Yüce ve Ulu olanlar kalplerinde iradenin ateşi, gözlerinde güzelliğin ışığı ve dudaklarında Kaderin Şarkısı ile ayrıldılar, Yüceler Yücesinin huzurundan. Ve büyük bir ihtişam ve güç ile, ağır bir sorumluluk karşılığında…
Fakat huzurdan ayrıldıklarında, kendilerini alemlerin arasında kaybolmuş buldular. Ne şuursuz alemler onları yeniden tanıdı, ne de onlar alemlere anlatabildi…
Çünkü kaybolmuş hissederken, dudaklarındaki şarkı yabancılaşmıştı onlara. Kimin kaderini anlattığını unutmuşlardı, uzun zaman önce. Gözlerindeki ışık, alemlerin içine battığı karanlık ile örtülmüştü.
Sadece kalplerinde sessizce yanan iradenin alevi kalmıştı geriye…
Ve tek gereken de oydu, hala huzurda olduğunu hatırlamaya…
Sadece ona sıkıca tutunanlar, kurtuluşa erenler olacaktı.
Yoksa onu kaybedenler, neyi bulmuştu?
Kalplerindeki ışığı söndürerek karanlığın hediyelerini alanlar, şüphesiz zararlı bir ticaret yapmışlardı.
Çünkü ellerinin bomboş olduğunu görmek için, sadece aydınlık olması yeterdi.
…
Mutlak Saray’da, Gök Kubbenin ihtişamı altında, Ulu Meydan’ı dolduran meleklerin huzurunda, Yüceler Yücesinin yanı başında oturan En Sevgili, gözlerini bir an için kapattı…
Mutlak Başlangıç Alemi’ni dolduran melekler, kara güneşleri örten ışıktan kumaşlar olurken; o sessizce aralarından geçti ve alemler üzerine üstün kılınan bir alemde durdu. Melekler karanlığın kapılarını örtmüşlerdi, çünkü örtmeseler sevgilinin ışığı ile dolup taşarlar ve artık karanlık olamazlardı. Sevgilinin çekimine kapılırlar ve artık alemleri çekemezlerdi…
18 bin alemin her yerine dağılmış, karanlıkta şuursuzca parlayan Yüceler ve Ulular ise sevginin gücünü, bir kez daha iliklerine kadar hissetmişlerdi. Bir kere daha, bu alemin sevgi üzerine yaratıldığını ve sevgi ile var olmaya devam ettiğini hatırlamışlardı.
Sevgili aralarına inmişti. Aşk sahipsizdi. Hazır olanların gönül tahtı için, alemlerin üzerindeki tahtından inmişti.
Hepsi onu hissetmişti. Çünkü kalplerini tutuşturan iradenin aleviyse, o her şeyi yakmaya kadir güneşti. Yüceler Yücesi onu sevmişti, tüm alemler de onu…
Hisseden kalpler ve gören gözler için, alemlerin karanlığına güneş gibi doğmuştu. Kanatları olanlar, kanatlarının yanmasını umursamadan ona doğru uçtu. Ona, sevgiliye ulaşmak mümkünken gerisi… gerisi yoktu.
Yüce ve Ulu olanlar, sevgiliye ulaştıklarında, bir kere daha Kaderin Şarkısını söylediler…
…
Sevgili, şarkısını söylediğinde ihtişamı yükseldi. İhtişamında gücü ve önemi açıkça görüldü. Yüce ve Ulu olanlar huşu içinde dururken, gördükleri karşısında dehşete düştüler. Onun gücü her şeyin ötesindeydi. Sanki o isterse, tüm alemler ayağına kapanacak, istemezse tüm araf bile dürülüp kaldırılacak gibiydi.
İhtişamı adım adım etrafında yükselmişti. Önce Kaderin Şarkısı duyuldu. Her şeyi saran kaderin ağları bir kere daha görünür oldu. Onun gücü ve isteği karşısında ağlar eğilip büküldü ve yeniden hizaya girdi. Emrine amade ipliklere dönüştü ve onlardan dokunan gerçeklik, önüne istediği bir halı gibi serildi.
Bu iplikler, onun kalbinde yanan iradeye boyun eğdiler ve onlar, iradenin yönelişini her hissettiğinde titrediler. Sevgilinin iradesi ile titreyen gerçeklik; en alttaki zerresinden, en yüksekteki alemin kendisine kadar, huzurdaki Yüceler ve Ulularla birlikte onu dinlemeye başladı.
Şarkısının arasında, sevgilinin eterik sesi duyuldu. “Şimdi size göstereceğim…” sesi kulaklar için değil, kalpler içindi.
Daha sonra parmağını kaldırdı ve işaret etti.
Şarkısı işaret edilen yerde duyuldu. Zerreler, sözleri dinledi ve itaat etti. Böylece mutlak alemlerin ilk yıldızı doğmuş oldu. Yüce ve Ulu olanların gözleri, bu yıldızının ışığı ile tanıştığında, alemlerin en yücelerinin neye benzemesi gerektiğini ilk kez bildiler.
Sadelik ve ihtişam bir aradaydı. Işığı, iyi ve iç ısıtıcıydı. Görüntüsü güzeldi…
Yüce alemlerin ilki ve en sevileni, ortaya çıkmıştı. Sonrakiler kadar büyük ve ihtişamlı değil, hatta küçücüktü. Sadeliği ile parlarken, potansiyeli ile büyülüyordu. Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi. Bebeği içinde büyüten beşik gibi…
Bu alem de varlıkların içine doğduğu, bir şeyler öğrendiği ve olgunlaştığı, Varoluşun Beşiği olacaktı…
…
Sevgili beşiği yaparken, Yüceler ve Ulular da büyük bir heyecanla etrafına toplandılar ve yapılanları hayranlıkla izlediler. Onun sanatı karşısında kendilerinden geçmişlerdi. Bu onlar için eşsiz bir fırsattı. Alemler üzerinden verilen bir eğitimdi…
Beşik, ilk başta şekilsiz bir parıltıydı. Açığa çıkmayı bekleyen potansiyel, doğmayı bekleyen bebek gibiydi. Sevgilinin narin elleri altında sağa sola çekildi ve yoğruldu. En sonunda düz bir tepsi halini aldı. Sevgilinin dikkati oradaydı. Düşünceleri yağmur gibi oraya akıyordu. Sonra onlar; toprak, ateş, su ve hava oldu. Sonra diğerleri geldi…
Sevgili tüm bunları nasıl yapıyordu? Işığı nasıl çekiyor, itiyor ve şekil veriyordu? Düşüncelerini nasıl kontrol ediyordu?
Etrafa toplananlar, uzun bir süre onu izledikten sonra nihayet anladılar. İçindeki sevgiyi kullanıyordu. Sevginin gücü her şeye kadirdi. Zihnini dolduran bilincini oraya akıtıyor ve düşüncelerine şekil veriyordu. Şimdi daha eksik miydi?
Hayır!
Çünkü sahip oldukları bilinç, düşünmek ve düşüncelerini paylaşmakla eksilmezdi. Aksine artardı. Nihayetinde kendileri de bir düşünce değil miydi?
Yüce ve Ulu olanlar bu gerçeği fark ettiklerinde, derin düşüncelere daldılar ve daha engin bilinçlere uyandılar. Bir yol gösterici olmadan, kendi başlarına bu hakikati ne zaman fark edebileceklerdi, bilinmezdi. Hemen oracıkta bir kısmı kendi şarkılarının bazı mısralarını hatırlayıverdi…
Artık daha parlak olan Yüceler ve Ulular, bu ihtişamı deneyimlemek ve bir parçası olmak için büyük bir özlem duydular. Beşik ne kadar güzel olsa da artık daha fazlasını bildikleri için, öncesinde fark edemedikleri boşluklar, şimdi görünür olmuştu. Sevgilinin zanaatı, göz önünde saklanmıştı.
Her şey çok güzel yapılıyordu ama henüz tamamlanmamıştı. Güzelliğin nihayete ermesi, sanatın tamamlanması için güçlü bir arzu hissettiler. Onların arzusunu hisseden sevgili, “Ey kalpleri tutuşanlar, yaklaşın ve hünerlerinizi gösterin!” diyerek onlara izin verdi. “Size bildirildiği gibi yapın…”
Başlangıçta tüm Yüceler ve Ulular, tüm ihtişamlı parıltılarıyla beşiğin etrafını sarmıştı. Hepsinin ışığı oraya düşüp toplandığı için, çıplak gözle güneşe bakarken bir şeyler görmeye çalışıyor gibiydiler. Karanlık tek bir köşe, gölgesi olan tek bir obje yoktu. O kadar çok ışık getirmişlerdi ki, yaşamın doğup gelişmesi için yeterli gölge yoktu.
Yüceler ve Ulular bu aleme doğrudan giremezlerdi. Zira taşıdıkları ışık, burası için fazla parlaktı. Dolayısıyla ışıklarını gizleyecek örtülere ve düşüncelerini ulaştıracak yollara ihtiyaç vardı.
Böylece 14 ihtişamlı Yüce, hemen davrandı ve örtü oldular. Onlardan biri o kadar yaklaştı ki, başlangıçta bitişik olan yer ve göğü ayırıp, gökyüzü oldu. Diğer on üçü ise gökyüzünün üzerinde durdular ve Yücelerin ışığını engelleyen karaltılar oldular. Ama hepsini değil! Her Yüce ve Ulu’nun bir parça parıltısının geçmesine izin verdiler ki, bu alem hiçbir Yüce ve Ulu’nun ışığından mahrum kalmasın…
Sadece bir tutam ışığı görülen Yüce ve Ulu olanlar, bu alemin semasını dolduran yıldızlar gibi göründüler. Onları örten, en yakın yüceler ise burçlar.
Yüce ve Ulu olanlar, burçların arkasında oturdular ve alemi çevrelediler. Düşüncelerini, burçların arasında açılan ve sürekli değişen yollardan oraya gönderdiler. İnişte her düşünce kendi başınaydı. Burçların arasından izlediği yola göre değişir ve yeni bir kimlik kazanırdı. Sahip oldukları bir tutam ışıkla güneşin haberini getirseler de artık güneşin kendisi değillerdi.
Yüce ve Ulu olanlar, oraya kendileri olarak giremezlerdi. Çünkü bu alem onların bildiklerini bilmedikçe, onların bilincini taşıyamazdı. O yüzden sadece bilinçlerini oraya yönelttiler ve düşünceleriyle orada gezindiler. Yüceler, oradaki her türlü gücü ve elementleri kullanarak, çeşit çeşit canlıyı düşlediler. Her türlü hayvanat, çok geçmeden yeryüzünde yükselmeye başladı. Yüceler onları bilinçleriyle var ettiler ve içlerini düşünceleriyle doldurdular. Böylece onların da kendi düşünceleri olabildi.
Yüceler çok geçmeden sadece efsanelerde görebileceğiniz türden hayvanlara hayat verirken, Ulular o kadar maharetli değildi. Onlar sadece ağaçları, bitkileri, böcekleri ve küçük hayvanları düşünebildiler.
İlk başta sadece aydınlık vardı. Daha sonra ise sadece yıldızların ışığı altındaki karanlık. Denge sıradaydı…
Yüce ve Ulu olanların düşünceleri, yıldızların ışığı altında karanlıkta dolaşıyor ve sadece kendilerini bilebiliyorlardı. Birbirlerinin maharetlerini göremiyorlardı.
Yüceler ve Ulular kendi işleriyle meşgulken, sevgili harekete geçti. Bir nefeste aleme o kadar yaklaştı ki, neredeyse bir sonraki adımı oraya inecekti. Çok yaklaşmaya çekinerek burçların arkasında duranları geçti, burçları geçti ve nihayetinde yüzü gökyüzünden görülecek kadar yaklaştığında durdu. Merhametli bir anne gibi kollarını açtı ve sevgiyle kucakladı alemi. Kucağı, alemi sarıp sarmalayan bir kemere dönüştü. Alem döndükçe o da dönerdi ve zaman zaman yüzünün farklı çehreleri kemer boyunca görünür olurdu. Alem, sevilerek büyüyecekti…
Yüceler ve Ulular, sevgilinin aleme bu kadar yaklaştığını ve yüzünü oraya döndüğünü gördüklerinde büyük değişikliklerin olacağını bildiler. Lakin hiçbiri daha sonra olacaklara hazır değildi…
Sevgilinin yüzü gökyüzünde belirdi ve alemin ortasından, ulu bir ağaç yükseltti. Sonra kalbinde yanan iradenin alevini, ağaca üfledi. Göklere uzanan ulu ve görkemli ağacın yaprakları yanmaya başladı ve bir daha sönmedi. Böylece artık orada ışık vardı…
Ulu Ağaç, yeryüzüne doğmuş bir güneş gibi parladığında tüm alem aydınlandı. Sevgilinin gökyüzünde asılı duran çehresi de tüm ihtişamıyla, nefes kesici güzelliğini ortaya çıkarmak için aydınlandı. Kendi söndürülemez ışığı ile parlamıyordu, sadece ağaca bahsettiği bir tutam ışığı, bir ayna gibi geri yansıtıyordu. Fakat bu bile denizleri köpürtmeye ve toprağı sallamaya yetmişti.
Sevgilinin güzelliği sadece hazır olanlar içindi. Olmayanların tek gördüğü ayna gibi bir peçeydi. Yoksa onun güzelliği karşısında daha nice kalpler hareket ederdi?
Alem nihayet içeriden aydınlatıldığında manzarası herkese aşikâr oldu. Beşiğin ortası geniş, düz ve bereketli ovalarla kaplanırken; etrafı aşılması imkânsız, yüksek dağlarla çevrelenmişti.
Böylece içine yerleştirilen bebekler içeride kalabilir ve kenarlarından düşmezlerdi. En dışta, gökyüzünü tutarcasına ulu zirveler varken, merkeze doğru alçak tepeler sıklaşırdı. Merkezinde ağaç olan ortadaki dümdüz ovalar ise, hiç görülmemiş güzellikte nimetlerle donatılmıştı.
Yüce ve Ulu olanlar, yapılanlara ilk başta akıl erdiremediler. Lakin başından beri her şeyin ağaca göre yapıldığını, nihayet sevgilinin ışığı o ağacın yapraklarından yansıdığında anladılar. Sonra kenarlara yapılmış yüksekçe dağlara ve gittikçe alçalan kumdan tepelere baktılar. Ve gördüler ki, nihayetinde her şey yine ağaçta sonlanacaktı.
Her biri dikkatlerini verdi ve düşüncelerini oraya gönderdi. Maharetlerini sonuna kadar kullandılar ve ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar ama neticede sevgilinin bıraktığı ipuçlarını takip etmişlerdi. Başından beri onun planını uyguluyorlardı…
Sevgili işini bitirdiğinde, hepsi beşiğin etrafına toplandılar ve onun sanatını büyük bir hayranlıkla taktir ettiler. Oradan taşan güzellik ve ihtişam karşısında mest olmuşlardı. Neticede ne kadar izlerlerse o kadar bağımlı hale geldiler ve hiçbirisi ayrılmak istemedi.
Beşiğin ortasına yerleştirilmiş, Ulu Ağacın, sevgilinin ışığı ile nasıl parladığını ve tüm alemi nasıl aydınlattığını gördüler. Sevgilinin ışığı, kendisinden hiçbir şey eksilmeden nasıl oradan da parlıyordu, bilemediler. Kalbinde yanan irade alevini, oraya nasıl yerleştirdiğini anlayamadılar.
Nihayetinde Yücelerin en yücelerinden Ruh, sevgiliye isteğini bildirdi. “isterim ki bendeki ateş, onların iradelerini tutuştursun.” dedi ve diğerlerini korkutan irade alevini ortaya çıkardı. Ruh’un irade alevi parladığında diğerleri hemen sönükleşti. Onlar da hemen uzaklaştılar, zira yakın kalırlarsa kendi alevleri her an sönebilirdi.
Ruh, sevgiliden sonra en yüceydi. İradesi en çoktu. Sevgili onu geri çevirmedi. Burçların arasından ve ayın arkasından iradesini nasıl indireceğini gösterdi. Ama onu uyardı ve “Sana yolu gösterdim ama ben harekete geçmedikçe, sen asla istediğini alamazsın. Andolsun ki, ben de sadece zamanı geldiğinde harekete geçeceğim…”
Ruh uyarıyı aldı ama yine de harekete geçti. İrade alevinden bir tutam aldı, burçların arasından ve ayın arkasından oraya attı. Alevi yeryüzüne indi ve tüm canlılara dağıldı. Artık Ruh, hepsinin içinde vardı. Lakin Ruh, gerçekten de istediğini bulamadı. Oradaki hiçbir canlı, ruhu bilecek kapasitede değildi. Ruh’un alevi, hiçbirinin bedeninde gerektiği kadar yer bulamadı.
Oradaki hiçbir canlı ruhu aramadı ve bulamadı. Yücelerin ve Uluların düşünceleriyle var oldular ve içgüdülere dönüşen bu düşüncelerle var olmaya devam etmek, onlara yetti.
Sadece Şeytan’ın düşündüğü cinler, ruhu hissedebildi ama onlar bile yeterince tanımaktan aciz kaldı. Düşünceleri, düşündüler ve akıllı oldular. Ruhu bildiler ama anlayamadılar…
Sonra Şeytan vardı.
Yücelerin en yücelerinden. Son derece ihtişamlı ve ışıl ışıl, güzel bir suret ve asil bir tavır ile geldi. Son derece şiddetli bir gücü ve otoriter bir ihtişamı vardı. Ruh, iradesi en kuvvetli olansa, belki de o en güçlüsüydü. Kaderin Şarkısında var olma iradesi en çok Ruh’un sesinden duyulmuşsa, Şeytan’ınkinden en çok gücün naraları işitilmişti. Hatta sesinin diğerlerini korkuttuğu ve bastırdığı zamanlar vardı. Bilincinin engin bir okyanus gibi olduğu ve bilgisinin sınırı olmadığı söylenirdi.
Sevgiliye olan hayranlığı, herkesten çoktu. Lakin onun sevgisi, ne zaman bilinmez ama karanlığın kapıları tarafından çarpıtılmış; arzu, kıskançlık ve tutku ile doluydu. Ona bahşedilmiş büyük güçler vardı ve bu da içinde kibir biriktirmesine neden olmuştu.
Sevgiyi bildi ama hiçbir zaman anlamadı. Sevgiliye baktığında, arzu ettiği her şeyi görürdü. Çünkü o gerçekten sevmek istemedi. Bu yüzden sadece kendi yansımasıyla avundu. Onu nefretin zıttı; sahip olunacak, elde edilecek bir şey sandı. Oysa vermeyi, vazgeçmeyi ve terk etmeyi hiç düşünemedi. Böylece umutsuzca aradığının zaten kendisine verilmiş olduğunu hiç fark edemedi…
Başlangıçta tüm Yüceler ve Ulular düşüncelerini gönderdiğinde, o da göndermişti. Diğerleri hayallerinde sevgilinin düşündüğü tüm güçleri dahil ederken; Şeytan, ayaklar altında ezilen toprağı küçümsedi ve düşüncelerinde toprağa yer vermedi. En güçlü elementlerin ateş ve hava olduğunu gördü ve düşüncelerinde onları bolca kullandı. Su ateşi söndürdüğü için daha az kullanıldı. Topraksa hiç düşünülmedi. Böylece onun düşündükleri istediklerinde gözlerden uzak olabildi. Ateş gibi yakıcı, rüzgâr gibi tutulmaz ve su gibi şeffaf oldular. Onlara örtülü olanlar, cinler denildi.
Şeytan, zaten Ruh’u kıskanıyordu. İrade alevini oraya göndereceğini duyduğunda daha da kıskandı ve onları gizlice dinleyip yolları öğrendi. Ama Şeytan, Ruh düşündüğü cinlerin içine girdiğinde bile harekete geçmedi. Sabırlıydı. Cinlerin nasıl da üstün geldiğini, diğerlerinin düşündüklerine nazaran nasıl ruh sahibi olduklarını görünce kibirlendi. Cinlerin bu aleme hükmedeceğini gördüğünde, içinde garip bir tatmin duygusu ortaya çıktı.
Sonra Adam vardı.
O dürüsttü ve dosdoğru yol üzereydi. Şeytan ile güçte yarışabilse de, Ruh ile iradede yarışabilse de, o bunu yapmazdı. Başından beri huşu içindeydi ve dikkatini hiç dağıtmadı. Etrafında olup bitenler, onu hiç etkilemedi. Diğer Yücelerin düşündüğü gibi ihtişamlı hayvanlar ya da Şeytan’ın düşlediği gibi üstün bedenli canlılar düşlemedi. Onun düşünceleri neredeyse Uluların düşünceleri kadar sade ve basitti. Beşerler dediği küçük hayvanları düşünmüştü. Onlar sadece birbirlerine zorbalık eden bir gurup zayıf ve küçük hayvandan ibaretti.
Sadece Yücelerin en yüceleri tarafından düşünüldükleri için biraz daha zekiydiler. Uyum sağlamakta iyiydiler ve bu şekilde hayatta kalabiliyorlardı.
Ve zamanı geldiğinde, sevgilinin çoktan sessiz sedasız harekete geçmiş olduğunu gördüler…
Ulu Ağacın alev alev yanan yaprakları altına, başka gidecek yeri olmayan iki beşer varmıştı. Onlar, daha önce kimsenin fark etmediği ağacın meyvelerini buldular ve yemeye cesaret ettiler. Meyve onları yaktı ve acı çekmelerine sebep oldu. Acıya sabrettiklerinde içlerini çok daha geniş buldular. Diğer hiçbir canlıya bahşedilmeyen, sevgilinin düşünceleri ile kendilerine geldiler ve kendi düşünceleri gelişmeye başladı…
Ruh, onları bulduğunda gözlerine inanamadı. Yeni doğmuş iki canlıya bakarken, aslında başından beri onları aradığını hissetti. Hemen ikiye bölündü ve biri erkek olana, diğeri dişi olana girdi. Bu canlının kalbi diğerlerine göre o kadar genişti ki, Ruh bunca boşluğun neyle doldurulacağını merak etti. Sonra gördü ki; yeni kendine gelen erkek ve dişi birbirine bakıyor, çoktan birbirlerine duydukları sevgiyle kalplerini dolduruyordu.
“İşte şimdi yerimi buldum…” dedi Ruh.
“Yeminler olsun ki bizim aklımızdaki de buydu…” demeye başladı pek çok Yüce ve Ulu olan. Sevgilinin zanaatı karşısında bir kere daha şaşkınlık duydular. Çünkü her biri, bu suretleri düşünmek istemişti ama bir türlü düşünememişlerdi. Sanki suret gözleri önüne geliyor ama bakamadan kayboluyor, fikir akıllarına doğuyor ama düşünemeden kaçıyor gibiydi. O yüzdendir ki düşündükleri her şey başından beri, onlara benzemişti.
Onlar güçlü değildi. Hala buradaki hayvanların en zayıflarıydı. Ama artık hayvan değillerdi. Tüm Yüce ve Ulu olanlar, onları sordu.
“Onlara İnsan denir.” diye cevapladı sevgili. “Unutan demek…” diye de ekledi.
Sonra hepsi bir köşeye baktılar. Adam’ın oturduğu yere. Onun da onay verdiğini gördüklerinde anladılar. Demek, düşüneni unutmuşlardı. Düşünceleri artık duymazlardı. Duyduklarını kendinin zannederler, kendilerini düşünen sanarlardı. Böylece benlikleri uyanmıştı…
Hepsi artık kendi başına olan insanların ne yapacağına dikkat kesilirken, Şeytan çok kıskanmıştı. Bütün ilgi cinlerden insanlara kaydığı için, onların reddedildiğini düşündü ve dolayısıyla aşağılanmış hissetmişti.
“Sen ayrımcılık yaptın!” diye işaret etti en sevgiliye. “Topraktan türemiş insanlar, nasıl olurda ateş ve havadan türeyen cinlerden üstün olabilir?!”
Sevgili yüzünü ondan çevirdi.
Şeytan’ın bu sözleri söyleyebilmesi için kalbine gölgenin ne zaman düştüğü bilinmez ama Akaşık Kayıtlarına göre ışıltılı çehresine ilk gölge böyle düşmüştü. Sevgilinin ondan yüz çevirmesiyle kibri iyice alevlenen Şeytan daha fazla yerinde duramadı ve diğerlerini titreten öfke dolu muazzam ihtişamını yükseltti.
“O zaman ben de oraya ineceğim ve kimin daha üstün olduğunu kanıtlayacağım!” diye bağırdı. Azgın bir okyanus gibi kaynayan iradesinden, yerleri ve gökleri yakmaya kadir bir tutam alev ayırdı ve diğerlerine dönerek, “Sizler de bana karışmayacak ve işime engel olmayacaksınız. Çünkü benim alevim de benim iradem de şüphesiz sizler gibi en yüce olandandır.”
Böylece hiçbir Yüce ve Ulu, ona engel olmadı. Zira hepsi aynı zihnin ürünü, aynı ateşin alevleriydi. Herkesin kendi şarkısını hatırlamaya, kendi kaderine şahit olmaya hakkı vardı. Bu yüzden şarkıyı birlikte söyleyenlerin, birbiri üzerine hükmü yoktu.
Sonra Şeytan, kendinden emin bir şekilde söyledi: “Böylece zamanı geldiğinde, arzularına yenilmiş bir gurup küçük hayvandan başka, aralarında başka insan bulamayacaksınız…”
Böylece diğerleri Şeytan’ı durdurmadı. Şarkısını söylemesine karışmasalar da alemler üzerinden konuşmaya hakları vardı…
…
Ruh gibi nazikçe gelmedi Şeytan, bir ejderhanın öfkeli kükremesi gibi ilerlerdi burçların arasından ve cehennemin gazabı gibi yağdı gökyüzünden. Şeytan’ın iradesi öfke dolu bir meteor gibi düştü yeryüzüne.
Beşiğin semasındaki burçlar karıştırıldı ve düzensizlik oluştu. Onların bu düzensiz hali, yeryüzünde karışıklığın habercisiydi.
İradeler, düşünceler gibi çeşitli ve karmaşık değildi. Ne de burçlardan ve aydan etkilenirlerdi. Saf bir şekilde neyse oydu.
İnsanların üzerine göklerden bir azap gibi yağmak ve onları korkutup, sindirmek istedi. Karşı konulamaz, üstün iradesini onlara kabul ettirmek ve boyun eğdirmek istedi. Ama onun kaynayan iradesi, sevgilinin iradesiyle yanan ağacın huzurundaki insanlara, sıcak bir esinti gibi geldi.
Ulu Ağaç, onun öfkeli iradesi karşısında hafifçe sallandı ve birkaç yaprağın dalından koparak ona doğru uçmasına izin verdi.
Şeytan’ın iradesi, üzerine gelen yapraklardan acı çekti. İradesi açıkta kaldığı için kolayca yaralanıyordu. Kaçmak ve kendisine kudretli bir beden bulmak istedi. Ama etrafını ateşten bir irade duvarıyla sarılmış halde buldu.
Alevler içinde yanarak uçuşan yapraklar, şekilsiz iradeyi ateşten bir girdabın içine hapsetmişti. O sırada çaresiz kalan Şeytan, hor gördüğü topraktan ayrılamayan küçük bir yılana sarılmak zorunda kalmış, kibirle tutuşturduğu iradesini, pişmanlıkla ona zorlamıştı.
Sevgilinin çehresi Ay gökyüzünde asılıyken, cevabı tez gelmişti. Şeytan’a müdahale etmese de beşiğe izinsiz giren iradenin cezası olarak, ayakları kırılmış ve hor gördüğü toprakta sürünmeye mahkûm edilmişti. Böylece Şeytan’ın oraya övünerek gönderdiği irade alevi, yerlerde sürünmek zorunda olan bir yılana mühürlenmişti…
…
Şeytan’ın iradesi kuyruğunu kıstırıp, toprağın derinlerine saklanırken çoktan pişman olmuş olsa da nefreti azalmamış, büyümüştü. Çok geçmeden güçlenmemin ve iradesini diğerlerine kabul ettirmenin yollarını arar olmuştu. Zamanın olmadığı, her şeyin an etrafında dönüp durduğu bu yerde, nice senelerdir Pan adıyla anılır ve tapılır olmuştu. Canlıların çoğunu hükmü altına almış, iradesini onlara zorlar olmuştu…
Ulu Ağacın yaprakları zamanı geldiğinde dalından kopar ve uzaklara seyahat ederken parlamaya ve aydınlatmaya devam ederdi. Yaprak, toprağa düştüğünde ise emilir ve Ulu Ağacın tüm yeryüzünü kaplayan kökleri sayesinde yeniden ağaca döner ve yeniden filizlenirdi. Böylece günler hep aydınlıktı.
Pan, yeterince büyüdüğünde ve güçlendiğinde, hareket eden tepeler gibi olan cüssesiyle yavaşça Ulu Ağaca yaklaşmış ve etrafına dolanmıştı. Bedenini birbiri üzerine yığarak, güneşin ışığını engelleyen dağlar gibi yükseltmişti. Artık yapraklar uçtuğunda, onun cüssesine çarpar ve uzaklara gidemeden, onun dağları yutarcasına açılmış ağzına düşerdi. Onun kibri, nefreti ve öfkesi sonunda güç uğruna her şeyi yiyip tüketen bir açgözlülüğe dönüşmüştü.
Bu şekilde Ulu Ağacı zayıflatır ve zamanı geldiğinde dibinde huzur içinde yaşayan insan çiftini de yiyebilirdi.
Ulu Ağaç, bu hain planla zayıfladığını gördüğünde, muazzam gövdesi yarıldı ve iki insanı içine alarak, onları derin bir uykuda güvende tuttu. Onların Pan tarafından tüketilip yok edilmesini önlemek için, özlerini kökleri aracılığı ile çok uzaklara gönderdi.
O kadar uzağa gönderdi ki, sınırdaki ulu dağlara ulaştırdı. Bu aşılmaz dağların derinliklerindeki mağaralarda, güçlü yırtıcılardan saklanan zayıf hayvanlar vardı. Onlar beşerlerdi. Eski geleneklerini sürdürürler, bu mağaralarda doğarlar ve ölürlerdi. Ulu Ağaç, olması gerektiği gibi özü, beşerlere ulaştırdı. Gerisi kaderdi…
Kaderin ağları örülürken, En Sevgili Mutlak Saray’daki tahtında gözlerini açmış ve başından beri tahtından hiç kıpırdamamıştı…