novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 8: İnanç ve Bilgi

  • Efe Kutluay
  • 8 Mart 2024 20:59:51
  • 0 yorum
  • 2

Milattan Sonra: 2564

 

”Amin”

Hiçbir zaman çok dindar biri olmasam da kendimi bildim bileli dua ederdim. Bir tanrı veya kurtarıcı figürüne inanmak insanı rahatlatan bir şeydi, bu konuda ben de pek bir istisna değildim. Hayır, dinle kafayı bozmuş biri olmamıştım, sadece bana huzur veriyordu bir şeylere güvenmek.

Gözümü açıp duvara astığım haç şeklindeki kolyeyi almak için uzandığımda ise göz ucumla Aliya’yı gördüm, parmaklıkların solundaki duvardan kafasını hafifçe uzatmış izliyordu.

”Merhaba.” dedim gülümseyerek, hızlıca ayağa kalkıp parmaklıklara doğru gittim.

”Merhaba, rahatsız etmedim değil mi?” diye sordu duvarın ardından kendini göstererek, üzerinde buradaki askeri öğrencilerin giydiği klasik kırmızı-siyah ceket ve gömleği, beyaz pantolonu ve kahverengi çizmesi vardı.

”Yok be, rahatsız etmedin.”

”Dua mı ediyordun?” diye sordu gözlerini kısarak.

”Evet.” diye yanıtladım.

”İtiraf etmeliyim, bir Terralının dua edebileceğini hiç hayal etmemiştim.”

”Sana kalsa bizler ot gibi yaşayan duygusuz canlılarız değil mi?”

”En azından yakın zamana kadar öyle düşünüyordum diyelim.”

Güldüm, demek ki algısını (biraz da olsa) değiştirebilmiştim.

Bir süre hiçbir şey demeden durduktan sonra sordu, ”Bana Terralı dininden bahsetsene.”

”Spesfik bir Terralı dili olmadığı gibi spesifik bir Terralı dini de yok.” diye yanıtladım.

”Ne gibi?”

”Anlatsam anlar mısın ki?”

Bu lafım üzerine bir anda parladı, ”Sen beni aptal mı zannediyorsun be!”

”Hayır tabii ki de! Sadece siz Erdalılara yabancı çok kavram var.” dedim hızla toparlamaya çalışarak.

Telaşla toparlamaya çalışmam hoşuna gitmiş olacak ki sırıttı, ”O zaman o kavramları da anlatırsın.”

İç çektim, ”Peki. Başlayalım o zaman.” ardından devam ettim:

”Dünyadaki dinler ikiye ayrılır, monoteistik dinler politeistik dinler.”

Devam edemeden kız araya girdi, ”Onlar ne demek?”

”Tek tanrılı ve çok tanrılı dinler. Mono Antik Yunancada tek, Poli çok demektir.”

”Antik Yunanca mı?”

”Eski bir dil, binlerce yıl önce konuşuluyordu. Şu an bilimsel isimlendirmelerde kullanıyoruz genelde.” ardından konu daha fazla dağılmadan devam ettim, ”Dünya’daki dinlerin çoğu monoteistik yani tek tanrılıdır. Bu tek tanrılı dinlerin büyük kısmını İbrahimi dinler adını verdiğimiz dinler oluşturur. Bunlar Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamdır. Bu üç dinin ortak özellikleri inandıkları tanrının aynı olduğunu iddia etmeleri ve aynı coğrafi bölgeden çıkmalarıdır. Bunun dışında bu üç din de kendi içinde görüş ayrılıkları ve toplumsal şartlara bağlı olarak farklı mezheplere ayrılmaktadır. Mesela ben Hristiyanlığın Protestan mezhebine inanmaktayım.”

”Demek inandığın dinin adı Hristiyanlık. Neye inanılıyor bu dinde?” diye sordu Aliya.

”Hristiyanlık İsa Mesih’in öğretileri üzerine kurulmuş bir dindir. Temeli teslis inancı veya bir diğer deyişle kutsal üçleme üzerine kurulmuştur. Buna göre Tek Tanrı üç eşit ve ayrılmaz parçadan oluşur; Baba yani Tanrı, Oğul yani İsa Mesih ve kutsal ruh. İsa Mesih, Hristiyanlığın peygamberi ve insanlığı ilk günahtan kurtaracak olan kişidir, bu görevini çarmıha gerilerek ve bizim kefaretlerimiz için kendi canını feda ederek yerine getirmiştir. Bugün İsa Mesih’in sembolik doğum tarihi Dünya’nın tamamına yakını tarafından kullanılan miladi takvimin başlangıcı kabul edilir. Şu an da Milattan Sonra 2564 yılındayız.” diye yanıtladım onu.

Beni meraklı bakışlarla dinledikten sonra bir süre düşündü, ”İlk günah diye bir şeyden bahsettin, nedir bu?”

”Hristiyanlığa göre ilk insanlar olan Adem ve Havva’nın işlediği günahtır. Adem ve Havva, Tanrının yasaklamasına rağmen şeytanın saptırması ile yasak meyveyi yemişler ve cennetten kovulmuşlardır. Ölümlü olmak, günah işleme kabiliyetine sahip olmak ve kusurlu olmak ilk günahın bir sonucudur.”

”Yani ölümlüsünüz çünkü ‘Adem ve Havva’ meyveyi yedi, öyle mi?”

”Sanırım öyle diyebiliriz.” dedim.

”Peki şu an bunlara ne kadar kişi inanıyor?” diye sordu Aliya, sanırım anlattıklarımı ”saçma” bulmuştu.

”20. yüzyıldan beri Dünya’daki dinlere inançlı insan sayısı eski yüzyıllara oranla düşüşte. Buna rağmen insan yarısından fazlası kadarı hala örgütlü bir dine mensup.” diye yanıtladım onu.

Bilimsel gelişmeler ve İnsanların yapılamaz denenleri yapmaya başlaması ile Dünya’daki birçok dini görüş sallanmaya ve buna bağlı olarak değişmeye başlamıştı. Aslında bu çok daha önceden beri olan ve süren bir şeyin modern yansımalarıydı sadece, benim inandığım Protestanlık da aslen bu anlattığım sallantı ve değişim sürecinin bir parçasıydı, imparatorların ve onlara taç giydiren papanın tanrının gölgesi olarak görüldükleri bir dönemde ortaya çıkmış ve onların da sadece bir insan olduğunu, tanrı ile kul arasına girmemeleri gerektiğini söylemişti.

Ama yine de bu din ve bilim çatışması bazen ikilem yaşamama sebep olmuyor değildi. Bugünkü bilimsel gelişmeler her türlü dinin birçok konuda yanıldığını kanıtlıyordu. Dünya’nın şeklinden tutun da insanların kökenine kadar. Bugün evrim reddedilemeyecek bir bilimsel gerçekken dini yaratılış hikayelerine taban tabana zıt olması (mantıklı olarak) ister istemez benim gibi insanları ikileme sokan şeylerdi. Birinin gerçekliğini bilirken diğerine inanmak… Garip bir histi, acaba Erdalılar da dinleri konusunda bu tip ikilemlere düşüyorlar mıdır?

”Bana kendi dininizden bahseder misin?” diye sordum.

”Neden öğrenmek istiyorsun ki?” diye sordu.

”Sen benim dinimi neden öğrenmek istediysen o yüzden.”

Verdiğim cevaptan memnun olmuş olacak ki yüzüne takındığı şüphe ifadesi tekrardan gülümsemeye dönüştü, ”Peki, anlatayım.”

Ardından bağdaş kurup karşıma oturdu ve anlatmaya başladı:

”Bundan belki hatırlanmayacak kadar yıl önce insanlık Erda adlı bir gezegende yaşıyorlardı. Beş kavim ve bunlara ek olarak kuzey ve güneyin çorak topraklarında yaşayan yabanıl kavim bu topraklarda yaşarlarmış. Bu uzak çağlar insanlık için bilim ve teknoloji konusunda şu an bile hayal edemeyeceğimiz gelişmelerin yaşandığı zamanlarmış. Hastalıklar, kıtlıklar, fakirlik, suç vesaire, hepsi ‘Beşler Medeniyeti’ insanları için geçmişte kalmış şeylerdi.”

”Erda mı? Erda zaten şu anki yaşadığınız gezegen değil mi?” diye sordum aynı şekilde otururken, kafam karışmıştı.

”Tam değil. Burası Usi-Erda, yani Yeni Erda.” dedi ve devam etti:

”Ama insan hırslı bir varlıktır. Her zaman ama her zaman daha çoğunu istemiştir. Bu da refah dönemlerinde bile çatışmaların yaşanmasına sebep olan şeydi. İşte tüm bu hırslar sonucu Beşler Medeniyeti dağıldı ve büyük bir iç savaş başladı, kullanılan silahların gücü savaş sırasında yaşanan insanlık dramı o kadar büyüktü ki dini kaynaklarda bu olay ‘insanlığın yıldızları hayal kırıklığına uğratması’ olarak adlandırılır.

Savaşın sonucu tam bir yıkımdı, oluşan ceset dağları, yıkılan şehirler ve harap olan bir gezegen. Öyle ki yabanıl kavimin bile biz medeni insanların yaptığı bu şeyden tiksindiğini anlatır kaynaklar. Ama savaşın getirdiği tek yıkım bu da değildi elbet. Kullanılan savaş aletleri Erda’nın iklimsel dengelerini de bozmuştu. Bazıları buna doğanın bir savunma mekanizması der, bazıları da yıldızların cezalandırması; ama kesin olan bir şey varsa da bu insanlığın nihai sonundan başka bir şey değildi…

Kimsenin kazanamadığı ve onlarca yıl süren savaştan sonra beş kavim ilk kez toplandı. Ellerinde bulunan ve savaş sonucu kıt kanaat kalan kaynaklar ve yaklaşan felaketler silsilesi düşünülünce insanlık için Erda’da yaşamanın bir yolu kalmamıştı. O toplantıda insanlık soyunu devam ettirmek için büyük ve radikal bir plana imza attılar: İnsanlığın Erda’dan göçü…

O dönem ki insanlık uzay teknolojileri konusunda ilerlemiş olsalar da hala yeteri kadar iyi durumda değillerdi. Siz Terralıların aksine uzay yolculukları hala göze uzak ve zor görüne şeylerdi. Kıt kanaat kaynaklarla yapılan zorlu çalışmalar ne yapılırsa yapılsın istenilen sonucu vermiyordu, ortaya çıkan hiçbir sonuç insanlığı kurtarmaya yetecek düzeyde değildi. İşte o an bir mucize oldu…

Yıldızlar onlara karşı işlediğimiz tüm günahlara ve yaptığımız kötü şeylere rağmen bizi affetmeye karar vermişti. Düşen bir göktaşı içerisinde bize ihtiyacımız olan ilmi ve bilgileri göndermişlerdi. Bu işaret ”Ülgen’di”, yıldızların bize karşı uzattığı yardım eliydi bu…

”Nasıl bir şeydi bu?”

”O dönemin gelişmiş insanlığının bile hayranlık duyacağı seviyede bir bilgi birikimi taşıyordu. İnsanlığı yok oluşundan kurtaracak olan şeylerdi bunlar. Üzerinde bir de mesaj vardı; ‘Yıldızlara Ulaşın’.”

Kızın son şeyi söylemesi ile adeta kanım çekildi.

”Bir sorun mu var?” diye sordu Aliya, herhalde o duyduğum cümleden sonra yaşadığım şoku fazla gizleyememiştim.

”Yok bir şey, sen anlatmaya devam et.” dedim yüzüme bir gülümseme takmaya çalışarak. ”Yıldızlara Ulaşın”, kalıntılarla bir bağlantısı mı vardı yoksa? Varsa bu istemeden de olsa çok büyük bir keşif yapmış olduğum anlamına geliyordu. Ama yine de tam olarak dinlesem daha iyi olurdu, erkenden kanıya varmak bir yarar sağlamazdı…

Pek ikna olmamışa benzese de anlatmaya devam etti ,”Yıldızlardan gelen mesaj doğrultusunda çalışmaya başladık, en sonunda harap olmuş medeniyetten bile çok daha üst bir düzeye çıkmıştık. Tabii bu başarı insanlığın içinde olduğu ölüm kalım yarışının da unutulmasına yol açtı, kısa sürede eski düşmanlıklar ve hırslar tekrardan başlamıştı. Bu sefer her kavim Ülgen’i kendileri için kullanmak ve onu başkalarıyla paylaşmamak istiyordu.

Bu ikinci savaş öncekinden daha kısa ama daha yıkıcıydı, üstüne ekolojik felaketin de kapıda olmasıyla insanlık için iyice zora girmişti. Ama tüm bu yapılan hatalara ve göz göre göre yoktan var edilen zorluklara rağmen plan başarılı olmuştu. Erda’nın iyice çöktüğü günlerde insanlık yıldızlar arası göçüne başlamıştı. Tabii umulanın aksine tüm bir insanlık birlikte değil, beş kavim de ayrı ayrı göç etmişti.”

”Yabanıl kavim, onlara ne oldu?”

”Onlara ne olduğunu gökler ve yıldızlar ancak bilebilir. Donmakta ve batmakta olan Erda’da kendi kaderlerine terk edildiler.”

”Diğer dört kavim peki?”

”Diğer dört kavime ne olup olmadığımı bir muamma. Teologlar bile bu konuda pek bir fikre sahip değil. Bazıları Beş kavimin şu an yaşayan ulusların ataları olduğunu söylerken bazıları ise sonsuz gök diyarın derinlerinde kayboldukları yönünde. Ama bildiğimiz şeyse biz yani Dördüncü Kavmin Yıldızların gönderdiği ”Tugur’un” yol göstericiliğinde burayı, Usi-Erda’yı bulduğu.”

”Peki tüm o teknolojik birikim, onlara ne oldu?” diye sordum.

”Eski atalarımız buraya geldikten sonra büyük bir hata yaptılar, hırsın teknoloji ve ilerleme ile orantılı olduğunu ve bu yüzden insanlığın bir daha bir felaket yaşamaması adına yok edilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Bu Erda-Yal dininin ”öze dönüş” adlı son bölümüdür, ayrıca takvim bu noktadan başlar. Sizde ki miyati takvim gibi.” diye cevapladı.

”Miladi takvim.” diye düzelttim onu.

”Pardon.” dedi gülerek, ikimizde bir diğerinin kavramlarını telafuz etmekte pek iyi değildi.

Düşündüm, bizim dinlerimizde bulunan pek çok şey bu Erda-Yal denen dinde de vardı. Yahudilerin on iki kabilesi, büyük göç, tufan, Türk-Macar efsanelerindeki ”Tuğrul” ve benzeri şeyler farklı şekillerde onlarda da vardı. Konrad bana her zaman bu kavramların düşündüğümüzden daha evrensel olduğunu, bu yüzden de birbiriyle alakasız kültürlerde bile ortaya çıktığını anlatırdı, şimdi kızı dinleyince az da olsa hak vermiştim ona.

Diğer yandan ”Yıldızlara Ulaşın” demesi hala aklıma takılıyordu, her ne kadar bu bağlantıyı kızın önünde açarak kafasını karıştırmak istemesem de (dinle alakalı sohbetler pek tatsız bitebiliyordu) kafamı tırmalamaya devam ediyordu.

”Peki ne kadar kişi bunlara inanıyor?” diye sordum ona.

”Net olarak cevaplayamayacağım bir soru bu, genellikle eski Teokrasi topraklarında ve şu an ki İmparatorluğun topraklarında inanılıyor. Birleşik Krallık ve Federasyon’da ise inanılan dinlerden biri olsa da oralarda kadar popüler değil. Cumhuriyette ise çok az kişi inanıyor, her ne kadar bir yasak olmasa da Yalin Hükümetinin ”Bilim Kültü” propagandaları bu dini oralarda epey sildi.” dedi.

Bilim Kültü isminden anladığım kadarıyla bundan yedi yüz veya sekiz yüz yıl kadar önce Fransa’da var olmuş ”Akıl Kültü” gibi bir şey olmalıydı.

”Peki sen bunların ne kadarına inanıyorsun? Gerçekten de yıldızlar senin için tanrı mı?” diye sordum.

”Bizdeki tanrı inanışı sizdeki gibi değil. Yanlış anlamadıysam sizlerin inandığı tanrı ‘her şeye gücü yeten ve kainattan gayrı ve onun üstünde’ bir varlık. Bizler içinse sadece yıldızlar değil, kainatın tamamı, ki buna biz de dahiliz, bu yaratıcı özün bir parçası ve asla birbirinden ayrı değil. Ama yine de yıldızlar, tüm bunlar arasında en görkemlileri ve şüphesiz kainat için en önemlileri olması sebebiyle tabiri caizse ‘eşitler arasında en eşitidir’ bizim için.” diye yanıtladı.

Konrad bana inandıkları dinin ”panteistik” olduğunu söylemişti, kızın bu bakış açısı pek de sürprüz değildi.

”Peki yıldızların hidrojen ve helyum gibi gazlardan oluşan plazma küreleri olduğunu biliyorsun değil mi?”

”Biliyorum, yüz binlerce yıl önce seyahat etmiş atalarım da biliyordu, ama bu onların kutsallığını düşürmedi…”

”Peki peki anlayabiliyorum.” olayın daha fazla uzamaması için yarıda kestim onu, sanırsam istemeden de olsa damarına basmıştım.

Bir süre daha böyle muhabbet ettik. Yarım saat kadar sonra Aliya saatine bakıp konuştu, ”Benim şimdilik gitmem lazım, aksi taktirde fena faka basarım. Görüşürüz Konstantin.” ardından ayağa kalkıp uzaklaşmaya başladı.

”Aliya!” diye bağırdım arkasından.

”Efendim?”

”Bana tarih ve teolojiyle alakalı kitaplar getirir misin? Tabii şansın olur…” ben cümlemi bitiremeden gülerek cevap verdi:

”Tabii ki.”

”Sağol.”

”Rica ederim.”

O giderken aklıma yine bir şey takıldı, kız benle konuşurken bizden hiç ”insan” diye bahsetmiyordu. Her ne kadar aramızdaki buzlar bir miktar erimiş de olsa hala bir ”insan” değildim onun gözünde.

Bu biraz… Can sıkıcıydı.

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

Kendime doğru gelen kılıç darbesine hızlı bir şekilde karşılayıp hemen dengemi tekrar sağladım, ardından ağabeyiminmin birkaç saniyelik saldırı sonrası hazırlıksızlığından faydalanmak için hemen ileri atıldım.

Abimse hemen toparlanıp rahatlıkla saldırımı karşıladı, bense hemen geri çekilip karşısında tekrardan pozisyon aldım.

”Boyuna rağmen hiç fena değilsin.” dedi ağabeyim rahat bir ses tonuyla.

”Boy kısalığının düelloda büyük bir etken olduğunu sanmıyorum.” dedim tekrardan üzerine atılırken.

Kılıçlar, doğal olarak günümüzde pek tercih edilmeyen silahlardı (Jatlanların kullandığı devasa modelleri saymazsak), ama yine de insanlar için sembolik önemini çağlar geçmesine rağmen asla yitirmemişti. Armalar, bayraraklar, seremoniler, kutlamalar… Birçok yerde insanlığın bu antik zamanlardan beri kullandığı silahı görmek hala mümkündü. Peki biz niye ağabeyimle kılıç düellosu yapıyor ve kılıç dövüşü üzerine çalışıyorduk? Her ne kadar gerçek hayattaki kılıç dövüşü bilgisinin Jatlanların yakın dövüş performansına etkisi olsa da asıl amacımız bu değildi. Kılıç dövüşlerinde yetkinlik İmparatorluk Hanedanı (ve genel olarak birçok soyluailede) üyeleri için bir gelenekti, ben ve ağabeyim de bu geleneği sürdürmeye çalışıyorduk.

Üzerine atıldıktan sonra ağabeyim rahatlıkla hamlemi karşılayıp karşı saldırıya geçti. Birkaç dakika boyunca o saldırdı, ben savundum. Onun hızlı saldırılarına karşı elimden geldiğince hızlı karşılık vermeye çalışsam da zorlanmaya başlamıştım. ”Adi herif hem nasıl bu kadar uzun olup hem de bu kadar rahat bir şekilde dengesini koruyabiliyordu?” diye içimden sövdüm. En son darbesini de engelleyip bir anlık boşluğunda hemen geriye atılıp soluklanmaya çalıştım.

”Pes mi?” diye sordu alayla, yorulduğumu anlamıştı doğal olarak.

”Asla!” dedim nefes nefese bir şekilde.

”Peki, ben pes ediyorum o zaman.” deyip kılıcını kınına soktu.

”Ağabey! Yeter artık!” diye bağırsam da pek umurunda olmamıştı. Ağabeyim ne zaman düellolarımızda benim nefes nefese kaldığımı veya zorlandığımı görse ”pes ediyorum” deyip çekilirdi. Küçükken inanılmaz hoşuma giden bu olay şimdilerde ise sadece sinir bozucuydu. Abimin bana hala küçük bir kızmış gibi davranması sinirime dokunuyordu.

”Kazandın işte bücür, daha ne istiyorsun?”

Bir şey diyemedim, şu noktada abimle inatlaşmak faydasızdı, ağabeyim için ne kadar büyürsem büyüyeyim ”bücürdüm” her zaman.

”İyla! Hadi gel.” dedi ağabeyim kılıcını tekrardan kınından çekip benim gittiğim taraftaki bankta oturmuş bizi izleyen nukaneye bakarak.

”Bunun pek iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum Leevy.” dedi İyla.

”Hadi ama gel işte!”

”Emred.. Y-yani peki majes… Y-yani Leevy.” ona uzattığım kılıcı alıp hızlıca ağabeyimin yanına gitti.

Onları izlerken birkaç saat önce Konstantin’le yaptığım konuşmaları düşündüm. Bana Terralı dinlerinden bir tanesinden bahsetmişti, bende ona Erda-Yal’dan bahsetmiştim. İlgisini çekmiş olacak ki benden kitap bile getirmemi istemişti. Yani en azından ben böyle olduğunu umuyordum, düşmanım olmasına rağmen ona çok hızlı güvenmiştim. Muhtemelen bu çok büyük bir hataydı ama yine de Konstantin’e güveniyordum, onu bir canavar olarak ”göremiyordum”.

O da bana güveniyor olacaktı ki sorduğum soruları cevaplıyordu, burada esir olmasına rağmen bize karşı nefret duymuyordu (en azından böyle görünüyordu). Nedendi bilmiyorum ama sanki bizi anlamaya çalışan ve empati kurmak için çaba gösteren bir hali vardı. Tıpkı bir insan gibiydi…

İşin garibi o da kendisine insan diyordu. Ona göre Terralılar insandı, bizlerse… Bu konu hakkında onunla hiç konuşmamıştım. Ben Terralılar için nasıl sadece insana benziyorlar diye düşünüyorsam o da muhtemelen benzer bir düşünceye sahipti muhtemelen.

”Ahhhhh!” karnına yediği kabza darbesi ile yere yığılmıştı ağabeyim.

”İyi misin Leevy?” diye sordu İyla, abimin yanına çömelerek.

”İyiyim iyiyim…” ardından hemen ayağa kalkıp kılıcını tekrar çekti, ”Hadi gel! Daha bitmedi işimiz!”

Üç dakika kadar sonra bir daha yerdeydi.

”Leevy, bence durmalıyız…” demesine kalmadan ağabeyim bağırdı, ”Gerek yok! İyiyim…”

Ağabeyimi bir kelimeyle özetlemem gerekirse bu ”inatçı” olurdu. Savaş, siyaset, spor, dersler… Aklınıza gelebilecek her türlü konuda böyle biriydi, bir şeyleri tam yapmaya çalışana kadar asla durmazdı.

”Leevy, bu kadar yeter…”

”Bu sefer üç değil beş dakika dayandım. Bence bir başarı ha?” dedi ağabeyim kendi kendi ile dalga geçercesine, yüzü talim yapmış değil de dayak yemiş gibiydi, gerçi ağabeyimin çevresi bu haline alışıktı yüksek ihtimal.

”Evet Leevy, gelişim var.”

Ağabeyimin bir diğer yapmak istediği şeyde bir nukaneye karşı ne kadar dayanabileceğini görmekti. Nukaneler normal bir insandan daha hızlı ve daha dayanıklıydı, bizim gibi yorgunluk hissetmedikleri gibi çekince, heyecan veyahut korku gibi savaş ve çatışma sırasında insanı tereddüte düşürecek duygulardan da muaftılar. Bu az önce bahsettiğim şeyler fiziksel güçleriyle de birleşince durdurulamaz bir savaş makinesine dönüşmelerine sebep veriyordu.

Yerimden kalktım, Konstantin’in istediği kitapları almaya gidecektim.

”Nereye gidiyorsun?” diye sordu abim hafif sendeleyerek yanıma gelirken.

”Yapmam gereken birkaç iş var.” diyerek kestirip attım, verdirdiği sözün bir kuralı hariç neredeyse hepsini çiğnediğimi öğrense nasıl bir tepki vereceğini tahmin edebiliyordum aşağı yukarı.

”Peki, kolay gelsin.” dedi kendini İyla’nın yardımıyla banka atarak.

”Görüşürüz.” ardından kütüphanenin yolunu tuttum.

Akademinin kütüphanesi, akademinin uluslararası yapısı sağ olsun her ulustan eserin yan yana yer aldığı bir ortamdı. Özellikle bağımsızlık savaşları ve bu savaşlar sırasında yaşananlar her ulusun kendince farklı bir tarih anlatısı benimsemesine ve bu anlatıların sıklıkla birbiriyle çelişmesine sebep oluyordu.

Misal teolojiyle alakalı tarafsız bir eser okumak isteyen kişi kesinlikle Cumhuriyetin veya İmparatorluk ile Teokrasinin kaynaklarına bakmamalıdır. Cumhuriyet ideolojik yapısı gereği dini yapılanmaları elinden geldiğince karşı çıkarken İmparatorluk ve Teokrasi bu konuda tam tersi politikalar izlerdi. Bu yüzden Konstantin için Federasyon kökenli bir kaynak seçtim. Bunun sebebi halk ve devlet olarak din hakkındaki görüşlerinin ne Cumhuriyet kadar radikal, ne de İmparatorluk ve Teokrasi kadar tutucu (İmparatorluğun prensesi olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar geçmişte daha da kötüyse de şimdi de o kadar iyi değil) değillerdi. Bu konuda Birleşik Krallık kaynakları da seçilebilirdi aslında ama benim tercihim Federasyonunkilerden yana olmuştu.

Tarih anlatımı ise maalesef bu kadar basit değildi. Her devlet bir diğerinin tarihinde iyi veya kötü bir şekilde rol oynadığından kimse tam olarak tarafsız olamıyordu. İmparatorluk ve bağımsızlık savaşlarına kadar geçen süreçle alakalı İmparatorluğu öven tüm kaynaklar ya yine İmparatorluğun içinden çıkan kaynaklardı ya da diğer ulusların İmparatorluk işbirlikçilerince yazılmış kaynaklardı.

Bunun dışında İmparatorluk neredeyse her kaynakta emperyalist, zorba, mutlakiyetçi ve bağnaz bir devlet olarak resmedilirdi. Bu tanımlar ulusum için zaman zaman haklı olsalar da atladıkları bir şey vardı. Tüm bu eksilere rağmen İmparatorluk Erda’daki teknoloji, askeriye, ekonomi ve toprak olarak hala en büyük ülkeydi. Kısaca iki yüz kırk dört sene önce alınan yenilgiye rağmen ”İmparatorluk hala İmparatorluktu”.

Tarih sahnesinde nefretle anılma durumu pek tabii sadece bize özel bir durum değildi. Cumhuriyet, Teokrasi kaynaklarında din düşmanı kafirler; Cumhuriyet kaynaklarında da Teokrasi, devrime ve aydınlanmaya düşman yobazlar olarak yazılırdı. Birleşik Krallığı oluşturan Krallıklardan birinin cumhuriyet ilan ederek Federasyon’a katılması da iki ülkenin hem politik hem de ”tarih bilimi” arenasında aralarının gerilmesine sebep olmuştu.

Aynı şekilde birbirlerini kağıt üstünde tanımayan Yalin Cumhuriyeti ile Birleşik Yalin Cumhuriyeti de tarihsel anlatımlarını kendilerine göre yazıp çiziyorlardı. İkisi de ”biz gerçeğiz” diyerek birbiri üstünde hak iddia ediyordu. Yalin Cumhuriyeti bulundukları toprakların ata toprakları olduğunu ve bu yüzden meşru hükümetin kendileri olduğunu iddia ederken Birleşik Yalin Cumhuriyeti de hem dillerini muhafaza ettikleri hem de fetih savaşları sırasında kaçan eski hükümetin devamı oldukları için bu hakkı kendilerinde görüyorlardı. Her ne kadar iki devlet Terralılarla olan savaştan dolayı ittifak halinde olsalar da bu tartışma hala tatlıya bağlanabilmiş değildi.

Konstantin için seçtiğim tarihi kaynak ”Kıtasal Tarih Atlası” adlı ve genel olarak eski kıta da son yirmi yıl öncesine kadar yaşananları anlatan bir kitaptı. İmparatorluk kaynaklı bir kitap olmasından ötürü her ne kadar az önce saydığım sebeplerden dolayı pek tarafsız olamayacaksa da basit anlatımından ötürü Konstantin’in işine yarardı. Sonuçta Konstantin bir ”uzaylıydı”, bir şey anlamak istiyorsa sıfırdan başlaması gerekiyordu.

”Aliya!” duyduğum sesle kafamı sağa çevirdim, seslenen İko’ydu.

”Merhaba İko.” dedim ona dönerek.

”Ne yapıyorsun?” diye sordu yanıma gelip.

”Hiç, alacağım birkaç kitap vardı sadece.”

Kafasını uzatıp kitaplara baktı, ”Bu kitap senin için biraz fazla basit değil mi?”

”Yoo, bazen temel bilgilerini gözden geçirmen gerekir, değil mi?”

Berbat yalan söylüyordum…

Uzatmaması için hemen konuyu değiştirmeye karar verdim, ”Ain’ler nerede biliyor musun?”.

İko’nun yüzünde o bildiğim ve bir kere konuşmaya başladı mı durmayacağını gösteren gülümseme oluştu, ”İstaf’la beraber bahçede dolaşıyorlardı. Sen düşünmek için erken diyorsun ama bence…”

”Aynen öyle. İşimi halettikten sonra konuşalım olur mu?” sözünü kesip hızlı adımlarla yanından geçtim.

”Aliya.” tekrar bana seslenmesi ile ona göz ucuyla baktım.

”Yakalanmamaya çalış olur mu?” dedi hafif endişeli bir sesle. Bu kadar mı belli ediyordum be? Kafamla onu hızlıca onaylayıp bu sefer daha yavaş adımlarla kütüphaneyi terk ettim.

Pek dikkat çekmemeye çalışarak alt katlara inen koridora ve merdivenlere vardım. Karanlık koridorlardan elimden geldiğince ses çıkarmamadan indikten sonra Konstantin’in olduğu koğuşun bulunduğu koridorların loş ışıkları göründü. Loş ışıklı koridora vardığımda duyduğum şeyler musluktan akan su sesine benziyordu. Normalde bu noktalarda adımlarımı hızlandırırken bu sefer parmak uçlarım üzerinde yürümeye devam ettim. Her ne kadar Konstantin’i bir canavar olarak görmesem de hala şüphelerim vardı, gardımı düşürmemek her zaman iyiydi. Suyu içiyor veya yüzünü yıkıyor olabileceği gibi suyu başka şeyler içinde kullanıyor olabilirdi, o dost olmaya çalışan doğasının altında belki de bir tehdit olabilirdi. Tedbiri elden bırakmamak gerekirdi…

Yavaş adımlarla yaklaşıp kafamı uzattım, Konstantin elinde gömleğini su altında tutmuş yıkamaya çalışıyordu, ve üst tarafında herhangi bir şey yoktu. ”Salak Aliya! Tabii ki suyla herhangi kötü bir şey yapamazdı, seni paranoyak salak!” diye kendime sövdüm ve kafamı geri çekmeye çalıştım. Yeteri kadar hızlı olamamış olacaktım ki Konstantin bir anda benim tarafa döndü ve göz göze geldik, o da en az benim kadar şaşkındı. Kafamı geri çekemedim, bir süre öyle salak salak bakıştık. Bu sürede istemsizce vücuduna da bakarak zaten kötü olan durumu daha batırdım.

”Viiiiik!”

Bir anda masanın üzerindeki kaskın içinden çıkan yeşil renkli garip şeyle ikimizde kendimize geldik.

”Ee, ş-şey…” Konstantin, hızlıca durumu toparlamak için bir şeyler gevelemeye çalıştıysa da pek bir önemi olmamıştı. Ben hemen kendimi duvarın arkasına atmıştım.

”Özür dilerim!” diye bağırdım, ”Hem paranoyaklığım hem sapıklığım için!” diye de içimden geçirdim.

”S-sorun değil, kazaydı sadece.” dedi Konstantin. Birkaç saniye sonra tekrardan konuştu ”Bakabilirsin şimdi.” dedi Konstantin, tereddütle kafamı çıkartıp baktım, ıslak gömleğini üzerine geçirmişti, omzunda o yeşil şey sinirli gözlerle bana bakıyordu.

Bir süre ikimizde utançtan birbirimizin yüzüne bakamadık, ”Şey, kitaplarını getirdim.” dedim aceleyle kitapları uzatırken.

”S-sağ ol.” dedi kitapları elimden alırken.

Bu garip sessizlik bir süre daha sürdükten sonra hemen konuyu değiştirmek için yaratığı işaret edip sorum, ”Bu şey ne?”

Yaratık garip bir ses çıkartıp iki ayağını havaya kaldırırken Konstantin konuştu, ”Paul, evcil hayvanım.”

”Evcil hayvan mı? Savaş alanında bir evcil hayvan mı taşıyorsun?”

”Tam değil, sadece görev sırasında kaçak yolcu olarak gelmiş.” yaratığı eline alıp kafasını okşamaya başladı, az önce bağırıp çağıran şey bir anda adeta kendini sevdirtmek isteyen bir kediymişçesine gibi uysallaşmıştı.

”Ş-şey, ben gitsem iyi olur. Yarın görüşürüz!” dedim ve Konstantin’in bir şey demesine fırsat bırakmadan hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Zaten işler yeteri kadar garip bir hal almıştı, daha fazla uzatmanın bir manası yoktu…

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset