Her sema kendi içinde tüm renkleri barındırırdı. Ama her semanın kendine has kuşatıcı bir rengi olurdu. Tüm renklerin parlak bir ışık, eşsiz bir nur olduğu Arş dışında. Arş, O’nun tek ışığından renklerin yansıdığı, birlik aleminden fark alemlerinin doğduğu yerdi. Buna göre yedinci semada parlak, altıncı semada ak, beşinci semada yeşil, dördüncü semada mavi, üçüncü semada mor, ikinci semada kırmızı ve birinci semada da gri renkler baskındı.
Arz ise karanlıktı. Yani tıpkı arş gibi içinde tüm renklerin baskın olduğu ama hepsinin parlak değil, soluk olduğu yerdi. Farkların iyice belirginleştiği ama üzerlerinin de en çok örtüldüğü yerdi. Belki de bu yüzden karanlıktı. Buna göre arş varlık alemiyse, arz yokluk alemi gibiydi…
…
Burası ışıktan yansıyan, düşünebileceğiniz tüm renklerin bir arada ışıl ışıl, adeta canlı gibi parladığı ve düşünemeyeceğiniz, mor rengin engin tonlarında birleştiği, sonsuz bir yerdi. Bu renkler adeta canlı gibi evrilip kıvrılarak dönüyorlar, birleşip daha fazla rengin ortalığa saçılmasına sebep oluyorlardı. Ama hepsi, onları şefkatli bir annenin rahmi gibi kuşatan engin morun içindeydi.
Engin mor renk, içinde gökkuşağının tüm renklerini, hiç olmadığı kadar parlak ve canlı bir şekilde barındırıyor ve kendi enginliğinde birleştirirken, zamanı ve mekânı adeta sonu olmayan bir okyanus gibi dolduruyordu.
Gökkuşağıyla doldurulmuş, ışığın egemen olduğu, parlak ve sonsuz bir yer…
Lakin görünürde bir yüzey veya dip olmadığı için buradaki varlıklar; tıpkı balıkların suyu, insanların da havayı fark etmedikleri gibi, bu enginliğe aldırış etmiyorlardı.
Fakat dünyadaki normal bir insanı, örneğin seni, buraya getirseydik; parlak bir ışıktan başka bir şey göremezdin…
[Doğru söylüyorsun Akaşık Dede, her yeri dolduran kör edici bir ışıktan başka bir şey göremiyorum. Neredeyiz? Öldük mü yoksa?]
Henüz değil ama evet, doğru tahmin ettin HT. Burası, ölüme yakın deneyim yaşayan insanların, “Tünelin ucunda parlak bir ışık gördüm.” veya daha ayrıntılı bir şekilde açarsak, “Bedenimden yarı saydam bir şekilde çıktım ve benimle uğraşan doktorları, hemşireleri seyrettim. Daha sonra çok hızlı bir şekilde, karanlık bir tünelden geçerek, tünelin ucundaki parlak yere gittim. Ölmüş akrabalarım beni çağırıyordu” gibi, uyandıktan sonra tarif ettikleri yer.
Fakat biz tam olarak o katta değiliz. Ölen ya da ölüme yaklaşıp geri dönen insanların bahsettiği yer daha çok bizim Araf dediğimiz, birinci semaya daha yakın olan ikinci semadır. Fiziksel bedeninde yeterince deneyim biriktiren ya da bir başka deyişle yeterince şarj olan ruh, öldüğünde adeta bir patlamayla serbest kalır. Serbest kalan ruhsal beden, o gerçekliğin kaldıramayacağı kadar yüksek enerji açığa çıkarır. Ve o gerçekliğin dokusu bu enerjiyi tutacak kadar sıkı değildir.
Bu olduğunda üç boyutlu gerçekliğin madde, zaman ve mekânı, ruhun etrafında dürülmeye, onu sarmaya başlar. İşte karanlık tünel dediğiniz şey budur. Ucunda görülen ışıklı yer ise o ruha uygun yeni gerçekliği ya da boyutu ifade eder. Ki genelde bu ikinci sema ya da Araf dediğimiz yerdir. Ne yazık ki ruhların çoğu Araflarından asla çıkamaz. Bazı iyi insanlar, cennet bahçelerine çevirdikleri araflarında huzur içinde kalmayı seçerken, bazı cahil insanlar ise araflarını cehennem çukuruna çevirerek kendilerine acı çektirirler. Fakat ilerlemek yerine kalmayı seçenlerin hepsi de sonunda tekrar aşağıya döner…
Biz ise üçüncü semadayız. Buraya ‘karanlık tünelin ucundaki ışıklı yer’ değil, basitçe ‘Astral Deniz’ diyeceğiz. Pek azı buraya ulaşabilir.
Sana semaları anlatmıştım, hatırlıyor musun?
[Evet dede.]
Güzel… Şimdi sakinleş ve isimlerini hatırla…
[1. Sema: Kaos, 2. Sema: Araf, 3. Sema: Astral, 4. Sema: Hiper, 5. Sema: Eter, 6. Sema: Ruh ve 7. Sema: Nur.]
Evet doğru. Gördüğün gibi enerji en yüksek semada nur formunda yani saf ışıkken, aşağıya doğru indikçe daha çok maddeleşir ve en sonunda kaos formunu alır. Ama bu form bile sizin bildiğiniz anlamda madde değildir. Sizin bildiğiniz madde, enerjinin en düşük ama en yoğun, adeta katılaştığı haldir. Enerji, farklı formlara dönüşebilmek için katmanlar halindedir. Söylesene bu katmanlara ne demiştik?
[Boyutlar mı?]
Evet boyutlar. Daha önce birinci semadaki evrenlerin 12 boyutlu olduğundan bahsetmiştik. Daha sonra gelen alemler ise 13. boyutta algılanırlar. Semaların kendisi ise ancak 14. boyutta fark edilebilirler. Söylesene sence neden böyledir?
[Mımm… Bilmem ki.]
Ben söylemesem neyi biliyorsun ki zaten! Bir de seni Hiper boşluktan çekip çıkarmıştım. Orda kaybolmana şaşmamalı…
Neyse, bu sefer dikkatli dinle…
14 bedeniniz olduğu için her semanın farklı enerji yoğunluklarını 14 boyutta algılarsınız. Yedi sema olduğu için bu da kâinatı 98 boyutta algılayabileceğiniz anlamına gelir. Şayet son boyutu yani 99. boyutu algılayabilirseniz, işte o zaman arşa ulaşmış olursunuz.
Hoş! Bu kafayla bırak arşı, arzdan bile çıkabileceğini sanmam!
[Tamam dedeciğim kızma. Bu sefer iyi not aldım. Sen şimdi bana etrafı nasıl görebileceğimi anlat da daha iyi yazayım. Hala bir şey göremiyorum da…]
Ben olmasam nah görürsün! Sana bu kadar şeyi boşuna mı anlatıyorum? Sır oğlum bunlar sır. Daha dünyadayken öyle kolay kolay erişebileceğin bilgiler değil bunlar. Sana bunları anlattım çünkü; sen daha 3. boyuttasın ve biz 3. semaya geldik, buradaki ışığı yorumlayabilmek için daha kaç boyut çıkman gerekiyor, gör diye.
[Görüyorum dede görüyorum. Lütfen bu cahili daha çok aydınlat.]
Ha şöyle… Şimdi 98 boyut dedik ama bunlar genel olarak algısal aşamalardır. Her sema kendi içinde sonsuz boyutlara ve alemlere bölünebilir. Bunların sayısını bilmek mümkün değil. O yüzden 18 bin alem denilerek çokluk, sınırsızlık iması yapılmıştır. Biz şimdi genel bilgilerden devam edelim…
Her semada boyutlar, 1 ila 14 arasında sıralanır. Az önce bahsettiğim sebepler yüzünden her sema ayrı değerlendirilir. Birbiri üzerine toplanmaz. Buna göre de boyutlara göre varlıklara verilmiş unvanlar vardır. Bunlar:
ve 7. arasında olanlara “Yerin ve Göğün Evlatları” denir. Sonraki beşine, 12. boyuta kadar olanlara “Yerdekiler ve Göktekiler” denir. 13. boyut algısına ulaşanlara “Aşkınlar” ve son yani 14. boyuta ulaşanlara “Semaviler” denir.
Semaviler genel olarak her semada gizemlidir. Pek ortalıkta görünmezler. Aşkınlar ise içinde bulundukları semayı aştıkları için pek bi ilgisizlerdir. Yerdeki ve Göktekiler ise o semanın idareciliğini yaparlar. En aktif olanları ise Yerin ve Göğün Evlatları dediğimiz guruptur. Bu gurup sürekli arayış içindedir. Hem çok fazla bildikleri için her şeye yetişmek isterler hem de çok az bildikleri için her işe burunlarını sokarlar…
Sen benim yanımdayken bu guruplardan bağımsız bir gözlemcisin. Benim gözlerimdeki büyük resmi, anlayabileceğin şekle çevirerek, parçalar halinde sana göstereceğim. Böylece gerçekte olanların bilgisine değil; senin için anlaşılabilir, yorumlayabileceğin bilgilere erişmiş olacaksın. Zaten bu gerçekliğin senin ve senin yazdıklarını okuyanlar için bir anlamı yok. Bu yüzden bu gerçekliği kendi gerçekliğinle görmeni sağlayacağım.
[Peki ya olduğu gibi görsem ne olur dede? Hem öyle daha iyi yazarım.]
Gösteririm göstermesine ama muhtemelen çıldırırsın. Yani sana bu bilgileri zorla yüklemiş olurum. Bunu normal bir bilgisayara, süper bilgisayar yazılımı hatta quantum yazılımı yüklemeye çalışmak gibi düşünebilirsin. Bilgisayar çalışmayı bırakır çünkü kapasitesi yetmez. Senin durumunda kapasiten var ama içinde bulunduğun bedenin hazır değil. Bu yüzden buradan doğrudan aldığın bir bilgi, senin için ölüm dediğimiz süreci başlatır ve doğrudan üst semalara sıçramana neden olur. Seni zorla dünyada tutmaya çalışsam, bu sefer de meczup olursun. Hoş! Bu kadarıyla bile aklının yerinde kalacağı şüpheli ama kalanla idare ediver artık…
[Peki o hep bahsettiğin insanlar, evliyalar nasıl yapıyor dede?]
Nasıl yaptıklarını sanıyorsun? Şu sözü hiç duymadın mı?
Deli olmadan veli olunmaz…
Yavaş yavaş, adım adım. O iş, bir ömür sürer. Zorla olmaz. Evliyalar, aşk ile evli olanlardır. Evliya dediğin; deli ile deli, veli ile veli olur. Her telden çalar. Aşka düşer, dönüşü olmayan yollara gider. Bazısı hiç geri gelmez, deli derler. Bazıları gelir, veli derler.
Sen şimdi sözlerime kulak ver. Gözlerini dört aç ve etrafına bak. Çünkü olaylar başlamak üzere…
Astral denizin sonsuz enginliğinde, melek gibi güzel bir kadın, yüzünde durgun su gibi yumuşak bir ifadeyle süzülüyordu.
Omuzlarına düşen dalgasız beyaz saçları vardı. Ama bu beyazlık, yaşlılıktan gelen ölü bir renk değil tam aksine canlılık dolu parlak bir renkti. Ona kutsal ve ulaşılmaz bir varlık havası katarken, değerli bir mücevher gibi parlayan pürüzsüz tenini öne çıkarıyordu. Saçlarının arasından bakan nazik yüzü, sanki en maharetli ustaların, kör oluncaya kadar oydukları kusursuz bir tanrıça heykeli gibiyken, okyanus mavisi derin gözleri, sanki göklerden çalınmış iki yıldız gibiydi.
Tıpkı saçları gibi beyaz ve lekesiz, sade bir elbise giyiyordu ama bu sade elbiseden bile eşsiz bir zarafet taşıyordu.
Ayakkabılar mı?
Burada onlara ihtiyaç yoktu. Hatta o yeşim taşı gibi muhteşem çıplak ayaklara bile ihtiyaç yoktu. Burada ne ayağına gelecek taş, ne de üstüne yapışacak çamur vardı.
Ona uzaktan bakıldığında hafifçe taşındığını düşünürdünüz ama yakından bakarsanız, onun şok edici bir hızda hareket ettiğini fark edebilirdiniz. Eğer burada görmek için güneşten gelen ışınlara ihtiyacınız olsaydı, bu melekvari peri kızını göremediğiniz için onun ışıktan hızlı hareket eden anlaşılmaz bir varlık olduğunu düşünürdünüz.
Lakin bu engin sonsuzlukta ne kadar hızlı gittiğinizin ya da olduğunuz yerde durmanın bir farkı var mıydı?
Şu an da uzaklara bakan okyanus mavisi derin gözleri, derin düşüncelere dalmış, baktığı sınırsız ufuklarda, çözmeye çalıştıklarının cevaplarını arıyor gibiydi. Ama engin sonsuzluğun sessiz çığlıkları; kişi yanı başındaki cevabı kabul etmek istemiyorsa, ne kadar uzağa baktığının bir önemi yok, der gibi düşüncelerinde yankılanıyordu.
Şu anda gökteki ayı yere indirmiş, dingin bir su gibi olan ifadesiz yüzü, bir şeyler hissetmiş gibiydi. Derin ve gizemli gözlerini örten iki yay gibi kaşı hafifçe çatılmıştı. Durmasa da biraz yavaşladı, arkasına bakmasa da biraz ilgilendi.
“Güzel bayan, lütfen durur musunuz?” uzaklardan sahipsiz bir ses yankılandı.
Peri kızı biraz eğlenmiş görünüyordu. Arkasını dönerek, “Niçin durmamı istiyorsunuz?” dedikten sonra sesin geldiği yöne bakarken kirpiklerini kırpıştırıyor ve sevgilisinin yakalamasını ister gibi nazlı nazlı kaçmaya devam ediyordu.
Kibar ses tekrar duyuldu. “Mendilinizi düşürdünüz…” Sonra da sesin sahibi engin moru kara bir mızrak gibi hızla deldi ve güzel kızın karşısına dikildi.
Bu kişi, elinde beyaz bir mendil tutan siyahlar içinde bir adamdı. Güzel kızın aksine, gecenin karanlığı gibi saçları ve derin gözleri vardı. Gözlerindeki tek parıltı, onlara düşen beyazlar içindeki kızın yansımasıydı. O gözler o kadar derindi ki sanki sonsuzdu… Öyle sonsuzdu ki sanki içine tüm yıldızlar, aylar ve güneşler sığabilirdi. Yine de onları taşırmak için sadece bakanın yansıması yeterli gibiydi. Sanki o gözlerin sahibi yoktu. Tıpkı bir ayna gibi, kimi yansıtıyorsa ona aitti.
Karşısındaki kızı utandıracak kadar güzel ama bir o kadar da sert bir yüzü vardı. Geniş omuzları, uzun boyu ve sanki demirden asırlarca dövülerek rafine edilmiş bedeniyle adeta erkeksi güzelliğin vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. Yine de elindeki mendili, karşısındaki kıza uzatıp beklerken çaresiz görünüyordu. Özgüven fışkıran yüzüne kondurduğu sevimli gülümseme, mahcubiyetini gizlemeye yetmiyordu.
Sessizlik oldu. Kız adama baktı, adam kıza baktı. Siyah ve beyaz, tam bir zıtlık içinde karşı karşıyaydı. Sanki bir an sonra kız mendile uzanacak, siyah ve beyazın dansı başlayacaktı…
“Hmph!” Güzel kızın tepkisi, sağır edici sessizliği bozdu. “Zahmet etmenize gerek yoktu.” dedi ve adamın etrafından dolaşarak yoluna devam etmek istedi acımasızca…
Adamın uzanmış eli düştü. Elindeki mendili kokladı ve omuzlarını silkti. Demek böyle olacak, diye düşündü içinden. Hatasını biliyordu ve sonuçlarıyla yüzleşmek kaderiydi.
Geçerken kızın kolunu yakaladı ve “Lütfen bekleyin. Söyleyeceklerim daha bitmedi.” dedi. Israr ediyordu.
Kız kolunu kurtarmaya çalıştı. “Bırakınız lütfen! Bir gören duyan olacak…” derken etrafına baktı endişeli endişeli.
Adam mendili tekrar kokladı ve yüzündeki mahcup gülümseme sanki sahteymiş gibi yerini arsız bir tanesi aldı. “Bırakmazsam ne olur!” diye sorarken cüretkâr bir tavır takındı.
[Dede, biraz fazla yorumladın sanki. Yeşilçam klasiği gibi oldu…]
Şşşt! Sessiz ol! Hikâyeye girmişken araya girip beni bölme. Her şeyin bir nedeni var elbet. Boşuna böyle konuşmuyorlar. İlerleyen bölümlerde göreceksin…
Hem klasiklerin nesi var! Onlara boşuna klasik demiyorlar değil mi? Zaman geçtikçe unutulmak yerine değer kazananlara klasik denir. Bu hikâyenin de üzerinden o kadar zaman geçti ama hala sahnelenmeye devam ediyor. Sence klasik olmayı hak etmiyor mu?