Kaderin şarkısı

11.Bölüm: Adem ve Havva

  • HiperTale
  • 23 Şubat 2024 09:45:21
  • 0 yorum
  • 1

“Bırak beni!” dedi kız, ” yoksa bağırırım! ” Hem çırpınıyor hem de yüzüne garip bir ifade takınıyordu.

“Hehe he…” Adam, rol yapmaya çalışırken acı çeken kızın ifadesini görünce, daha fazla kendini tutamadı ve gülmeye başladı. “Sana o Yeşilçam filmlerini hiç izletmemeliydim Havva.”

Kız da artık rol yapmayı bıraktı ve gülümsedi. “O filmler çok güzeldi Âdem. Keşke biz de onlardan birinde yaşıyor olsaydık…”

Yeni tanıştıkları zamanlarda Âdem, Havva’ya hafızasındaki ‘film’ dediği bazı şeyleri izletmişti. Eski yaşamlarından kalma bazı görüntülerdi bunlar. Ne var ki Havva bu filmleri çok sevmiş, ne zaman canı sıkılsa film izlemek için Adem’i arar olmuştu. Sonuçta Adem’in hafızasındaki tüm filmleri izlemişti. Bu yüzden de bazen o filmlerdeki gibi rol yapmayı severdi. Özellikle şimdiki gibi zamanlarda…

Aslında ne kızın adı Havva ne de adamın adı Adem’di. Onlara böyle hitap edildi, çünkü onlar ilk hikâyenin kahramanlarıydı. Ve her hikâye, başlangıçta bir aşka ve bu aşkın tarafları olan, bir Âdem ve Havva’ya ihtiyaç duyardı.

Ayrıca astral denizdeki bu varlıkların gerçek isimleri, geçen zamanla birlikte ilk unutulanlardı. Çünkü pek azı onların isimlerini yazabilir ve telaffuz edebilirdi. Üstelik isimler sadece basit kelimelerden ibaret değildi. Bir varlığa yapışmış, onu çağıran kelimelerdi ve kendi güçleri vardı. Bu gücü kullanmanın da bir bedeli. Güçlü varlıklar, isimlerini öylece kullananlara sessiz kalmazlardı. Onları andığınızda bunu hissederlerdi. Bilge kişiler de hissedildiklerini bilenlerdi.

Ve Âdem ve Havva, çok güçlü varlıklara verilmiş isimlerdi.

Bir rivayete göre onları bu kadar güçlü yapan şeyse, Aşk’tı…

“Ne yazık ki onlar sadece filmdi.” Âdem iç çekti. “Gerçek ise bambaşka…”

“Belki de haklısın.” dedi Havva. “Bazı şeylerin sadece filmlerde olması daha iyi. Son gibi mesela…”

Âdem, “Ne kadar filmler ve gerçekler farklı olsa da benzer yanları da vardır. Onları güzel yapan da budur.” dedi.

“Bizim filmimiz de bitti mi diyorsun yani…” Havva’nın gözlerindeki okyanustan iki damla süzüldü konuşurken. Sonra da kurudu. Okyanus yerini çöle bırakmış gibiydi. Hüznün yerini kararlılık almıştı.

Sonunda, “Hayır!” diye bağırdı Havva. “Böyle bitmesine izin vermeyeceğim. Efendimizi bulacağım ve durumu anlatacağım. Eminim anlayacaktır.”

Adem’in omuzları bir kere daha düştü. Son bir anlayış parıltısı için Havva’nın ellerini tuttu ve onu ikna etmeye çalıştı.

“Babamızla konuştun değil mi?” diye sordu. “Sana başka yolu olmadığını söyledi.” Âdem arkasını döndü ve uzak ufuklarda gizlenmiş kaçınılmaz sonuna baktı. “Zamanımız kısıtlı. Hiçliğin beni almasına az kaldı. Bunu umutsuz bir arayış yerine güzel anılar için harcamalıyız.”

“Hayır! Eminim Efendimiz anlayacaktır. Sonuçta bilerek yapmadın. Bir hataydı sadece…” diye karşılık verdi Havva.

Havva, Adem’in kavrayışından kurtulup yoluna devam etmek istedi ama Âdem izin vermedi.

O, Havva’nın bu davranışına anlam veremiyordu. Sonuçta Havva kendisine göre çok daha bilge birisiydi. “Efendimizin zaten bilmediğini mi düşünüyorsun? O bir Aşkın. Sen bir orta boyutlusun, bunu bilmen lazım. Benim gibi düşük boyutlu birisi bile Aşkınların her şeyi gördüğünü ve duyduğunu bilir.”

“Üstelik…” diyerek duraksadı Âdem. Sonra da devam etti. “Üstelik babamız bile seni geri çevirdi ve vazgeçmeni istedi. O en yüksek boyutlu ve Efendimizi doğrudan arayabilecek tek kişi. Babamızın unvanı ‘EL’ ve Efendimizin temsilcisi, onun görünen eli. O seni geri çevirdikten sonra Efendimizi nasıl bulabilirsin ki?” Gözler önündeki bu gerçeği, onun yüzüne vurmak zorundaydı. Ne kadar çabuk anlarsa o kadar çabuk vazgeçerdi.

Havva donmuştu. “Neden…” diyebildi sadece. Babasının, öğretmeninin ve daha ötesi dostunun huzuruna çıkıp her şeyi anlatmasına rağmen, bu kızına değil diğer evladına, kıdemli öğrencisine inanmayı tercih etmişti. Adem’den öylece vazgeçivermişti. Kızını canı pahasına kurtaran bir kimseyi öylece hiçliğe terk etmişti.

O zamanlar Âdem, astral denize yeni yükselmişti. Burada son derece zayıf ve kırılgan bir ruhtu. Kafası karışık, aklı bulanık, iradesi zayıftı. Anlayışını arttırmanın yollarını ararken, ölümüne yaralanmış Havva ile karşılaşmış ve onu yaralayanlar ile canı pahasına savaşarak Havva ile kaçmayı başarmıştı. Onu sadece kurtarmakla kalmamış, hayata tutunabilmesi için geçici olarak kendi kaburga kemiğini Havva’ya bağışlamıştı. Böylece Havva, Adem’in enerjisinden faydalanarak hayata tutunabilmişti.

Havva daha sonra Adem’i Efendinin mekanına götürmüş ve orada birlikte tedavi görmüşlerdi. El, Adem’in hızlı bir şekilde kabul edilmesi için bizzat Efendiye yalvarmış ve böylece kızını kurtarmanın karşılığı olarak Âdem de onlara katılmıştı.

Âdem, “Nedenini biliyorsun.” dedi Havva’ya bakarak. Sonra hayır anlamında başını salladı ve “Nedeni Efendimizin yasakladığı değerli Aşk Şarabı’nı içmem değil.” diye de ekledi.

Havva bunun üzerine elini kalbinin üstüne götürdü. Bir şeyleri çözüyor gibiydi.

“Olabilir mi…” dedi. Aklına bir ihtimal gelmişti. Onu çok seven babası, onu niye reddetmişti. Yoksa yine onun yüzünden miydi?

Âdem, düşündükleriyle sarsılan Havva’ya sıkıca sarıldı. Ve kulağına fısıldadı. “Babamız kendisi için daha değerli bir şeyi kaybetmek istemedi sadece.”

Çünkü Havva, tam kalbinin üzerine kaynayan Adem’in kaburga kemiğini hiç geri vermemişti. Onun için anlamı büyüktü. Tam adını koyamadığı gizemli bir şeydi. Sanki hep eksik bir parça nihayet yerine oturmuş gibiydi. Tuhaf bir histi onun için. Daha önce hiç tatmadığı, bazen acı verici bazense rahatlatıcı bir duygu…

Bu durum Havva’nın daha hızlı iyileşmesini sağladı. Âdem içinse daha uzun ve katlanılması zor bir süreç demekti. Tedaviyi uzatarak kendi kalbinin üzerinden söktüğü kaburga kemiğini tekrar yetiştirmişti. Bu karşılıklı fedakârlık diğerlerinin gözünde onların gittikçe yakınlaşmalarının bir işareti olarak görüldü.

Havva, Adem’in mutlu ama kırgın yüzüne baktı. Âdem, Havva’nın güzel ama hüzünlü yüzüne baktı.

Havva, “Ama babamız senin için bizzat Efendinin huzuruna çıktı. Seni ne kadar sevdiğinden bahsederdi hep. Potansiyelinden bahsederdi. Algının hızla orta boyutlara tırmanacağını söylerdi hep.” dedi.

“Huhh…” Âdem derin bir soluk verdi ve gözlerini kapadı. “Neticede babanın gözlerinde kızı için bir engele dönüştüğüm gün, ne kadar iyi olduğumun da bir önemi kalmadı.” Değerli Aşk Şarabı’nı içmenin bir faydasını görmemişti henüz. Ama bir yararı varsa o da artık şeyleri daha net görmeye ve anlamaya başlamıştı.

Havva bir şeyler düşünmüş gibiydi. “Sence… Sence kıdemliyi de babam mı gönderdi?” diye sordu titreyerek ama cevaptan da korkuyordu.

“Hayır” dedi Âdem, o geniş gülümsemeyişle ve Havva’nın da en büyük endişesini giderdi. “Ama her şeyi dinlediğinde doğrusunu biliyordu. Neticede bir seçim yaptı ve bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Bu şekilde kaybedeceği hiçbir şey yoktu.” Tabii ki bu onun çıkarımıydı. Kesin bir hüküm vermek imkansızdı. Neticede El, yüksek boyutlu bir varlık, Efendi ise bir aşkındı. Onların ne düşündüğünü kim bilebilir?

Âdem, onlara katılınca dehasını hızla kanıtlamıştı. Böylece Efendinin bizzat inşa ettiği cennetteki bahçelerden birinde yaşamaya hak kazanmıştı. Efendi Adem’in bahçesini bizzat seçmiş ve onu Havva’nın yanındaki bahçeye yerleştirilmesini buyurmuştu. Emri bizzat babası iletmiş ve Adem’i kendisi yerleştirmişti. Ama belli ki Efendinin kararından kalbinin derinliklerinde rahatsızdı. Çünkü o yeri uzun zamandır kıdemli öğrencisi için düşünüyordu. Sadece kendisini kanıtlamasını bekliyordu.

Anlamasa da asla Efendinin kararlarını sorgulamaz ve şüphe duymazdı. Yüksek boyutlu bir varlık olarak, algısı son derece genişti. Efendisi bir Aşkın idi ve Aşkınların bildiklerine ve niyetlerine akıl sır ermezdi. Bunu en iyi o biliyordu.

Cennet Bahçeleri, Efendinin yolunu yürüyenlerin, onun izni ile huzur içinde yaşadıkları yerdi. Birbirine yaslanan tepeleri, sonu olmayan kıvrımlı vadileri ve sürekli parlayan muhteşem görüntüsü ile tüm isteklerin anında karşılandığı bir yerdi. Gitmek istediğiniz yere anında gidebilir, yemek istediğinizi anında yiyebilir ve görmek istediğinizi anında görebildiğiniz bir yer…

Ama sadece bir şey yasaktı. Efendinin uzun yıllar içinde, damla damla biriktirdiği, Aşk Şarabı.

Cennet bahçelerinin en üstünde herkese açık olarak sergilenir ve özellikle her yeni gelene yaklaşmamaları için gösterilirdi. Adem’e de bizzat Havva göstermiş ve onu özellikle uzak durması için tembihlemişti.

Âdem ve Havva, Aşk Şarabı’nın demlendiği Zamansız Kuyu’ya birlikte bakmış, yansımaları da onlara geri bakmıştı…

Efsaneye göre Efendinin aşkınlığa ulaşırken kullandığı bir iksirdi. Ve sadece aşkınlığa ulaşmak üzere olanların kullanmasına izin veriliyordu. Buna göre sıradakiler sadece efendiden gelecek emri bekliyorlardı. O zaman Aşk Şarabı’nı içecekler ve bir Aşkın olabileceklerdi.

Havva, “Sadece kıdemli kardeşin bunu niye yaptığını anlamıyorum. Neden yalan söyledi ve seni kandırdı? Neden en büyük suça bulaştırdı… Sadece neden…” diye sorgulamaktan kendini bir türlü alamıyordu. Başka her türlü suçun bir telafisi olabilirdi ama bunun değil.

Onu daha da şok eden şeyse Adem’in bu hataya nasıl düştüğüydü. Böyle bir yanlışı nasıl yapabildi. Tanıdığı Âdem böyle biri değildi. Neden böyle bir şey yaptığına ya da nasıl yapabildiğine aklı ermiyordu bir türlü. Eli nasıl uzanmıştı, en yasak olana… Aklına, iradesine, bilgisine ve özellikle korkusunun üzerine hangi güç gölge düşürebilmişti.

Efendinin doğrudan emrine karşı gelebilecek bir güç…

İşin doğrusu Âdem de bilmiyordu. Konu en büyük yasak olduğunda, kıdemli kardeş bazı yalanlar söylemiş olsa bile çiğnenmesi imkânsız olmalıydı. Efendinin kelamı, boş lakırtı değildi…

Âdem öylece uzaklara baktı. Kendisine Havva’dan sonra en çok yardım eden o kişiyi düşündü.

Tıpkı Havva gibi orta boyutluydu ama ondan daha yüksekti. Kavrayışı daha genişti. Babanın baş müridiydi ve neredeyse onun kadar bilge birisiydi. Âdem onlara katılınca, ona en çok göz kulak olan kişiydi. Herkes tarafından sevilen, saygı duyulan ve sözü dinlenen birisiydi. Efendinin eli babaysa, o usta gibiydi. Her gün onun peşine sayısız kişi takılır, en ihtişamlı bahçelerde verdiği dersleri dinlerdi. Astralin en karanlık ve tehlikeli köşelerine bile gidilecek olsa sayısız gönüllü ona katılırdı.

Ağırbaşlı, efendi ve sakin tavrını her türlü zorlukta koruyabilirdi. Güvenilir ve her zaman özgüvenli biriydi. Sanki tüm sorunların çözümü onda gibiydi.

Âdem uzaklara bakarken tekrar düşündü ve burnunun dibindeki gerçeği gördü. O özgüvenli ve gururlu duruş, aslında buram buram kibir kokuyordu. O kendine güveni, ağırbaşlılığı aslında kibrini gizleyen sahte tavırlardı.

Onun bilgeliği, maskesiydi. Altında ise korkutucu bir akıl ve dehşet verici bir kurnazlık saklıydı…

O her şeyden emindi. Kararlıydı. Taa ki Âdem ortaya çıkıncaya kadar. Güveni alt üst olmuş ve El’in gözüne girebilmek için harcadığı yıllar heba olmak üzereydi. Adem’i kıskanmış olmalıydı. Kendi yerini alacağından korkmuş olmalıydı.

Böylece bir karar verdi. Korkusu, bilgeliğini gölgelemiş ve gizli bir hançer gibi sadece gerektiğinde kullanılan, aklı devreye girmişti. Sonuçta astral denizin kendine has kuralları vardı. Herkes sadece kendisinden sorumluydu. Birisi kandırılırsa sadece aptal olduğu için kendisini suçlayabilirdi.

“Bana nihayet aşkı bulduğunu söyledi.” diyerek sessizliği bozdu Âdem. O günden bahsediyordu. “Bana bilmediğim bir kuraldan bahsederek başladı…”

Ama aşktan önce Aşk Şarabından konuşmuşlardı…

“Aşk Şarabı gerçekte nedir… Bilir misin Âdem?”

Âdem önündeki dolu sürahiye baktı, kan gibi koyu bir şarapla doluydu. Rengi ve kıvamı bile tehlikeli olduğunu bağırdığı için onu korkutmaya yetiyor ama hoş kokunun tetiklediği merakı da dinmek bilmiyordu. Sonunda “Hayır” diyerek başını salladı. “Zaten bilmem de gerekmiyor değil mi kıdemli kardeş?” diye ekledi. “Hiç birimizin bilmesi gerekmiyor…”

İşin aslı, kudreti mutlak Efendinin tek yasağını düşlemek bile bir tabuydu. Düşüncelerin bile Efendiye aşikâr olmadığı ne malumdu? Böyle bir korku, mutlak bir itaat ve huzurlu bir yerde, kimse yasak şarabı düşlemezdi. Âdem de istisna değildi. Kıdemli kardeşin neden bu konuyu açıp, onu rahatsız ettiğini bilmiyordu…

Kıdemli, kendisine şaraptan bir kadeh doldurup, “İşin doğrusu size yalan söylendi Âdem…” bir anda şok edici bir şey söyledi. “Hazır olmadığınız için yalan söylendi. Ama artık gerçekleri duyma vaktinin geldiğini düşünüyorum…”

Âdem şaşkındı. “N-Ne?” diyebildi sadece.

Başta kıdemlinin onu uyarmak ve öğüt vermek için geldiğini sanıyordu. Ama biraz sonra gördüğü, her şeyi değiştirmişti.

Kıdemli kardeş, doldurduğu kadehe bir süre baktıktan sonra onu doğrudan içmişti. Evet içmişti. Hiç korkmadan ve tereddütsüz…

Bir anda zihni boşaldı ve gördükleri karşısında şaşkına döndü Âdem. Bildiği ve inandığı her şey bir anda tepetaklak olmuştu.

“Bu şarabın nasıl yapıldığını bilir misin?” Boşalan kadehini tekrar doldururken sordu.

Âdem, “İyinin ve kötünün bilgisini içeren Bilgelik Ağacının meyvesinden demlendiği söylenir?” diye bir anda ezberletilmiş olanı söyledi.

Kıdemli kardeş, Adem’in şaşkın bakışları altında ikinci kadehini doldururken, zaten bu cevabı bekliyormuş gibi başını salladı ve bakışlarını Adem’e dikerek, “Peki bu ağaç nerede? Onu kendi gözlerinle hiç gördün mü?” diye sordu.

“Gerçekten…” Âdem daha önce hiç sorgulamadan kabul ettiği bir detaya dikkat çeken kıdemlisinin sorusu karşısında şaşkına dönmüş, ne diyeceğini bilememişti. Bu bahçelerde bin bir çeşit, her türlü ağaç vardı ama Bilgelik Ağacı yoktu.

Bugün burada olanları artık aklı almıyor, düşünceleri yetişemiyordu. Yepyeni bir deryaya açılmanın eşiğinde gibi hissetti ve kıdemlinin aklına düşürdüğü, daha önce sormayı bile düşünemediği soruların cevaplarını beklerken buldu kendini.

“Ağaç…” Derin düşünceler ile boğuşuyormuş gibi soluklanan kıdemli, bir anda büyük bir gizemi ortalığa saçıverdi. “Aslında ağaç mağaç yok” dedi. Sonra da devam etti.

“Bilgelik ağacı, Efendinin kendisi. Daha doğrusu Efendinin içinde. Meyvesi ise Efendinin bilgisi ve aklı.” Sonra elinde çam kozalağına benzeyen bir meyvenin görüntüsü belirdi. “İşte meyve de buna benziyor…” diye ekledi.

Âdem duyduklarını sindirmeye çalışırken, meyvenin görüntüsüne şaşkınlıkla baktı, “Hep kırmızı bir elma olarak hayal etmiştim” demekten başka söz bulamadı…

Kıdemli, “Yani Aşk Şarabı aslında size söylendiği gibi değil. O Efendinin bilgisi ve ona sahip olanlar ölümsüz olabilir.” dedi bir kadehte Adem’e doldururken. “Efendinin aklından ve bilgisinden damıtılıyor. Onun bilgeliğinden bir parça. Bunu içenlerin Aşkınlığa ulaştığı ve ölümsüz olduğu efsanesini sen de duymuşsundur. O sadece bir efsane değil, gerçek. Ama sizden bunu uzak tuttular, yasakladılar. Bu cennet bahçesinde ebediyen yaşamayı sizden esirgediler.”

“Ama Efendinin bir bildiği olmalı…”

Kıdemlinin sözleri inandırıcı olsa da Âdem en büyük tabuyu öylece ezip geçemezdi. İstese de eli uzanmazdı o günaha. Aklı kıdemlisi tarafından çelinse de tek başına AKIL yetmezdi bu adıma. Yoksa nice akıl almaz varoluşlar yaşardı bu bahçelerde; akılları arşa, elleri arza uzanabilecek. Ama işte orada duruyordu zamana meydan okuyan hazine. Ne bir göz ne de bir el uzanabilirdi, apaçıkta gizlenene…

Ölümsüzlük Âdem için önemli değildi çünkü zaten çok uzun bir hayatı deneyimlemişti. Daha ne kadar uzun yaşayacağından da emin değildi ki daha da uzun yaşamak için bir çabası olsun.

Ölümsüzlük vaadinin yeterli olmadığını gören kıdemli, nihai kozunu sahaya sürmeye karar verdi. Aklını kullanarak düşünebildiği son oyunu sergilemeye başladı…

Sonuç olarak Âdem bu kadar aptal olduğu için sadece kendisini suçlayabilir ve önündeki kıza gülümseyebilirdi.

Aşkı anlamak, aşka kavuşmak nasıl bu kadar kolay olabilirdi?

Kıdemlinin dediğine göre Aşk Şarabı, aşkı bilmeyenlere yasaktı. Âşık olanlara, aşkı olanlara değil. Onlar istedikleri kadar içebilirlerdi. Böylece aşk acıları diner ve hızla aşkınlığa yükselebilirler ve ebedi olabilirlerdi.

Yine de Âdem hala ikna olmadı. Eli bir türlü uzanmadı yasak olana. Bu yüzden şöyle devam etti kurnaz olan:

Anladığı aşkı, Adem’e tarif etmeye başladı. Ki bu tarif basitçe… Havva’yı anlatıyordu, Adem’in gözünde.

Yanında getirdiği bir sürahi Aşk Şarabını önüne koymuş ve bardağını daha bir şevkle doldurup içmeye başlamıştı. Adem’in gözü önünde bir bardak iniyor diğeri yükseliyordu. Kana kana içiyor ve içtikçe rahatlıyordu. Ona ne kadar iyi hissettirdiği hakkında övünüp duruyordu. Söyledikleri arasında belki de en önemlisi, Aşk Şarabını içenler tez zamanda aşklarına kavuşurlarmış. Ona göre sevdiği kişi birazdan içeri girecek ve birbirlerine kavuşacaklardı.

Âdem, az önce Havva’yı tarif edip Aşk Şarabını önünde içen kıdemlisine bakmıştı. O çok güvendiği, kendisine çok yardım eden kişiye. Kıdemli, şarabından içtikçe, Adem’in sökülen kaburgasının altında bir acı büyümeye başlamıştı. Bu acı o kadar büyüdü ve katlanılmaz hale geldi ki çaresini ancak Aşk Şarabını sürahi ile içmekte buldu.

Bu tıpkı çöllerde susuz kalmış bahtsız bir bedevinin nihayet su bulması gibiydi. Bir an bile düşünmedi. Suyun pis olması, zehirli olması veya yasak olması gibi şeyler umurunda değildi. Sadece susuzluğu dinse yeterdi. Doyasıya içti. İçmekle kalmadı, resmen şarapla banyo yapmıştı. İnkâr etmeye yer kalmamıştı. Ancak sürahiyi bitirdikten sonra ne yaptığını fark edebilmişti.

Yaptığı hatayı fark edince kendisine sormuştu: Buna değer miydi? Her şeyden vazgeçmeye, kendinden geçmeye… Evet değerdi, diye düşünmüştü Âdem. Hala da öyle düşünüyordu.

Nihayetinde kendisi için içmemişti şarabı Âdem. İçemezdi de. Kıdemli bunu fark etmiş, oyununu ona göre kurmuştu. Bir Havva gerekti Adem’e, ayna olacak, kendini fark ettirecek. Bir O gerekti Adem’e, Ben olacak…

Âdem ise karşısında önce şaşırmış sonrada gördüğü en pis gülümsemeyi yapmış kıdemlisini bulmuştu. O an dediği şey hala aklındaydı…

“Âdem biraz da bana bıraksaydın. Benim şimdiye kadar içtiğim normal şaraptı. Daha ısınıyordum sadece. Sonra birlikte içecektik.” Sonra da o pis ifadesini Adem’in gözü önünde, tıpkı derisini değiştiren bir yılan gibi endişeli bir yüze değiştirmiş ve sadece bir an için çıkardığı bilgelik maskesini geri takmıştı. Tam da Havva geldiğinde…

“Ahh! Âdem ne yaptın. Efendinin yasakladığı Aşk Şarabını nasıl içersin!”

Havva’nın manzara karşısında ilk sözleri, kıdemlinin endişeli yüz ifadesini değiştirmese de yumruklarını hafifçe sıkmasına sebep olmuştu. Çünkü böylesine bir yasak, tabuların tabusu çiğnendiğinde, o kişinin adı bile anılmazdı. O artık lanetlenmişti. Onun ismi bile artık çiğnediği yasak gibi bir tabu olurdu.

Oysa Havva, Adem’in adını sonuna kadar bağırmıştı. Adem’in bilerek yapmadığına daha ilk baştan emindi. Hiç sorgulamamıştı bile. Kesinlikte bir hata olmalıydı.

Daha önceleri bu halleri fark etmeyen Âdem ise orada ruhunu kaybetmiş gibi duruyor ve hiçbir şey yapmıyor gibiydi. Ama öyle değildi.

İlk kez… İzliyordu.

Havva’nın umutsuzluğunu. Kıdemlisinin, değişen yüzünü ve el hareketlerini. Elindeki boşalmış sürahiyi…

İlk defa gerçekten bakıyor ve görüyordu.

Belki de önümüze gerçekler diyerek koyduğumuz putları yıkabilmek için, en büyük tabuyu çiğneyerek başlamak gerekiyordu.

Ve en büyük tabuyu çiğnediğinde; önceki sarsılmaz gerçekleri, küçük putlar gibi birer birer yıkılmaya başlayacaktı.

Her şey artık daha netti. Maskeler düşüyor, perdeler iniyor ve hakikat nihayet kendini gösteriyordu…

Âdem nihayet kaderini kabul ettiğinde gerçekten sorgulama cesaretini buldu. Ve ilk sorguladığı şey; Havva’nın tavrı değil, Kıdemlinin yaptıkları değil, El’in nedeni veya Efendinin niyeti bile değildi.

İlk sorduğu şey: “Ben Kimim?” oldu…