novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 9: Mavi Bilye

  • Efe Kutluay
  • 9 Mart 2024 19:53:25
  • 0 yorum
  • 1

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

”Bağlayıcı, ırkının kaderi için teslim olduktan sonra Federasyon ona üç şart sundu; kovan zihni parçalanacak, Connexalar herhangi bir canlıya zarar veremeyecek şekilde tersine evrimleşecek ve tüm teknolojik birikimlerini geride bırakacaklardı. Bağlayıcı bunu kabul etti ve sadece bir buçuk senede o gezegenler arası seyahat yapabilen ırk şu anki ilkel bile denemeyecek hallerine dönüştüler.” dedi Konstantin ikimizde oturmuş Paul’un ona getirdiğim bir tas suda yüzmesini izlerken, ”Ama yine de Bağlayıcı, ırkını korumak için son bir numara daha yaptı. Her ne kadar bir sineği dahi incitemeyecek hale gelmişlerse de yeni Connexalar oldukça dayanıklıydı. Tersine evrimleri sırasında her ortamda yaşayabilecek şekilde adapte olmuşlardı. Paul’un hem suda hem karada, aklına gelebilecek her türlü iklimde yaşayabilmesinin sebebi işte bu.”

Paul, ismini duyunca kafasını sudan çıkarıp ”vikledi”, ikimizde bir şey demeyince tekrar suya daldı.

Malum olaydan bu yana bir hafta geçmişti. Ertesi gün tekrar geldiğimde bu saçma olay hakkında hiç konuşmadan klasik soru-cevabımıza devam etmiştik. Bu süre zarfında benim ona olan paranoyam artık yok gibiydi, bir düşmana karşı bu kadar sempati duymak ve güvenmek aptalcaydı. Ama yine de güveniyordum işte, sanırım bu güven tek taraflı da değildi.

Ayrıca Paul’la da tanışmıştım bu süreçte. Bu küçük, altı ayaklı ve koca gözlü canlı her ne kadar Konstantin’in yanında aşırı sevecen ve sıcak kanlı davransa da iş başkalarına (en azından Konstantin, öyle söylüyordu) epey sinirli bir arkadaşa dönüşüyordu. Özellikle Paul gibi şirin bir canlı tehditkar durmaya çalıştığında bir tık ters tepiyor ve oldukça komik görünüyordu. İko görse dayanamayıp kalp krizi geçirirdi muhtemelen…

Bunun dışında İko’yla birlikte Ain de Konstantin’le konuştuğumu öğrenmişti (veya muhtemelen hali hazırda biliyordu ama bilmemezlikten geliyordu) , bu yüzden ara sıra Konstantin’le yaptığım sohbetlere onlar da katılıyordu artık. Ain genel olarak daha teknik sorular sorarken İko daha çok Terralılarla anlaşma ihtimali ve onların duyguları üzerine sorular soruyordu. Terralıların sadece savaşan ve fetheden bir ırk değil de bizim gibi dostları ve aileleri olan bir ırk olması düşününce hala şaşırtan bir şeydi.

Teknik demişken, Konstantin bana hiç ”Dünya”dan bahsetmemişti. Ain sorunca ”Erda’ya benziyor” diye kısa bir yanıt vermişti. Bu pek tatmin edici bir yanıt değildi.

”Konstantin, bana Dünya’dan bahsetsene?” diye sordum.

”Demiştim ya, Erda’ya benziyor.” Ain’e verdiği yanıtın aynısını vermişti.

”Daha düzgün anlat, gerçekten merak ediyorum.” böyle deyince gülümsedi, herhalde ”merak ediyorum” demem hoşuna gitmişti.

”Pekala, ama bir dakika zaman ver.” deyip elmacık kemiğinin üzerindeki garip metal parçasına (buna odak diyorlardı) birkaç kere dokunup gözleriyle bir iki hareket yaptı. Ardından sol kolunun üzerindeki garip cihazdan bir hologram çıktı, mavi renkli bir gezegen vardı hologramda.

”İşte Dünya burası, insanlığın veya sizin taktığınız adla Terralıların evi.” dedi, ”insan olup olmama” konusunda laf mı sokmuştu bana bilmiyorum ama şu noktada çok da umurumda değildi. Hologramdaki görüntüye bakılırsa gerçekten de Erda’ya benziyordu burası, tek farkı bir tık koyu maviydi, muhtemelen atmosferinin bizimkine oranla daha kalın olmasından kaynaklanıyordu. Bunun dışında Erda’nın aksine daha çok kıtası vardı, en azından bana öyle görünmüştü.

”Çok güzel, değil mi?”

”Evet.” diyebildim sadece, şu an kafamı verdiğim tek şey bu gezegenin hologram görüntüsünü her ayrıntısıyla incelemekti.

”Dünya, Güneş adlı bir yıldızın çevresinde döner, bu sistemdeki Güneşe en yakın üçüncü gezegendir. Güneş etrafında bir turunu üç yüz altmış beş gün altı saatte, kendi etrafındaki bir turunu ise yirmi dört saatte tamamlar.”

Konstantin bunu dedikten sonra hologram Dünya’dan uzaklaşarak beyaz renkli ve Dünya’ya oranla küçük bir gök cismini gösterdi, ”Bu da Ay, Dünya’nın tek doğal uydusudur. Ayrıca biz İnsanlığın çıktığı ilk gök cismidir.”.

Bir süre beyaz-gri renkli bir topa benzeyen şeye baktım, ”Pek de yaşanılabilir bir yere benzemiyor.”

”Değil zaten, Ay’ın bir atmosferi yok. Bugün Ay’da yaşayan herkes Ay’ın altına kurulmuş yer altı şehirlerinde yaşıyorlar.” eliyle yaptığı birkaç hareket sonrası görüntü Ay’a yaklaştı ve yapay bir gökyüzü altında gündelik işleriyle uğraşan insanlarla dolu bir şehri gösterdi.

”İlginç, burada yaşayan insanlar hiç kafese kapatılmış hissiyatı yaşamıyorlar mı?” diye sordum.

”Nasıl yani?” diye soruma soruyla karşılık verdi Konstantin.

”Yani, gerçek bir gökyüzü altında yaşamak yerine sahte bir gökyüzünün altında bulunma fikri bana aşırı sahte ve sanki bir hapishanedeymişim hissiyatı verdi.”

Gülümsedi, ”İlginç bir bakış açısı.” ardından sordu, ”Sence özgürlük nedir?”

Bunun cevabı benim için netti, ”Gece yukarı bakabildiğimde yıldızları görebilmek.” yine hiçbir şey demeden gülümsedi, normalde dediklerime herhangi bir cevap verilmeden sadece gülünüp geçilse sinirlenirdim. Ama Konstantin, bunu yapınca herhangi bir sinir hissetmiyordum, hatta mutlu bile oluyordum dene bilir…

”Başka neler var? Dünya, hakkında başka neler anlatabilirsin?” diye sordum.

”Dünya hakkında neleri öğrenmek istiyorsun ki?”

”Her şeyi!” yüz ifadesine bakılırsa bu cevabım çok hoşuna gitmişti.

”Peki.” ardından hologram tekrardan Dünya’ya döndü, ”Dünya’da Erda’nın aksine iki değil yedi tane kıta vardır. Bunlar Avrupa, Asya, Kuzey Amerika ve Güney Amerika, Okyanusya ve Antarktika’dır.” dedi eliyle her kıtanın yerini göstererek. ”Bunlardan Antarktika hariç hepsinde doğal insan yaşamı vardır.”

”Orada niye yaşam yok?”

”Antarktika Dünya’nın en güney bölgesinde yer alır, bu nedenle insanlar ilk ortaya çıktıkları yerden oraya asla göç etmediler. Bunun yanında iklim koşulları nedeniyle burası penguenler ve foklar hariç hiçbir canlının yaşamasına uygun değil.”

”Penguenler ve ne?” diye sordum, Konstantin yine hiç duymadığım kelimeler söylemişti.

”Penguenler ve foklar, Dünya’da yaşayan bir tür kuş ve memeli.” diyerek bu sefer hologramdan önce siyah, küçük kanatları olan bir kuş ve alt tarafı balık üst tarafı ise bir köpeğe benzeyen bir canlı gösterdi.

”Antarktika’yı saymazsak insanlar Dünya’nın her köşesinde yaşarlar. İnsan nüfusunun en çok olduğu yer Kuzey Amerika ve Avrupa’dır.” dedi sol üst taraflardaki iki bölgeyi göstererek, ”Beş yüz yıl kadar önce bu unvan Asya’daydı. Yaşanan bazı olaylar sonucu bu unvanı kaptırdılar.”

”Ne gibi olaylar?” diye sordum.

”Ekolojik olaylar, küresel ısınma sonucu eriyen buzlar ve birçok yerleşim yerinin sular altında kalması, kuraklık, hastalıklar vesaire. Asya’da bundan epey nasibini aldı pek tabii.” dedi ve ardından başka bir harita daha gösterdi, bazı bölgeler suların yükselmesi sonucu batmış ve haritanın mavi bölgeleri arasında kaybolmuştu. Ama yine de böyle büyük bir nüfus kayması sadece ekolojik olaylar sonucu olabilir miydi? Sanmıyorum, ama şimdilik sustum.

”Peki sen nereden geliyorsun?”

”Polonya, gerçi aslen Almanım ama orada doğup büyüdüm.” dedi, ardından ”Avrupa” dediği kıtanın doğu taraflarındaki bir ülkeyi gösterdi, ”İşte burası Polonya, onun hemen solunda ise Almanya var, resmi adıyla Birleşik Almanya Cumhuriyeti. Bugün Almanya Dünya Ulusları Federasyonunun Dünya üzerindeki en güçlü ekonomik güçlerinden biridir.” sesi gururla doluydu.

”Dünya’da kaç tane ülke var?” diye sordum, ”Yüz kırk, eskiden bu sayı daha fazlaydı tabii. Federasyon kuruluncaya kadar geçen süreçte birçok devlet tek çatı altında birleşti ya da yıkıldı.” dedi. Yüz kırk mı?! Bu kadar çok devlet nasıl kendi aralarında bir kaos yaratmadan durabiliyorlardı? Veya belki de bu Dünyalılar için normal bir sayıydı ve Erda’nın ulusları da onlar için fazlasıyla azdı.

”Burası Varşova, Polonya’nın başkenti. Liseyi burada okumuştum.” dedi tarihi ve modern binaların iç içe olduğu bir şehri gösterirken. ”Burası da Berlin, Almanya’nın başkenti. Bu da Brandenburg Kapısı, buranın hemen kuzey taraflarında Reichstag bulunur, o da Almanya’nın asırladır parlamento binası olarak görev yapar.” önce altı tane kolon ve onun üzerinde at arabasına benzeyen bir yapıyı ardındansa üzerinde kubbesi olan ve epey eski görünmesene rağmen bir o kadarda sağlam görünen bir yapıyı göstererek.

”Burası İstanbul, Türkiye’nin gözbebeği. İki kıtayı birbirine bağlaması ve tarihi ile eşsiz bir şehirdir. Ama küresel ısınmadan da nasibini alan şehirlerden biridir ayrıca. Her ne kadar zamanında sular altında kalmış görkemine yeniden kavuşturulması için çok çaba sarf edilse de bundan hala çok uzak.”

”Burasıda Yeni Tokyo.” dedi başka bir şehir gösterirken, burası birçok farklı çağın yan yana olduğu bir yere gibi görünüyordu. Eski ve geleneksel olduğu belli binaların yanında gökdelenler uyumlu bir şekilde yükseliyordu. ”Japonya’nın başkenti olan Tokyo, yükselen su seviyesi sonrası tamamen batan şehirlerden bir tanesi. Neredeyse kırk yıllık bir süreç sonunda şehir ve üzerindeki tarihi alanlar birebir şekilde restore edildi. Şu an eski gelenekselliğinin yanında Federasyonun başkenti olmasından dolayı kozmopolit bir yapıya da sahip.”

Ardından bir sürü şehir gösterdi bana. Moskova, Almatı, Seul, Washington, New York, Yeni Londra… Hepsi de birbirinden şık tasarımlı ve gelişmiş şehirlerdi. Her biri farklı özellikleriyle öne çıkan ve birbirinden farklı ”şeylere” ev sahipliği yapan yerlerdi, en azından Konstantin’in anlattığı kadarıyla böyleydi.

Ama yine de şayet Konstantin’in dediklerinin birazı bile doğruysa bu Terralıların istedikleri her şeye sahip oldukları anlamına geliyordu. Açlık, hastalık, kıtlık gibi şeyler bize oranla çok daha azdı. Sadece Dünya değil de bir çok farklı gezegene hükmettiklerini varsayarsak kaynak sıkıntısı yaşamaları söz konusu bile değildi, şan ve şöhret için savaş evresini de çoktan aşmışlardı.

”O zaman bize niye saldırdınız?” diye sordum.

”Anlamadım?” bir anda konuya atlamama şaşırmıştı.

”Elinizde her şey varken, tabiri caizse ulaşamadığınız hiçbir şey yokken ne oldu da bize saldırmaya karar verdiniz?”

Bir süre sessizlik oldu, ”Madenler için.” dedi.

”Maden mi? Hepsi bunun için miydi yani?” şaşırmıştım, ben daha büyük bir amaç beklemiştim şahsen.

”Akelarium denen bir maden için.”

”O nedir?”

”Yıldız elması desem tanıdık gelir mi?” o an daha büyük bir şaşkınlık yaşamıştım.

Yıldız elması, özellikle şu an Terralı işgali altındaki Batı Cumhuriyet toprakları ve İmparatorluğun dağlık bölgelerinde çıkan bir madendi. Takı ve süsleme yapmak için kullanılırdı. Ama görünüşe bakılırsa bu maden Terralılar içinde önemliydi.

”Niye yıldız elmaslarını istiyorsunuz ki?” diye sordum.

”Enerji amaçlı. Akelarium işlendiği taktirde uzay seyahatleri için gerekli enerjiyi ortaya fazlasıyla çıkarabiliyor. Bu noktada antimaddeden daha ucuz ve işlemesi daha kolay olduğundan Federasyon bilim adamlarının ilgi alanında.” dedi.

Bizim için sadece pahalı bir takı olan yıldız elmasının Terralılar için uzay seyahatinde kullanılan bir yakıt olması… Konstantin’in anlattıklarını dinledikçe her defasında daha da şaşırıyordum.

”Bana uzay seyahatlerinden bahseder misin?” diye sordum, aslına bakılırsa aklıma takılan şeyler arasında en sonuncularından biri buydu. Ama özellikle bu yıldız elması muhabbetinden sonra sorma ihtiyacı hissetmiştim.

”Açıklaması biraz zor.” dedi, sesi kısa kesmek istiyormuşçasına sıkkın çıkmıştı.

”Hadi ama…”

”Evet Konstantin, seni dinliyoruz!” Ain’in bir anda ödümü koparırcasına arkamdan çıkması ve sözümü yarıda kesmesi ile anlık bir kalp krizi yaşamıştım.

Konstantin iç çekti, ”Peki, ama iyi dinleyin, biraz fazla size yabancı olduğunu düşündüğüm kavram var.”

 

 

Milattan Sonra: 2564

 

”Işık hızı ne demek biliyorsunuz değil mi?” diye sordum, anlatacaksam bazı temel kavramların dillerinde var olup olmadığını bilmem gerekiyordu.

”Evet.” diye onayladı ikisi de.

”İyi o halde, peki ışık hızı saniyede kaç metredir o halde?”

”Saniyede 299.792.458 metre.” dedi Ain. Bizdeki bazı temel kavramları bildiklerine göre anlatılacak kolay kısım tamamdı, şimdi zor kısma geçmeliydim:

”Özel görelilik teorisine göre…”

Konuşmaya başlamamla Aliya’nın sorması bir oldu, ”Ne teorisi?” zor olan kısmın bu olduğunu söylemiştim.

”Özel görelilik teorisi, Albert Einstein, tarafından 1905 yılında ortaya atılmış ve uzay-zaman arasındaki ilişkiyi açıklayan bir teoridir. Bu teoriye göre kütlesi olan herhangi bir cisim ışık hızını aşamaz.”

İkisi de durup biraz düşündüler, onlar Einstein’ın kim olduğunu sormadan önce konuşmaya devam ettim, ”Kinetik enerji eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi; bu denkleme göre ışık hızında giden herhangi bir cismin sonsuz kütlesi olması gerekirdi. Bu yüzden kütlesi olan herhangi bir şey ışık hızını geçemez. Bundan dolayı ışık hızında seyahat gibi bir durum söz konusu değildir ki zaten galaksi çapında baktığımızda da bu oldukça yetersizdir, Erda ile Dünya’nın arası iki yüz otuz ışık yılıdır. Işık hızına ulaştığınızı varsaysak bile bu iki yüz otuz Dünya yılına tekabül etmektedir.”

İkisi de bir süre durup düşündüler, ardından ilk konuşan Ain oldu, ”Peki o zaman nasıl buraya geldiniz? Bildiğim kadarıyla sizin için uzay seyahatleri aylar sürüyormuş.”

”İlk başlarda insanlık ışık hızının yüzde doksanı ile doksan beşi arası bir hızla seyahat ediyordu, bu Güneş Sistemindeki gezegenlere ve Alpha Centauri gibi yakın yıldızlara ulaşmak için yeterli olsa da tahmin edersiniz ki onun ötesi için oldukça yetersizdi. Fakat 23. Yüzyılda yapılan bir gelişme tüm insanlık tarihini ve uzay seyahatlerini değiştirdi; bu gelişme ‘Alcubierre motoruydu’. Bu teknolojik gelişim sayesinde insanoğlu ışıktan hızlı bir şekilde seyahat edebilmenin yolunu bulmuştu.”

”Bir dakika, az önce ışık hızına ulaşmanın imkansız olduğunu söylemiştin. Peki o zaman nasıl ışık hızına ulaşamadan ondan daha hızlı hareket etmeyi bulabildiniz ki?” diye sordu Ain.

Tam ağzımı açıp açıklamaya başlayacağım sırada Aliya düşünceli bir şekilde konuştu, ”Bu evrende imkansız olabilir, ama belki başka evrende veya boyutta mümkündür.”

Güldüm, ”Ben anlatmadan anlamışsın bile.” dedim.

Aliya’da gülerek karşılık verdi, ”Şanslı tahmin sadece.” o an kısa bir süre göz göze gelsek de ikimizde utanıp hemen bakışlarımızı kaçırmıştık. Hemen konuşmaya başladım, ”Aliya’nın dediği gibi, Alcubierre motoru karanlık enerjiyi manipüle ederek şu an içinde bulunduğumuz ve bildiğimiz fizik kurallarının geçerli olduğu uzay-zamanda bir yırtık açar. Bu yırtık fizik kurallarının farklı ve tabiri caizse daha ‘gevşek’ olduğu ‘karanlık uzayda’ gidilmek istenen yere bir yol açar. Bu yol normalde gidilmesi gereken mesafeyi oldukça kısaltır. Bu noktada iki yüz otuz Dünya yılına tekabül eden yolculuk süresi altı Dünya ayına iner.”

Ardından cebimdeki defterimden bir kağıt kopardım, sonra da kağıda bir daire çizdim, ”Burası Dünya.” dedim göstererek. Ardından başka bir daire daha çizdim, ”Burası da Erda.”

İki iki daire arasına çizebileceğim en dik çizgiyi çizmeye çalıştım, ”Burası Dünya ile Erda arasındaki uzay-zamanda olabilecek en kısa mesafe.” dedim. Ardından kağıdı iki daire üst üste gelecek şekilde katladım, birbiri üzerindeki iki daireyi hafifçe uzaklaştırdıktan sonra kalemi iki dairenin üzerinden soktum, ”Bu da Alcubierre motoru ile karanlık uzaya girerek alacağınız mesafe.”

”Yani aslına bakılırsa ışıktan hızlı hareket etmiyorsunuz, sadece istediğiniz yere gitmek için kestirme bir yol açıyorsunuz.” dedi Aliya.

”Aynen öyle.” dedim, Aliya gerçekten de hızlı kavrıyordu.

”Ama bir handikapı olmalı bunun, değil mi?”

”Maalesef öyle. Tahmin edersin ki bu işlemi gerçekleştirmek mükemmel miktarda enerji harcamak gerekiyor. Gemilerin kullandığı füzyon reaktörleri bile bu enerjiyi karşılamakta zorlanıyor. Bu noktada Alcubierre motoru için kullanılan ana enerji kaynağı antimadde, ama o da fazla pahalı ve işlemesi zor. Ayrıca Alcubierre motoru için gireceğin ve çıkacağın yerlerin uzay-zaman içindeki koordinatlarını bilmen gerekir. Bu da her zaman istediğin yere gidememene sebep oluyor.”

Ardından epey bir süre konuştuk, ona antimadde, karanlık enerji ve Einstein’in kim olduğu gibi şeylerden bahsettim. İlk kolonileştirilen gezegenler veyahut birçok konuda sorularına cevap verdim, o da bana Erdalıların uzayla alakalı çalışmalarından ve biz gelene kadarki yaptıklarından bahsetti. Tek cevaplamadığım soru burayı nasıl bulduğumuzdu, bunun çok basit bir sebebi vardı:

Çünkü ben de bilmiyordum.

Tabii ara sıra Ain’le de konuşsam da onun ben ve Aliya’nın muhabbetindeki varlığı daha çok konuk oyuncu gibiydi. Ben ve Aliya muhabbete daldığımız sıralarda onun varlığını unutuyorduk. Garip bir şekilde bu durumdan rahatsız görünmüyordu. Yüzünde bizim bu halimizden zevk alan bir gülümseme vardı, en azından dışarıdan görünen hali böyleydi.

 

 

”Ben de bugün gelmeyeceksin diye düşünmeye başlamıştım.” dedim Theslaff’ın parmaklıkların arkasında belirmesi ile.

”Merak etme, seni unutmam.” diye karşılık verdi benzer derecede alaycı bir ses tonu ile.

”Anlat bakalım, bu sefer niçin geldin?” diye sordum.

”Misafire neden geldiği sorulmaz, siz Terralılar hiç de misafir perver değilsiniz.”

”Beni özlediğin için gelmediğine göre…”

”Aferin bay dedektif, beni yakaladın. Madem çok istiyorsun, hemen gelme sebebimi söyleyeyim. Bir buçuk hafta kadar önce ne konuda anlaşmıştık?”

Gelip beni alttan alta tehdit ettiği geceyi düşündüm, ”Aliya’nın kafasını bulandırmamam mı?”

”Aynen öyle, kıza artık ne anlattıysan gün boyunca dersleri dinlemek yerine kağıtların üzerine daireler, noktalar ve çizgiler çizip, katlayıp notlar aldı. Aliya’yı üzmek istemediğim için görmemezlikten geldim gerçi ama haberin olsun, dediklerini çok düşünüyor.”

Bir an düşündüm, kıza ışık hızından hızlı seyahatin oldukça basit bir anlatımını yapmıştım. Anlattığım şeyleri önemseyip (ki bu çok saçma bir çıkarımdı çünkü önemsemese baştan sormazdı) bunlar üzerine kafa yorduğunu bilmek güzel bir histi itiraf etmek gerekirse.

”Ne anlattın kıza?”

”Işıktan hızlı seyahat.”

”Peki.” ardından bir süre sessizlik oldu, ‘!Kağıt, nokta-daire ve kalem ile ışıktan hızlı seyahati açıklamak fazla basit değil mi?”

”Nasıl yani?”

”Şöyle ki, Alcubierre motorunun prensiplerini açıklamak için her ne kadar iyi ve basit bir yol olsa da eksikleri var. Misal motorun uzay zamanı yırttığını anlatmışsındır. Ama bu yırtığın oluşturabileceği anomalileri anlatmadın yüksek ihtimalle. Veyahut karanlık uzaya çıplak gözle bakmanın insan psikolojisinde oluşturduğu etkileri, veya daha da basitinden hala üstesinden gelemediğiniz zaman genişlemesi gibi.” dedi.

Hızla oturduğum yerden kalktım, ”Ne demek istiyorsun?”

”Sistemin ilk geliştirildiği zamanlarda yırtığın infilak ederek Jüpiter’in Io uydusunun yarısını yutması gibi. Veya yine motorun ilk geliştirilme aşamasında FCA Europa adlı bir yolcu gemisiyle karanlık uzaya girip çıkamaması gibi. Veya…”

”Nereden biliyorsun bunları!?” diye bağırarak kestim sözünü, ama kadının beni gram umursadığı yoktu.

”Ama itiraf etmem lazım, özellikle sizin takviminize göre yüz yıllık bir süreçte siz Terralı insanlar bu teknolojiyi olabildiğince geliştirdiniz, bu takdire şayan bir şey. Ama hala kusursuz değil, daha on Terralı yılı önce…”

”Nereden biliyorsun bunları diye sordum!” o an girdiğim şoku kelimelere dökmem mümkün değildi, bu manyak kadın nasıl olurda bizim hakkımızdaki bu bilgilere sahipti? Aklıma ilk gelen şey Konrad’ın bahsettiği şu ”iş birlikçilerdi”. Kendisinin benim ne olduğumu öğrencilerinin öğrenmesini istememesi de bunu destekler nitelikteydi. Ama yine Konrad’ın anlattığı kadarıyla bu bilgiler sadece Erdalı yüksek komutanlığının en üst rütbelerince ve bazı üst düzey devlet görevlilerince bilinen bir şeydi, Theslaff’ın da pek yüksek rütbeli biri olduğunu sanmıyordum.

”Sinirlenme hemen, sizi de takdir etmeye de gelmiyor. Takdir etmek demişken; yaptığınız teknolojik ilerlemeler her ne kadar takdire şayan olsa da bunların hepsinin kendi eseriniz olduğunu söyleyebilir miyiz ki? Şayet ki sizin tabirinizle ‘kalıntıları’ bulmasanız buralara gelebilir miydiniz ki?” dedi. Ağzıma açmaya yeltendiğim sırada yine konuşmaya devam etti, bu sefer ciddiydi:

”Peki kalıntılardan niye Aliya’ya bahsetmedin? Yoksa tavsiyeme o an mı uymaya karar verdin? Malum inandığı şeylerin sadece birer…”

Bu kez söz kesme sırası bendeydi, bu sefer bağırmadan ve ”olabildiğince sakin” bir şekilde sordum, ”Bunları nereden biliyorsun?”

”Ha şöyle, az kibar ol. Ama önce benim soracağım bir soruyu cevaplaman lazım.” dedi.

İç çektim sıkıntıdan, ”Ne gibi?”

Eğilip yüzüme daha yakından baktı, ”Alta’da savaştın mı?” net bir şekilde sordu.

”Hayır.” benim cevabım daha netti.

”O zaman yüzün neden bu kadar tanıdık geliyor?”

O an dediği şeye hem şaşırdım hem de aniden kafamda bir şimşek çaktı ”Ben değil ama kardeşim savaştı.”

Konrad, bu Alta denilen yerde savaşmıştı, az da olsa orada olanlardan bahsetmişti. UNSF Oğuz’un nasıl bir anlık savunma açığı sonucu yok edildiği ve Erda’lıların bize karşı ilk büyük zaferi kazandığını vesaire…

”İlginç.” dedi, ”Kardeşin her kimse sana aşırı benziyor olmalı.”

”Öyle düşünen ilk kişi değilsiniz.”

”Yaşıyor mu?”

”Yaşıyor.”

”İyi.” dedi, ardından kapıya yöneldi.

”Benim sorumu cevaplamadın!” diye bağırdım arkasından.

Göz ucuyla omzunun arkasından baktı, ”Kuşlar söyledi.” dedi dalga geçercesine. Tam arkasından yine bağıracağım sırada güldü, ”Tamam tamam, celallenme hemen. Sen de hiç şakaya gelmiyorsun.”

Ardından yine aniden ciddileşti, aslında ciddileşmekten öte sanki bir şeyi hatırlayıp üzülmüş gibiydi. ”Bir arkadaşım vardı. O bana anlattı.” dedi sadece.

”İş birlikçilerinizden miydi?” diye sordum.

”Hayır, tam aksine Dünya’ya sadık biriydi. Savaşırken öldü.” bir süre sessiz durduktan sonra devam etti, ”Yuri Templar, adı bu.”

Hızlı adımlarla dışarı çıkmadan önce son kez konuştu, ”Sakın Aliya’yayla ‘arkadaş’ olayım deme. İkinizde üzülürsünüz.” bunları yüzü bana dönük değilken söylemişti ama sesi duygusal olarak çökük bir durumda olduğunu gösteriyordu. Özellikle ”Yuri Templar” derken sesi çok kötüydü.

Kendisi odayı terk ettiğinde tek yapabildiğim şaşkınlıkla kendimi yatağa atmak olmuştu. Bu ”manyak” kadının hakkımızda bildikleri, Konrad’la bir şekilde karşılaşmış olma ihtimali (veya blöf yapıyordu, bilemiyorum ama sesi çok yalan söyler bir tonda değildi), Yuri Templar, denen adam… Hepsi sanki dağılmış kocaman bir yapbozun parçaları gibiydi.

Ve daha önemlisi, o bize ”Terralı insanlar mı” demişti?

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset