada olursanız olun ister göklerde ister yerlerde olun, her zaman karanlıkta kalan, bilemediğiniz şeyler olacaktı. İşte bu yüzden de korku hep oradaydı. Bilinmeyenin korkusu. Bu duygu, defalarca ölseniz ve doğsanız bile, en yükseğe çıkıp, en derine inseniz bile peşinizi bırakmazdı.
Çünkü asla yeterince bilemezdiniz…
Âdem sonunda varlığından bile haberdar olmadığı bu korkudan azat edilmişti işte. Artık sonunun hiçlikte yok olmak olduğunu biliyordu. Bu sayede en büyük bilinmezliğin cevabı, onun için açığa çıkmış ve görünür olmuştu. Ve bilinmezlik bilinir olduğunda, görünmez olan görünür olduğunda, artık korkuya yer kalmamıştı.
Âdem sonunu kabullenmişti. Teslim olmuştu. Emindi. Artık akışta savrulmuyor, nerede biteceğini biliyordu. Akışa direnmek, akışı sorgulamak bu noktada anlamsızlaşmıştı. Artık kendisini sorguluyordu. Neden buradaydı, neden akışta akmaktaydı, eğer sonu hiçlikse…
Evreni anlamak, ölmek ölmek ölmek. Kâinatı sorgula, semaları aş. Başladığın yere dön, yuvarlan. Bugün iyi, yarın kötü, ertesi gün pişman…
Başı hiçse, sonu hiçse; o halde neydi bu ortasındaki hengâme…
Sonsuz denilen astral okyanus, Adem’in gözünde kurudu. Azaldı ve inceldi. O kadar inceldi ki düz, parlak bir çizgiye dönüştü. Ufkunun ötesine gizlediği, güneşin ışığının bir çizgisine sığacak kadar küçüldü. Ötelere baktı Âdem… Çizginin ötesindeki çizgilere… Taa ki noktaları görünceye kadar. Sonra da noktaların da ötesine uzandı. Noktaların koyulduğu boş kâğıda. Hiçliğe ve her şeyliğe.
Tüm varlığın yokluğunu ve yokluğun tüm varlığını deneyimledi…
Orada kendini buldu, kendisiyle tanıştı Âdem…
Kendini buluşu bir mite dönüştü. Artık Âdem ismi sadece ona ait değildi. Kendini aramaya başlayanların alacağı ilk isimdi.
Âdem ismi artık sorgulamaya başlayanın unvanıydı. Sorgulamaya başladığında kişi Adem’di, sorgulamayı bitirdiğinde ise Muhammed (En şerefli, en sevilen veya güzel).
Âdem, Havva’ya sanki son kez sarılıyormuş gibi sımsıkı, sanki ilk kez sarılıyormuş gibi kibarca tutundu. Kokusunu içine çekti ve saçlarını okşadı. Onu sevmişti. Seviyordu. Sevecekti. Onu o kadar seviyordu ki tüm varlığı hiçliğe karışıp yok olsa bile anısı sonsuza kadar kalbinde var olacaktı.
Uzaklara baktı ve astralin hayallerle dokunmuş kumaşının eğilip bükülmeye başladığını gördü.
“Çok zamanım kalmadı.” dedi.
Hiçlik onu almaya geliyordu. O Efendinin gücünün ve kudretinin somutlaşmış kuvvetiydi. Hiçbir şeyin karşısında duramadığı bir güç. Efendinin gönderdiği bir musibetti. Kimse ne olduğunu bilmiyordu. Efendinin anladığı bir yasa ya da astral denizin derinliklerinde yakalanmış bir varlık mıydı bilinmez. Hatta bazıları Hiçliğin, Efendinin kendisi olduğunu öne sürenler bile vardı. Sonuçta söyleyenler Efendiyi bizzat görmemişti. Görenler de söylemezdi.
Astral denizdeki tüm varlığı, hiç edebilecek bir güçtü bu. Aşkınların güçleri böyleydi işte. Ortalıkta olmadıkları için varlıklarını kolayca unutabilirsiniz. Ama ortaya çıktıklarında ise hatırlamak için çok geçti.
Havva hemen Adem’in kucağından kurtuldu ve arkasına baktı. Ufukta renklerin sıkışıp birbirine karıştığını ama yeni renkler doğurmadıklarını gördü. Görülmeyen bir renk, onları arkasında gizleyerek hızla yaklaşıyordu.
“Âdem…” dedi kısık bir sesle Havva ve “Sence birbirimizi bir daha görebilecek miyiz?” diye sordu.
Âdem derin bir nefes aldı ve Havva’nın göklerdeki yıldızları karartırcasına parlayan nemli gözlerine bakarak, “İstersen gözlerini her kapattığında beni görebilirsin. Benim gördüğüm son şeyse sen olacaksın.” dedi. O artık huzurluydu ve Havva’nın da çok fazla üzülmesini istemiyordu.
Havva, Adem’in yüzünü okşadı. Sonra o narin elini yumruk yaptı ve “Hayır!” dedi. “Kapandığında görecekse seni bu gözler, açılmasının ne anlamı var!”
“Öyle söyleme…” Adem’in kelimeleri boğazında düğümlendi. Ona yaşamasını, gülmesini ve devam etmesini söylemek istedi ama gerçek şu ki, bunları söylemeye hakkı var mıydı?
Havva bir buhar oldu ve Adem’den uzaklaştı. Elleri sımsıkı kapalıyken karşısına dikildi ve sordu: “Hey! Söylesene Âdem… Hiçlik seni yuttuğunda ne olacak? Her şey bitecek mi? Acı çekecek misin?”
Âdem susarak cevapladı bu soruyu. O da bilmiyordu gerçeği. Sadece huzurluydu ama Havva için üzülüyordu.
“Humph!” Havva onu küçümseyen bir ses çıkardı. Sonra gözlerini kapadı ve “Madem bilmiyorsun o zaman kendim öğrenirim!” dedi.
Bir anda kapalı eli açıldı ve içinde küçük bir şişe belirdi. Şişe, kan kırmızı bir sıvıyla doluydu. Acı bir tat, çekici bir koku hemen etrafa yayıldı.
Adem’in göz bebekleri büyüdü. O huzurlu ve sakin yüzü bir anda değişti. O sıvıyı biliyordu.
“Havva sakın!” diye bağırıp hamle yapmak istedi ama çok geçti.
Havva narin elini ona doğru tuttu. Bunu yapmasıyla, Adem’in elindeki küçük mendil bir anda parlayarak büyüdü ve bedenini sararak onu sıktı. Âdem kurtulmaya çalışsa da zamanında yapamayacaktı. Açıkta kalan başıyla Havva’ya bakabildi sadece… yalvarırcasına gözlerle…
Havva şişeyi tutan elini ağzına götürmek istedi ama yapamadı. Eli hava da donmuş gibiydi. Ayakları ve elleri, tüm vücudu titriyordu. Gözlerindeki karmaşık bakışlardan, bir anda sırılsıklam olan bedeninden, ne kadar mücadele ettiği hemen görülebilirdi. Bedeni, aklı ve düşünceleri sanki artık ona ait değillermiş gibi kararına baş kaldırıyor, direniyordu.
Bu adım, sondu. Gerçekten son muydu, yoksa ilk miydi? Arkasında başka adımlar olup olmadığı bilinmeyendi.
Âdem, onun umutsuz mücadelesine baktı ve susmayı seçti. Söylemesi, yapmasından kolaydı. Belki de boşuna endişelenmişti. Bir tarafı vazgeçip var olmaya devam etmesini istedi, diğer tarafı ise birlikte YOK olabilmeyi diledi.
“Baksana Âdem…” Titrek ve yorgun bir sesle, seslendi Havva. “Nasıl yaptın… Koca bir sürahiyi nasıl… Sadece, sadece küçük bir şişeye yeniliyorum!”
Âdem sustu… Onun iyiliği için sustuğuna ve erdemli davrandığına inanmak istedi. Gerçek şu ki, cevabı bilseydi çoktan dudaklarından dökülürdü…
Sanırım bu herkesin kendisinin bulması gereken bir cevaptı. Başkasının senin yerine veremeyeceği bir şeydi. Ve belki de herkesin cevabı, nedeni veya vardığı sonuç farklıydı…
Havva kendisine bakan adamın gözlerine baktı ve o gözlerde kendi yansımasından başka bir şey olmadığını gördü.
Evet… Adem’in sağır edici sessizliğinde, o gözlerde, buldu aradığı cevabı.
Gözlerini kapadı ve sadece Adem’i düşündü. Tanıştıkları zamanı…
O zamanlar Âdem, onun için karınca gibiydi. Ama bir karınca olarak, bir fili kurtarmaya çalışıyordu. Bir bitki olarak, ağaç için endişeleniyordu. Algısal farkları nedeniyle Havva’ya tam olarak göremiyordu bile. O sırada gözüne nasıl göründüğünü kim bilir. Belki, belli belirsiz bir ışık huzmesi belki de geçmişinden tanıdığı birisi…
Sonra da bir başka zamanı…
En akıllı ve bilge olanların bile geçemediği, o kadim labirentten geçişini. Kimin yaptığı veya ne tür tehlikeler barındırdığı bile belirsizdi. Son derece zeki kıdemli kardeşin bile geçmekten aciz olduğu bir yerdi. Âdem, nasıl geçtiğini soranlara, gözlerini kapattığını söylerdi hep. Aklı yerine sezgilerine güvendiğini. Sadece en aptallar o kadar tehlikeli bir yerde gözlerini kapatırdı…
Orası kabul töreninin isteğe bağlı bir parçasıydı. Efsaneye göre Efendi, geçenlerin bir isteğini kabul ederdi. Adem’den başka kimse geçemediği için doğru olup olmadığı hiç bilinemedi. Havva bu konuyu ne zaman sorsa, Âdem ona bakıp gülümser ve “Sır” derdi…
“Humph!” Havva gülümsedi. “Gerçekten aptal…” Titremesi azalmış, farkına bile varmadan Aşk Şarabı dudaklarına yaklaşmıştı.
Sonra bir başka anıyı düşündü…
Birlikte izledikleri filmleri… Adem’in anlattığı masalları… Adem’i gezmeye götürdüğü güzel yerleri… Birlikte yüzleştikleri tehlikeleri…
Sonra başka anıları düşündü. Sonra başkasını, sonra başkasını…. Tekrar tekrar…
Anılarında ikisinden başka bir şey kalmayana kadar hayal etti. Zihninde ve kalbinde Adem’den başka bir şeye yer kalmayana kadar…
Artık kendisi yoktu. Kendine ne olacağı önemli değildi. Sadece Âdem vardı…
Cevap bu olmalı… diye düşündü Havva. Kendin için istediğinde asla sahip olamazsın. Karşılığı, sonrasını bir kenara bırakıp, sadece onun için istemeliydi. Ona güvenmeliydi, gerisi önemli değildi. Sadece kalbindeki vardı, gerisi yoktu.
Aşk Şarabını içebilmenin sırrı bu muydu? Âşık olmak.
Aşk neydi? Koşulsuz sevmek mi? Sevdiğine teslim olmak mı? Sevdiğinde yok olmak, sevdiğinle var olmak mı…
Aşk, teslimiyetti. Emin olmaktı. Demek Âdem böyle yapmıştı…
Havva gözlerini açtı. Âdem karşısındaydı. Elini tutuyordu. Ama şişedeki, artık orada değildi.
Çoktan Havva’nın dudaklarındaki al olmuştu.
Yüreğine bir köz düştü Adem’in.
Artık çok geçti. Aşk Şarabı’nı bir kere tadana, aşka bir kere düşene, artık geri dönüş yoktu. Bunu biliyordu ama en azından Havva’nın dudaklarında kalanı geri alabilmeyi diledi.
Böylece mühürlendi dudakları, Aşk ile.
Adem, Havva’dan aldı ilk nefesini; Havva da Adem’den aldı hakkını. Aşkları nefes oldu onlara.
Dudaklar mühürlendi, böylece konuştu kalpleri:
Adem:
Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni…
Havva:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni…
Sonra birleşti kalpleri:
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni… (Yunus Emre)