YDE Blm 48: Savaş Esirleri

  • HiperTale
  • 23 Nisan 2024 12:09:26
  • 0 yorum
  • 5

Adam bu kısa boylu beşere ilgiyle baktı. Onun hakkında neyin bu kadar özel olduğunu anlamaya çalıştı. Ama nasıl bakarsa baksın kısa boyu dışında sıradan bir beşere benziyordu. Tamam güçlü kolları ve uzun bir sakalı vardı ama ne olmuş yani. Tekeş yanlışlıkla üzerine otursa muhtemelen hiç bir şey yapamazdı bu cüce…

“Sen bir cüce misin?” diye sordu Adam en sonunda. “Cüce kavminden mi?”

“Sadece bir cüce değil,” dedi cüce. Bir sopanın yardımı ile zorlukla yürüyordu ama yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Aç bırakıldığı ve dövüldüğü her halinden belliydi ama masmavi gözlerinde ve göğsü açık, dik duruşunda bir asalet vardı. Yavaşça herkese doğru eğildi ve “Ben deniz Alâeddin Derincüce! Cüce kavminin yöneticileri ve en asil soyu olan Derin Cüce Kabilesi’ndenim. Derin Cüce Krallığı’nın asil bir prensiyim!” dedi.

‘Yine bir prens!’ diye düşündü Adam. ‘Önce Küçük Prens şimdi de Cüce Prens! Acaba hangisi daha küçük?..’

Alaeddin Derincüce büyüklerinden öğrendiği şekilde bir reverans yaptı ama kimse karşılık vermedi. Kendini tanıtmasına rağmen kimse şok olmadı ya da onu övmedi. ‘Neler oluyor?’ diye düşündü. Vücudunun her yeri çürüklerle dolu oluğu için daha fazla eğik kalamazdı ve böylece utanmış bir gülümseme ile doğruldu. “Siz kimsiniz? Maymun kavmi ve tavşan kavmi olmalı değil mi?”

Bir gürültüyle ogrenin yeşil kanına bulanmış dev baltasını Adam’ın yanında yere saplayan Barbara, “Haa!? Bu tıfıl da nereden çıktı Adam? Ona bir soru soruyorsun; prensim falan deyip şüpheli hareketler yapıyor, bize maymun diyor, bunlara tavşan diyor… Bizi küçümsüyor galiba. En iyisi dövüp öğrenelim cüce neymiş, prens neymiş!”

“Hayır, hayır, ” diye hemen geriye doğru kıçının üstüne düşen Alaeddin, yanlış anlaşıldığını anladığı için çok korktu. Daha goblinlerden kurtulduğuna sevinemeden daha vahşi beşerlerle karşılaştığına inanamıyordu. Kekeleyerek de olsa hemen açıklamaya çalıştı: “Yani ben de sizler gibi bir beşerim demek istedim. Herkes bizim aniden topraktan ‘pop!’ diye çıkıverdiğimizi sanır ama aslında kadim toprak canavarlarının soyundan geliyoruz. Biz derin cüceler Toprakyiyen Ata’nın soyundan geldiğimize inanırız!”

Adam cücenin de kendileri gibi korkak bir çocuk olduğunu görünce gülmek istedi ama kendini tuttu. “Peki ya prenslik?” diye sordu.

“Yani senin gibi işte, kabile şefinin oğullarından biriyim. Aslında prens bile sayılmam sadece cehennem mağaralarına sürülüp doğum yapmış bir cariyenin oğluyum…”

Alaeddin Derincüce burada soruları soran Adam olduğu için onu bu kabilenin şefinin oğlu olduğunu varsaymıştı.

İşler bir anda garipleşti. Adam bu soruyu sorduğu için pişman oldu. “Öhöm, aslında kastettiğin prenslerden değilim, bu Şefimiz Zebil olmalı,” dedi, yakınlarda dinlenen Zebil’e bakarken. “Ben en fazla bir Kutsal Oğul sayılırım, bana Adam diyebilirsin. Ve bu baskını yönetmek için seçilen kutsal savaşçı…”

“Hmph!” Zebil sadece homurdandı. Adam’ın açıklaması işleri onun için daha garipleştirdi. Bir yabancıya hiç açıklama yapmasa daha iyiydi!

“Yani sadece bu saldırıyı yöneten cesur savaşçısın… Eh eh, benim hatam. Neyse zaten kimin şefin oğlu olduğu önemli değil. Neticede bir kabile ile krallık farklıdır. Sadece krallık kurabilmiş büyük kabilelerin nesilleri kendilerine prens der. Beni esaretimden kurtardığınız için herkese şükranlarımı sunarım…”

“Evet, bunları yavaş yavaş konuşabiliriz. Neticede artık sen de bizim savaş esirimizsin…” Adam gülümseyerek çok doğal bir şekilde konuştu. “Ayrıca biz azman kavminden Azgın Alev Kabilesiyiz. Bunlar da Boynuzlu Tavşan Kabilesi!”

‘Oy oy! Bir prensi esir alamazsınız ama… Neyse bu beşerler henüz hiç yeryüzüne çıkmadı ve bilgileri kısıtlı. Bir süre idare etsem iyi olacak,’ diye düşündü Alaeddin ama yine de aklındakini söylemeden duramadı: “Ama siz azman kavmi beşerleri için çok kısasınız! Diğerleri de Boynuzlu Tavşan Kabilesinden olamaz, çünkü onların iki boynuzu vardır ve rüzgarı kullanırlar…”

“Hey!” Barbara hemen celallendi yine: “Sen kime kısa diyorsun tıfıl!”

Adam soylarının kavim içinde ne kadar zayıf olduğunu bildiği için sustu. Cüce haklı sayılırdı. Bu sırada arkasındaki biri konuştu.

“Haklı,” dedi Kirin. Sesi son derece soğuk ve duygudan yoksundu. Az önce kanlı bir savaştan yeni çıkmıştı ama sakince açıkladı her şeyi. Lilith’in yanında, Adam’ın arkasından duruyordu.

“Biz gerçekten de tavşan kavmindeniz ama Boynuzlu Tavşan Kabilesi değiliz. Bize Azure Yıldırım Kabilesi denir. Cennetsel yıldırım tavşanının soyundan geliyoruz ve goblinler saldırmadan önce Gök Yıldırım Mağarası’nda yaşıyorduk. Bize aniden saldırıp kardeşimi yakalamasalardı asla yenilmezdik!”

Kirin her şeyi soğukça açıklıyordu ki kardeşinden bahsederken sesi kırıldı ve etrafa bakmaya başladı.

Eir, tavşan kavminden minyon yapılı bir başka dişi beşerdi. Adam ve diğerlerinin kurtardığı Ruhpan Kirin’in refakatçileri arasında yer alıyordu. Nanna ilk hamleyi yapıp, Eldrid onlar için kendini feda ettiğinde donup kalmış hiç bir şey yapamamıştı. Normal zamanlarda o çok mutlu, sevecen ve merhametli birisiydi. Herkesin yardımına koşardı. Ama goblinler tarafından yakalandığından beri işe yaramaz hale gelmişti.

Şu anda büyükçe bir kayanın dibinde hüngür hüngür ağlıyordu. Kayanın üzerinde yüzüstü yatan birisi vardı. Elleri ve ayakları kayaya bağlanmış; vücudu yaralarla dolu, gözlerini rengini kaybetmiş bir erkekti bu…

Eir salya sümük ağlarken, “Şef! Sana ne yaptılar böyle…” diye sayıklamaya devam ediyordu.

Ruhpan Kirin’in onları görmesi uzun sürmedi. “Kardeşim!” diye bağırarak hemen oraya koştu.

Adam ve diğerleri de onu takip etti.

“Kirin abla! Şef Tor hiç cevap vermiyor; o, o…” Eir hemen telaşlandı. “Ölmemeli…”

Kirin geldiği anda durumu anladı. Saldırı başladığında kardeşi hemen yakalanmış, savaşma şansı bile olmamıştı. Babalarından devraldığı mağara yanarken izlemek zorunda kalmıştı. Goblinler ona işkence yapmayı hiç bırakmamışlardı. Hala ölmemişti ama ölmekten beter haldeydi.

“O ölmedi Eir,” diye mırıldandı Kirin. Ona sarılırken, “Sadece artık yaşamak istemiyor…” dedi.

Gerçekten de Azure Yıldırım Mağarası’nın yeni şefi olarak Tor çok güçlü ve gururlu bir beşerdi. Yeryüzüne çıkıp kabilesini toplamayı onlarla birlikte Yeryüzü Diyarı’nı keşfetmeyi, bir tavşan cennetine yerleşmeyi dört gözle bekliyordu. Ama bir gün, ansızın, mağaranın etrafında devriye gezerken gözleri aniden karardığında tüm hayatı daha başlamadan bitmişti sanki. Goblinler her şeyini aldılar; gücünü, silahlarını, kabilesini hatta gurur duyduğu boynuzunu bile…

Her şeyini almakla kalsalar ve onu öldürseler yine iyiydi ama onurunu bile lekelemişlerdi. Onu bu kayaya bağlayıp her gün tecavüz etmişlerdi. Artık belden aşağısını neredeyse hissetmiyordu bile…

“Öldür…” Kurumuş ve çatlamış dudakları günlerdir ilk kez istemsiz acı çığlıkları yerine yavaşça açıldı. “Öldür beni kardeşim!” diye yalvardı. Gözleri, iki damla yaşla ıslanırken kapandı. Artık kimsenin yüzüne bakacak yüzü yoktu. Hele ki gururlu ruhpan kardeşinin…

“Hpmh!” Ruhpan Kirin nefretle asasını kaldırdı ve dört parlamayla küçük kardeşini tutan ipleri yakıp kopardı. Dizlerinde hiç güç kalmayan kardeşi hemen oraya, kan ve çeşitli iğrenç vücut sıvılarıyla lekelenmiş ahlaksızlık kayasının altına yıkılıverdi. Ona yukardan soğukça baktı ve “İntikamını birlikte alacağız kardeşim! Kaybettiğin onuru tekrar kazanacaksın,” dedi. “Kalk ayağa, şimdi ölmenin sırası değil… zamanı geldiğinde sana katılacağım!”

Adam kardeşlerin dramına tanık olunca aklına bir fikir geldi. Ogrenin kullandığı dev yıldırım çekicini herkesin şaşkın bakışları altında zorlukla sürüklediği gibi işkence gören ve artık yaşamak istemeyen kardeşin önüne getirdi.

“Artık ikiniz de bizim esirimizsiniz. Biz istemedikçe ölemezsiniz, izin vermiyorum!” Kara demirden dövüldüğü ve şimdiki gücüyle Adam’ın bile kaldıramadığı yıldırımlar saçan çekici gösterdi ve “Bak! Bu çekicin üzerine kabilenizin boynuzlarından onlarcası var! Onu yapmak için sizin boynuzlarınızı kullandılar! Bu çekici sana veriyorum. Al ve beni yeraltının karanlık dehlizlerinde takip et! Yeryüzünün sıcak güneşi altında arkamda yürü! Ben de kabilenin özgürlüğünü geri vereyim!”

Adam daha önce Barbara’da işe yarayan cesaret verici konuşmanın bu sefer işe yarayıp yaramayacağından emin değildi. Zira Azure Yıldırım Kabilesi’nin şefi fena hırpalanmıştı. Ölü gibi yattığı yerde bile hala makatından sızan kan görülebilirdi. Zihinde açılmış görünmeyen yaralar ise bedeni kadar kolay iyileşmezdi.

‘Bir gün tüm jinlere bu yaptıklarının bedelini ödeteceğim!’ diye düşündü Adam içinden. Şef Tor’a baktığında yıkılmış bir adam, harcanmış bir hayat görüyor ve parçalanmış bir kabile görüyordu. ‘Azgın Alev Kabilesi asla bu sonla karşılaşmamalı…’

Adam’ın kardeşini ayağa kaldırmak için çapaladığını gören Kirin, ona minnettar bir bakış attı. Şef Tor, farklı bir anneden olma üvey kardeşiydi. O ruhpan olarak seçildiği için şeflik pozisyonu küçük kardeşine verilmişti. Birlikte oldukça uyumlu çalışıyorlar, mağaradaki herkese çok iyi bakıyorlardı.

Tor son derece güçlü ve yetenekli bir savaşçıydı. Saldırıdan uzun zaman önce bile Filiz aşamasına ulaşmış ‘Azure Yıldırım’ taşkınında ustalaşmıştı. Eğer bunlar olmasaydı, yeryüzüne çıkmadan Fidan hatta Ağaç aşamasına bile ulaşabilirdi.

“Hadi kardeşim!” dedi Kirin. Adam’ı işaret ederek, “Bu beşer bizi kurtardı hatta goblin patronuyla bile savaştı. Onun daha tohumunu bile çatlatmadığını hissedebiliyorum. İnanabiliyor musun?” dedi. Güçlü bir ruhpan olarak algıları son derece gelişmişti. Savaşan kişilerin etraflarında oluşan aura (enerji alanı) dalgalanmalarıyla kabaca güçlerini anlayabiliyordu.

Tor’un gözleri titredi. Yattığı yerde yumrukları sıkılmıştı. Mağaranın sert zemininde kanlı tırnak izleri bırakıyordu. Ama maruz kaldığı onca işkenceden sonra ayağa kalkmak çok zor geliyordu.

Barbara da çift başlı dev baltasıyla geldi. Yerdeki dev çekicin büyüklük açısından kendi silahından aşağı kalır yanı yoktu. Hatta yıldırım efekti ve kullanılan malzemeler yüzünden daha kaliteli olduğu belliydi.

Çekicin kabzasını zorlukla tutan Adam’ı kenara itti ve silahı yakaladı. “Güzel silah!” dedi, bir kaç kez salladıktan sonra. Sonra sertçe Tor’un önüne indirdi. “İstemiyorsan ben alabilirim…”

Tor kıpırdamadı. Ölü taklidi yapmaya ve yüzünü saklamaya devam etti.

Barbara öfkeli bir ses tonuyla, “Hey sen yerde yatan şerefsiz! Kendine bir de şef mi diyorsun! Kabilen ne hale gelmiş hala ölümden bahsediyorsun. Ölmek kolay, asıl zor olan yaşamak!” dedi.

Kirin’in yumrukları sıkılmıştı. Barbara’nın doğru konuştuğunu biliyordu ama küçük kardeşine bağırmasından hoşlanmamıştı. Tam araya girecekken, kardeşinin yüzünü yerden kaldırdığını gördü. Ölü gözleriyle Barbara’ya bakmış, ilk defa bir tepki vermişti.

“Sen…” diye söylendi Tor. “Neler çektiğimi nerden bileceksin! Kaç kere savaşmaya, kaçmaya, direnmeye çalıştığımı nereden bileceksin!” diye kısılmış sesiyle bağırdı. “Beni yakalayanlar goblin bile değildi! Düşmanımı göremedim bile!”

“Hmph!” Barbara hiç etkilenmedi. Kör gözünü örttüğü bandı yavaşça çıkardı ve “Bak!” dedi. “Bu gözümü nasıl kaybettiğimi sen biliyor musun peki? Bilmiyorsun tabii. Eski neslin sayısız tecavüzünü reddettiğim için değil, sadece bir kere kötü baktığım için kendi şefim tarafımdan çıkarıldı! Sen de düşmanların tarafından işkence edildin diye ölmek istiyorsun… Hmph! Sen de şef olmaya layık değilsin…”

Barbara çok sert konuşmuştu. Sonrasında Adam’a bakarak, “Değil mi güzel çocuk? Senin yetişimin bile yok ama burada cesurca savaşıyorsun…”

Tor bunları duyunca titredi. Ölü gözlerinde yeni bir şeyler vardı sanki. Barbara’nın da seslendiği Adam’a baktı.

Adam, “Ee… Yetişim abartılıyor bence… Sonuçta hayali şeyler değil mi? Birinin gücü kendi içinden gelir.” dedi. Henüz gerçekten yetişim yoluna girmediği için böyle söylüyor olabilirdi ya da sadece Tor’u cesaretlendirmek istiyordu. “Önemli olan düşmek değil, tekrar ayağa kalkabilmektir bence…”

Adam’a göre Şef Tor önemli değildi. Onu tanımıyor, ne kadar güçlü olduğunu bilmiyordu. Bildiği tek bir şey vardı, o da çok güçlü bir ruhpan kardeşi olduğuydu. Eğer Ruhpan Kirin’i memnun edebilirse bu çabaya değerdi.

“Kendi içinden gelen güç…” Tor kendi kendine mırıldandı önce. Sonra açık mavi gözlerinin içinde tekrar yıldırım kıvılcımları oynaşmaya başladı. Uzun bir aradan sonra ilk kez iç gücünü kullanıyordu. Zihni tarafından oluşturulan blokajlar kalkınca kapakları açılmış bir baraj gibi içsel güç bedeninden taşmaya başladı.

Yerde yatan yaralarla dolu bedeni azure mavisi yıldırım arkları ile örtüldü bir an için.

Barbara’nın gözlerinde bir rekabet kıvılcımı tutuştu. “İşte böyle! Bu çekici kaldırabilirsen seni rakibim olarak düşünebilirim,” dedi.

Meydanda toplanan tüm Azura Yıldırım Kabilesi şefleri için nefeslerini tutmuştu. O dolu dizgin, hayat dolu şefleri geri gelecek miydi?

Cızz!

Cıss!

Yıldırım cızırtıları eşliğinde önce iki yumruğunu vurdu yere Tor! Sonra yavaşça doğrulup, Barbara ve Adam’ın karşısına dikildi. Adam’dan daha uzun ve heybetliydi. Kamçı yaralarıyla dolu omuzları genişti. Barbara’dan sadece bir baş kısaydı. Onu da uzun tavşan kulaklarıyla telafi ediyordu. Alnında oldukça büyük bir boynuz kökü vardı. Goblinler kesmeden önce heybetli bir boynuzu olduğuna şüphe yoktu.

Adam nihayet ayağa kalkan savaşçıya hayretle baktı, ‘Yerde ölümü isteyip, iki büklüm yatarken hiç de böyle görünmüyordu!’ Sanki tamamen başka biri duruyordu karşısında!

Şef Tor elini yavaşça uzatıp, mağarasını yok eden canavarın ahlaksız silahını aldı, Barbara’nın ellerinden. Silah oldukça büyük ve ağırdı. Barbara rahatça kaldırmış görünüyordu ama ne kadar zorlandığını sadece kendisi biliyordu.

Tor, çekici tuttuğu gibi çekice monte edilmiş çiviler gibi olan kabile adamlarının boynuzlarını hissetti tek tek. Gözleri eskiden ölü gibi baygındı. Şimdi ise çok soğuk! Bir çatırtı eşliğinde çekiç göz alıcı yıldırımlarla kaplandı.

“HAAA!”

Bir hamleyle çekici kaldırdı Tor.

“Yaşasın Şef Tor geri geldi!”

Tüm kabilesi sevinç gözyaşları döküyordu. Çok fazla iyi beşer ölmüştü. Şimdi şeflerini geri almaları onlara yeniden umut vermişti.

“Kardeşim, sen…” Ruhpan Kirin’in bile soğuk gözlerinde iki damla yaş belirdi. Şu anda o, soğuk ve kibirli ruhpan değil, önceden olduğu gibi kardeşinin ablasıydı. “Ağaç aşamasına bile ulaştın!”

Ağaç aşaması beşerlerin bedenlerini eğitmede çok önemli bir aşamaydı. Tor içsel enerjinin vücudu boyunca azgın atlar gibi engelsiz koştuğunu hissedebiliyordu. Nihayet tüm damarları ve kanı, içsel gücü için birer yol haline gelmişti.

Karnında hayal ettiği bir enerji tohumu olarak başlayan içsel güç biriktirme süreci, Tomurcuk aşamasıyla daha da gelişirdi. Filiz aşamasıyla birlikte kuyruk sokumundan omurgası boyunca büyüyen içsel güç, Fidan aşamasında kafaya ulaşırdı. En nihayetinde Ağaç aşaması ise bedenin tıpkı kökleri ve dalları olan bir ağaç gibi dallanıp budaklanmasıydı. İçsel güç kan damarları boyunca özgürce akacak; tüm kemikleri, kasları, tendonları yavaş yavaş içsel enerjiyle dolacaktı. Artık çeşitli taşkınlar sergilemek için içsel gücü kullanmak da çok kolaydı.

Tor, eskisinden çok daha Can’lı olduğunu hissetti. İçsel güç aslında can idi. Ağaç aşamasına ulaşan bir beşer artık bir ‘Can-ı-var’ yani canavar olarak düşünülebilirdi. Soylarını takip ettikleri Canavar Atalara gittikçe yaklaşıyorlardı.

Tor dev çekici kaldırıp cesaretini tekrar kazandığında kardeşi Ruhpan Kirin’e ya da kabile adamlarına gitmedi. Önce Adam’a döndü ve çekicini önüne koyup diz çökerek: “İntikamımızı alıp beni ve kabilemi kurtardınız için teşekkür ederim, Kutsal Savaşçı!” dedi. “Artık yüzeye kadar ben ve mağaram sizi takip edeceğiz!”

Adam, “Güzel!” diye sevindi. “Şef Tor’un kendine gelmesi ve güçlenmesi güzel. Goblinleri yenmiş olabiliriz ama asıl suçlu kaçmış olabilir. Onu yakalamak için gücünüze ihtiyacımız var.”

Eskisinden bile güçlü olarak ayağa kalkan Tor, “Haklısın!” dedi. Kabilesine dönerek, “Beni hala şefiniz olarak görüyorsanız, kurtarıcılarımıza itaat edin ve onlara zorluk çıkarmayın.” dedi.

Bu meselenin de güzellikle hallolduğunu gören Adam zaman kaybetmedi. Hemen gerekli ayarlamaları yapmaya başladı. Hala kaçan bir düşman vardı ve onu yakalamaları gerekiyordu…

No results available

Reset