novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 7: Merak

  • Efe Kutluay
  • 7 Mart 2024 13:38:06
  • 0 yorum
  • 1

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

 

 

 

‘’Anlamadığım bir şey var; madem bize bu kadar benziyorlar ve bizim gibi düşünüp hissedebiliyorlar, üstüne dilimizi de biliyorlar, niye ilk etapta bizimle konuşmayı tercih etmek yerine saldırdılar?’’ dedi İko oturduğu yerden bir geri bir ileri sallanarak.

 

‘’Nereden bileyim ki?’’ dedi Ain yere uzanmış gök yüzüne seyrederken, normalde Terralılarla alakalı her muhabbete balıklama atlayan Ain’in lafı geçiştirmeye çalışması alışılmışın dışındaydı.

 

Ben mi? Bense terasın çiçeklerini suluyordum, o günden beri bu muhabbetlerden olabildiğince kaçınmaya çalışsam da ister istemez kulak misafiri olmaktan kendimi alıkoyamıyordum

 

Olanlardan beri üç gün geçmişti, bu süre içerisinde okulda o Terralının bilim adamlarına teslim edilmek üzere gece saatlerinde teslim edildiği anlatılmıştı. Kağıt üstünde artık burada bir Terralı yoktu kısaca, fiili olaraksa kendisi hala eskiden soyunma odası şimdi ise mahkum koğuşuna dönüştürülen yerde yatmaya devam ediyordu.

 

Bizim içinse olanlar ayrı bir hikayeydi. Hepimiz yaşananların etkisinden az biraz kurtulduktan sonra bir gece düşünce kulübünde toplanıp bunun hakkında bir daha konuşmayacağımız konusunda ağabeyimin yürüttüğü bir tabancanın etrafında şerefimiz üzerine yemin etmiştik. Silahla yemin etmek eski Seginli kültüründe savaşçı onurunu temsil ederdi, biz de bir manada müstakbel savaşçılar olduğumuz için ağabeyim böyle bir şeyi uygun görmüştü.

 

Tabii tüm bu kulağa havalı gelen şeyler sadece sözde kalmıştı. Hepimize teker teker söz verdirten abim herkes ayrılıp da biz yalnız kaldıktan sonra beni onunla karşılaşmam hakkında yarım saat sorguya çekmişti. Özellikle orada Terralı ile konuşurken söylediğim ’’istesen beni öldürebilirdin’’ lafına epey takılmış, gerçekten zarar görüp görmediğim konusunda emin olmaya çalışmıştı.

 

Kimse başka öğrencilere herhangi bir laf yetiştirmemiş olsa da kendi aramızda konuşmaya devam ediyorduk. En azından bir kısmımız diyelim, ben elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyordum. Ain’le İko’nun konuşması da buna ufak bir örnekti.

 

Merak; çok tehlikeli ve cazibeli bir özellikti biz insanlar için.

 

‘’Aliya! Çiçeği soldurmak mı istiyorsun!’’ diye bağırdı Ain yattığı yerden bana dönüp. O an çiçeği biraz fazla suladığımı fark edip hemen geri çekildim, ‘’Bizi duymamazlıktan geldiğine bakma. Terralı hakkında en çok o düşünüyor.’’ dedi alayla İko’ya doğru.

 

‘’Kes sesini.’’ dedim kendimi toparlayıp sıradaki ve son çiçeğe geçerken. Her ne kadar muhabbetlerden uzak durmaya çalışsam da kendimi düşünmekten alıkoyamıyordum. Ama benim düşüncelerim o yapılan bu muhabbet ve Terralıların doğası hakkında değildi; benim düşüncelerim o ‘’Konstantin’’ adındaki Terralı ile alakalıydı. Benim anlaşmak istediğini söyleyen ve kanımızı dökmek istemediğini söyleyen…

 

Şu son günlerde aklıma gelen tek şey onun yeşil gözleri ve siyah saçlarıydı, ve pek tabii onu görmemle bir anda geriye atılıp kaçmam. Şu an o anı düşününce istemsizce pişmanlık duyuyordum. Beni tehdit etmemişti; tek yaptığı kendini tanıtıp tokalaşmaya çalışmak olmuştu. Tokalaşma adetinin Terralılarda da bulunduğunu varsayarsak yapabildiğim çıkarım zarar vermek istemediğiydi. Bunun dışında ilk karşılaşmamızda yaşadığım duygular ve düşüncelerle de birleşince ortaya aşırı karmaşık bir durum çıkıyordu.

 

‘’Aliya, yine gittin.’’ dedi Ain beni dürterek. Panikle düşüncelerimden uyandım, öyle ki yanlışlıkla elimdeki sulama kabını da yere düşürmüştüm.

 

’’Aferim’’ diye ekledi Ain, kabı düşürünce.

 

‘’Benle uğraşmayı bıraksan keşke.’’ diye söylendim kabı yerden alırken.

 

‘’Ben senle uğraşmıyorum Aliya, sen kendi kendinle uğraşıyorsun. Sözde bu muhabbetleri yapmamamız gerektiğini söylüyorsun ama hiçbirimiz senin kadar düşünüp kalmıyoruz.’’ diye konuştu kendi de ayağa kalkarken.

 

‘’Ne düşündüğünü söylersen sana yardımcı olabiliriz Aliya.’’ dedi İko.

 

‘’Yardım ihtiyacım yok, bir şey düşündüğüm de yok.’’ diye söylendim.

 

‘’Öyle mi?’’ dedi Ain, bir kaşını kaldırıp inanmamış şekilde bakarak.

 

Öfledim, ‘’İyi, düşünüyorum. Ama Terra’lı ile bir alakası yok.’’

 

‘’Ha? Peki ne hakkında düşünüyorsun o zaman.’’

 

En sonunda pes ettim, ‘’Peki, Konstantin hakkında düşünüyorum, mutlu musun?’’

 

Ben Ain’den zafer kazanmış o pislik yüz ifadesini takınmasını beklerken bir anda gözlerine far tutulmuş tavşana döndü.

 

‘’Ne oldu?’’

 

‘’Konstantin mi?’’ diye sordu İko çekingen bir şekilde.

 

O an ne olduğunu anladım, utanıp hemen konuşmaya başladım, ‘’Terralının ismi o.’’

 

İsmi kafama o kadar takılmıştı ki yanlışlıkla her zamanki gibi ‘’Terralı’’ demek yerine adını söylemiştim, kendime içimden küfürler ediyordum…

 

‘’Adını nereden öğrendin? Yoksa gittin konuştun mu onunla?’’ dedi Ain, gözlerini kısarak.

 

‘’Hayır tabii ki! O gün söylemişti, siz duymadınız mı?’’ dedim.

 

‘’Hiçbirimiz senin kadar bu ayrıntıya dikkat etmedik. Hele de İko, kendisi çığlık atıyordu o sırada.’’

 

‘’Ain!’’ diye bağırdı İko.

 

Onlar atışırken ben yine düşünmeye başladım. Bu Konstantin adındaki Terralı, niye bu kadar kafama takılmıştı ki? Hayır, genel olarak Terralıların ne olduğu sorusu bile onu düşününce önemsiz geliyordu. Bir insan niye sadece birkaç dakika konuşup belki de birkaç saniye yüzünü gördüğü bir kişiyi bu kadar düşünürdü ki?

 

En sonunda dayanamadım. Onunla konuşmam gerekiyordu, ne olursa olsun, verdiğim sözü hiçe saymak anlamına gelse bile onunla konuşmam, onu tanımam lazımdı.

 

Ain’le İko’ya döndüm, ‘’Bir şey yapacağım.’’ dedim.

 

‘’Ne gibi?’’ diye sordu Ain.

 

‘’Konsta… Yani Terralının yanına gideceğim, onunla konuşmam lazım.’’

 

Bir süre sessizlik oldu, ‘’Delirdin mi?’’ diye sordu Ain.

 

‘’Ama verdiğin söz!’’ dedi İko endişeyle.

 

‘’Sözü zaten bozduk ki. Söz de onlar hakkında hiç konuşmamamız gerekiyordu. Bence okuldaki hiç kimseye söylemememiz yeterli.’’

 

Ardından arkamı dönüp merdivenler doğru yöneldim. Ama omzumda hissettiğim bir elle durdum.

 

‘’Emin misin?’’ diye sordu Ain.

 

‘’Her şeyden çok.’’ dedim.

 

‘’Peki, o zaman bende geliyorum. Tüm eğlenceyi tek başına yaşamana izin veremem dedi gülerek.

 

‘’Beni de bekleyin!’’ deyip arkamızdan koşturmaya başladı İko.

 

Merak, ne kadar zincir vurmaya çalışırsan çalış her zaman üstün geliyordu. Gerçi benim Konstantin’le konuşmak istemememin sebebinden ben bile emin değildim, sadece içimden bir ses konuşmam gerektiğini söylüyordu. Aklım bunun mantıksız ve gereksiz bir hamle olduğunu çığırsa bile kalbim ve hislerim ‘’Yap!’’ diye bağırıyordu adeta…

 

Peki neden?

 

 

 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2564

 

 

 

 

Tek kişilik koğuşumun (sanırım burayı açıklamak için tek uygun kelime buydu) duvarlarına elime sürterek dolaştım. Bir açık, boş bir yer, kaçmama yardım edecek herhangi bir şey… Her zamanki gibi hiçbir şey yoktu. Buraya geldiğim ilk zamandan beri (üç gün mü olmuştu? Yirmi dört saatlik dünya kafası ile düşününce buranın yirmi sekiz saatine bir aydan uzun süre geçmesine rağmen alışamamıştım) duvarları yokluyordum. Bu kadar eski görünen bir yerde bir açık olmalıydı, olmak zorundaydı.

 

Hiçbir şey bulamayınca üfleyerek kendimi yatağa attım. O an benim yataktan kalkma mı fırsat bilip yatağa kurulmuş Paul da ‘’Viiiik!’’ deyip kendini yataktan attı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi tekrar yatağa çıkıp göğsümün üzerine kuruldu.

 

İç çektim, ne yapmam gerekiyordu? Aslına bakılırsa şu an benim yaşamama izin verilmesi bile çok büyük bir kıyaktı. Bunu yüksek ihtimal Theslaff adlı (sonunda ismini doğru telaffuz etmeyi öğrenmiştim) kadına borçluydum. Bana başından beri bir şeytan gibi değil de bir insan gibi davranan oydu. Peki neden?

 

Tanrı bilir, kadının her gelişinde maksimum bir cümle kuruyorduk ikimizde. İşin komiği beni kaskımı çıkarmam durumunda öldürmekle tehdit eden kişi de kendisiydi. Ama ona rağmen yardım ediyordu.

 

‘’Gerçekten orada olduğuna emin misin?’’ duyduğum sesle kafamı hafif kaldırdım. Çocuksu bir kız sesiydi bu.

 

‘’Tabii eminim! Deney için falan götürülmedi, götürülse ben görürdüm bir kere.’’ başka bir çocuk konuştu, heyecanlı ve kendinden emin bir sesi vardı.

 

‘’Başımız belaya girecek. Keşke sizinle gelmeseydim!’’ dedi başka bir oğlan.

 

‘’Zırlama be! O zaman niye geldin ki bizle?’’

 

Çocuklar mı? Bir askeri akademi öğrencisi için fazla gençti sesleri, kimlerdi ki acaba? Bunu düşündüğüm sırada parmaklıkların önünde üç silüet göründü. Çocuksu yüzleri beni görünce bir anda gerilmişti. Sol taraftaki saçlarını çifte at kuyruğu yapmış bir kız ve en sağdaki gözlük oğlan korkudan ödleri kopmuş gibiydi. En ortalarındakinin de gerildiği belli olsa da zorla gülümseyip konuştu:

 

‘’B-bakın, b-buradaymış!’’ dedi kekeleyerek. Odanın karanlık yapısından dolayı yüzümü tam görememişlerdi herhalde, sadece silüet olarak gözüküyordum muhtemelen.

 

‘’Merhaba.’’ dedim yumuşak bir sesle yavaşça onlara yaklaşarak. İlk başta üçü birden bir adım geriye çekildilerse de yüzümü görünce oldukları yerde kaldılar. ‘’Sen Terra’lı mısın?’’ diye sordu soldaki kız ortadaki arkadaşının arkasına saklanarak. ‘’Öyleyim.’’ dedim yumuşak bir sesle.

 

‘’Ş-şey, hiç korkunç gözükmüyorsun.’’ dedi soldaki kız utanarak.

 

Güldüm bu lafına, ‘’İltifat olarak alıyorum bunu.’’ dedim, ardından onları korkutmamaya çalışarak sordum, ‘’Burada ne işiniz var? Buraya girmeniz yasak değil mi?’’

 

‘’Şey, bize Terralının, yani senin, götürüldüğünü söylemişlerdi. Ama ben senin götürülmediğini biliyordum. Bu yüzden buraya geldim.’’ dedi ortadaki oğlan.

 

Götürüldüğümü mü? Sanırım beni öğrencilerden gizlemeye çalışıyorlardı. Theslaff adlı kadının kendi öğrencilerinden beni gizlemeye çalıştığını biliyordum, başarısız da olsa yapmak istediği şeyi göstermişti bir kere. Sanırım o on kişilik grup haricindeki diğerlerine de bu tarz bir şeyler söylenmişti.

 

‘’Anlıyorum, ama buralar sizin gibilerin girmesi için uygun mekanlar değil, biliyorsunuz değil mi?’’ diye sordum, onlara düşman olarak öğretilen bir kimseyi ne kadar ciddiye alırlardı bilmiyorum ama sırf merakları yüzünden başlarının belaya girmesini istemezdim.

 

‘’Gideceğiz zaten birazdan Bay Terralı! A-ma şey, önce bir resminizi çizmek istiyoruz sorun olmazsa.’’ dedi çocuk solundaki kızın taşıdığı kağıt ve kalemleri alırken. Bağırıp çağırmamaları iyi olmuştu, ama resmimi çizmek… Bu başlarını belaya sokabilirdi işte. Hemen onları oyalamak için bir şeyler düşündüm.

 

‘’Bence kağıtlarla daha eğlenceli bir şey yapabilirsiniz.’’ dedim onlara.

 

‘’Ne gibi?’’ diye sordu kız.

 

‘’Bir tane kağıt ver göstereyim.’’

 

Kız bana fazlaca büyük (en azından o kağıdın Dünya’daki karşılığı ile karşılaştırırsak) bir kağıt verdikten sonra kağıdı katlamaya başladım. Beş-altı dakika sonra oluşturduğum şeyi kızın kafasına koydum.

 

‘’B-bu ne?’’ diye sordu kız.

 

‘’Şapka, korsan şapkası.’’ dedim gülümseyerek. Kafasından çıkarıp inceledi bir süre, sonra tekrar taktı, yüzüne bakılırsa beğendiği anlaşılıyordu.

 

‘’Bana da yap!’’ dedi ortadaki çocuk.

 

‘’Bana da bana da!’’ diye atıldı onun sağındaki çekingen olan.

 

‘’Tamam tamam, sıraya girin.’’

 

Birkaç dakika sonra hepsine birer şapka bir de kağıttan gemi yapmıştım. ‘’Tamamdır, şimdi gidin. Bir daha da buraya gelmeyin. Ve kimseye de benden bahsetmeyin. Yoksa başınız belaya girer, anlaştık mı?’’ dedim konuşabildiğim en anlayışlı ses tonumla.

 

‘’Tamam!’’ dedi üçü de. Ardından hızlıca oradan ayrıldılar.

 

Tam derin bir nefes alıp tekrardan kendimi yatağa bırakacakken yine ayak sesleri duydum, sonra da kısık sesli konuşmalar.

 

‘’Sanırım biraz geç kaldık değil mi?’’ dedim kaskımın içine saklanmış Paul’a dönerek.

 

 

 

 

 

 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

 

 

 

Şaka mıydı bu? Bu kadar önemli ve gizlenmesi gereken bir şey nasıl bu kadar kolay fire verebilmişti?

 

‘’A-abla özür dilerim!’’ dedi liderleri olduğunu düşündüğüm çocuk, dokunsan ağlayacak durumdaydı. Diğerleri ağzını dahi açamamıştı.

 

‘’Özür dileme, sadece kimseyi bunun hakkında söz etmiyorsunuz, anlaştık mı?’’ dedim kafasını okşayarak. Çocuğa daha fazla bağırıp ağlamasına sebep olursam muhtemelen daha büyük sıkıntı çıkacaktı.

 

‘’Peki bu kafanızdakiler ne?’’ diye sordu Ain, aralarındaki küçük bir kızın kafasındaki şapkayı almış incelerken.

 

‘’B-bay Terralı bizim için.’’ yaptı.’’ dedi sesi titreyerek.

 

‘’Harika! Peki konuştu mu sizle?’’ diye sordu Ain stresle.

 

‘’Evet! Ama kötü bir şey demedi, hatta sizin gibi kendinden bahsetmememizi istedi. Yoksa başımız belaya girermiş.’’ dedi yanlarındaki gözlüklü oğlan.

 

O an iyice bir garip olmuştum. Bir grup çocuğun içeri girmesi yetmemiş, o Terralının yüzünü görmüş, onunla konuşmuşlardı. Üstüne Terralı onlara kağıttan ‘’şapka’’ ve ne olduğunu anlamadığım bir şeyler yapıp onlara vermişti. Üstüne de onları kendince uyarmıştı. Ne yapmaya çalışıyordu bu salak? Kim olduğunu ve ne olarak görüldüğünün farkında değil miydi?

 

‘’Pekala, bizden ve ‘Bay Terralıdan’ kimseye söz etmediğiniz sürece sorun yok. Yoksa…’’ ben daha cümlemi bitiremeden üçü de konuşmaya başladı:

 

‘’S-söylemeyeceğiz k-kimseye s-söz.’’ ardından üçü de koşarak dışarı çıktılar.

 

‘’Daha ilk dakika…’’ dedi İko, endişeli bir sesle.

 

‘’Çocuklar bile buraya kadar gelip konuşmuşlar, cidden bu kadar korkuyor musun?’’ diye sordu Ain dalga geçercesine.

 

‘’Onların durumuyla bizim durumumuz bir mi? Bayan Theslaff’ın anlattıklarını hatırlamıyor musun?’’

 

Bu ikisi tartışırken ben sonunda merdivenlerden inip onun olduğu yere gelmiştim.

 

İçeri girmemle onunla göz göze gelmem bir oldu. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre sadece bakıştık birbirimizle. Bir süre sonra gülümseyip konuştu:

 

‘’Merhaba.’’

 

Kendisi konuşunca hemen toparladım kendimi, ‘’Merhaba…’’ diye karşılık verdim hafif utanarak. Gülmüş müydü o?

 

‘’Beni mi özledin yoksa?’’

 

‘’Alakası yok!’’

 

‘’Peki neden o zaman? Bildiğim kadarıyla buraya gelmemeniz sıkıya tembihlenmişti, yanlış mıyım?’’ sesi oldukça… Kibardı.

 

‘’Seni alakadar etmez.’’

 

‘’O zaman niye geldin?’’ diye tekrarladı yine aynı dost canlısı ve kibar tonla, bu hali beni öldürüyordu.

 

‘’Sorularım var, birçok sorum…”

 

Bunu dedikten kısa süre sonra İko’yla Ain içeri girdiler. Hala tartışıyorlardı anlaşılan.

 

‘’Hadi ama o kadar geldik buraya uzatma…’’

 

Benle Terralının onlara baktığını görünce ikisi de bir an donup kaldı, ardından hızlıca kendilerini topladılar.

 

‘’Ne gibi sorular?’’ diye sordu bana Terralı onlara aldırış etmeden.

 

‘’Cevaplayacaksın yani?’’ dedim biraz şaşırarak. Nedense cevaplamayı reddetme ihtimalide içimden geçmiyor değildi.

 

‘’Neden cevaplamayayım?’’

 

Daha fazla lafı sulandırmadan soracağım soruyu düşünmeye başladım.

 

Düşündüm düşündüm düşündüm… Ve aklıma bir şey gelmedi. O güne kadar Terralılar hakkında o kadar çok soru düşünmüştüm ki (her ne kadar pek belli etmesem de) hangisini soracağıma karar verememiştim.

 

‘’Eğer aklına bir soru gelmediyse…’’

 

’Kes sesini Konstantin!’’ konuşmaya başladıysa da hemen sözünü kestim.

 

Güldü. Ama öyle sinir bozucu bir şekilde değildi, en azından bana sinir bozucu gelmemişti. ‘’Peki.’’ dedi sadece.

 

Bir süre daha düşündüm. Ain’le İko’ya yardım istercesine bir bakış atsam da pek yardımcı oldukları söylenemezdi, onlar daha çok ben konuşayım onlar izlesin kafasındaydı. En sonunda pes ettim, ‘’Sor.’’ dedim sıkkın bir sesle.

 

Zafer kazanmış bir eda takınmasını beklerken o sadece hafifçe gülümseyip konuştu, ‘’Ben sana adımı söylemiştim, görünüşe bakılırsa da adımı hatırlıyorsun. Ama ben hala ismini bilmiyorum, eğer bir mahsuru yoksa adını söyler misin?’’

 

Bir an durdum, adımı söylemeli miydim? Şu ana kadar bana herhangi bir tehditkar tutumda bulunmamıştı, hatta nispeten kibar bile davranmıştı. Üstüne üstlük bu kibarlığına karşılık vermeme rağmen böyle davranmıştı. Neden söylemeyeydim ki?

 

‘’Aliya Leytham-Niyana.’’ diya yanıtladım onu, her ne kadar tehditkar bir tutumu olmasa da veya unvanlarımızın anlamını bilip bilmediğinden emin olamasam da şimdilik unvanlarımı vermemek en iyisiydi.

 

‘’Konstantin Von-Falkenmayer, tanıştığımıza memnun oldum.’’ dedi elini uzatarak. Bu sefer geri çekilmek yerine yavaşça elini sıktım.

 

Herhangi bir şey yapmadı, ne filmlerde gördüğüm şekilde bir anda kafama silah dayayıp Ain’le İko’yu tehdit etmeye çalışmadı, ne de bir anda beni boğmak için boynuma yapışmamıştı. Sadece hafifçe elimi sıkmıştı.

 

Bir süre öyle el sıkıştık, biraz fazla uzun bir süre el sıkıştık sanırım… O an ikimizde ne düşündük bilmiyorum ama bu garip el sıkışma ve bakışma faslından Ain’in bizi uyarmak için boğazını temizlemesi ile kurtulmuştuk.

 

Hemen konuyu değiştirmek için o an onun omzundaki sembolü görmemle aklıma gelen bir soruyu sordum, ‘’Omuzluğundaki sembol, nedir o?’’ diye sordum aceleyle. Bu zamanında düşünce kulübünde konusu açılan ve benim kartal ve geldikleri gezegen (Terra veya Dünya, artık her neyse) diye tahmin ettiğim şeydi.

 

‘’O mu? Birleşmiş Milletler Uzay Kuvvetlerinin arması.’’ dedi omzuna bakarken.

 

‘’Peki anlamı? Neyi sembolize ediyor?’’ diye sorumu başka bir şekilde yineledim. Tahmin ettiğimin aksine tüm Terra’lıları sembolize eden bir şey değil de sadece askeri kuvvetlerinin sembolüydü görünüşe bakılırsa.

 

Eliyle sembolleri göstererek ‘’Bu Dünya, geldiğimiz gezegen. Bu da Kartal, gücü ve otoriteyi…’’

 

Kendisi cümlesini bitiremeden Ain bağırarak konuşmaya başladı, ‘’İşte! Haklıymışsın Aliya, Mahleyn’e kapak oldu!’’

 

Odada bulunan üçümüz de ani tepkisi sonucu kendisine dik dik bakınca ‘’Ş-şey, özür dilerim siz devam edin.’’ dedi utanarak. Ardından Konstantin’e döndüm tekrardan ve… Sırıtıyor muydu o? Ain’in ani tepkisi komiğine gitmişti herhalde.

 

Dinlediğimi anlayınca anlatmaya kaldığı yerden devam etti, ‘’Kartal güç ve otorite sembolüdür. Alt taraftaki şu ikisi de…’’ bir an durdu.

 

‘’Ne oldu?’’ diye sordum.

 

Bir süre düşündükten sonra ,‘’Bunun sizin dilinizde bir karşılığı yok.’’ dedi.

 

‘’Nasıl yok?’’

 

‘’Zeytin yaprağı.’’

 

‘’Z-zey… ne?’’

 

‘’Zeytin, Dünya’da yetişen bir bitki. Siyah veya yeşil renkli yenebilen bir meyvesi vardır. Yaprakları Dünya’daki çoğu kültürde barışı temsil eder.’’

 

‘’Anladım…’’

 

Barışı temsil eden bir şeyi ordunun armasında kullanmak ha? Akıllıca…

 

‘’Alt tarafta ise ‘Pax Terra’ yazıyor. Bu Dünya barışı anlamına gelir.’’ dedi alt taraftaki yazıyı göstererek.

 

O an aklımda başka bir soru canlandı, ‘’Diliniz, niye bu kadar uyumsuz?’’

 

‘’Uyumsuz mu?’’ diye soruma soruyla karşılık verdi.

 

‘’Diliniz hakkında yaptığımız araştırmalarda aldığımız hiçbir sonuç bir diğeriyle uyuşmuyor.’’

 

Yüzünde anladığını belli edercesine bir ifade oluştu, ‘’Çünkü sizin aksinize tek bir dilimiz yok.’’

 

Segin İmparatorluğunun tüm kıtayı fethetmesi ve uyguladığı asimilasyon politikası sonrası tüm bir kıta Segin dilini konuşmaya başlamıştı. Bir tek fethedilmeden önce Yeni Kıtaya (o dönemler lanetli topraklar) kaçan Yalinliler ve Kerhallılar eski dillerini muhafaza edebilmişti. Konstantin’in kastettiği şey buydu sanırım.

 

‘’O zaman nasıl anlaşabiliyorsunuz?’’ diye sordum. Gerçekten de bu ‘’Dünya Ulusları Federasyonu’’ gezegenlere ve yıldız sistemlerine yayılacak kadar büyükse tek bir dilin olmaması sıkıntı yaratıyordur herhalde.

 

‘’Her gezegen ve Dünya üzerindeki her ulus kendi dilini konuşur. Bunun dışında Federal kuruluşlarda İngilizce ortak dildir.’’ dedi.

 

‘’İngilizce’’ neydi diye sormayacaktım, muhtemelen konuştukları dillerden bir tanesidir.

 

‘’Peki sizin kaç tane diliniz var tam olarak?’’

 

‘’İrili ufaklı tüm dilleri ve lehçelerini sayarsak ben diyeyim altı bin, sen de yedi bin.’’

 

Yedi bin mi!? Kendi standartlarımız için bu düşünülemeyecek bir sayıydı.

 

O anda herhalde konuşacak cesareti bulmuş olacaktı ki Ain ileri atılıp ‘’Peki sen kaç tane dil konuşabiliyorsun?’’ diye sordu.

 

Biz insanlar için Segince, Yalince ve biraz da Kerhalca haricinde bir dil öğrenmek eğer eski tarihi kayıtları araştırmıyorsan epey gereksiz bir işti. Uluslar İmparatorluktan bağımsızlığını ilan ettikten sonra bile bu eski dillerini kazanma konusunda epey az çaba sarf etmişlerdi. Ama bu durum yanlışlıkla uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemde başlatmıştı. Ülkeler arasında iletişim çok daha kolay bir hale gelmişti. Görünüşe bakılırsa Terralılar bize oranla daha karışık bir durumda olmalarına rağmen uluslararası arenada bu ‘’İngilizce’’ denen dilde karar kılmışlardı.

 

‘’Sekiz. En azından Dünya ulusları içerisinde.’’ dedi sadece. ‘’Almanca, İngilizce, Macarca, Fince, Türkçe, Fransızca, Lehçe ve Latince.’’

 

Tüm bu bizim için hiçbir anlama gelmeyen ve dil isimleri olduğunu varsaydığım kelimeleri söyledikten, ‘’Peki bizim dilimizi nasıl öğrendin.’’ diye sordu Ain.

 

‘’Üç yıldır… Hayır, bizim için üç yıldır sizin diliniz hakkında araştırma yapıyorum. Ural dilleri ve Türki dillerle epey benzerlik gösterdiği için öğrenmem zor olmadı.’’ dedi.

 

Bir an durdum, çalışmak mı? ‘’Bilim adamı mısın?’’ diye sordum.

 

‘’Sayılır. Dil bilimciyim, her ne kadar bilim sayılsa da ben bilim adamı lafını pek sevmiyorum. Araştırmacı daha hoş bence.’’

 

Bilim adamı ha? Bu konuşma gittikçe şaşırtıcı olmaya başlıyordu. Ayrıca eski paranoyam da yok olmuştu. Belki çok salak ve erken vardığım bir kanıydı ama Konstantin kötü niyetli ve bize zarar verme niyetinde olan birine benzemiyordu. ‘’Size Zarar verme niyetim yok’’ ve ‘’kan dökmek istemiyorum’’ sözlerini derken gerçekten de samimi olduğunu düşünmeye başlamıştım.

 

‘’Senin soracak bir şeyin yok mu İko?’’ dedi Ain biz önde konuşurken arkada ürkekçe bekleyen İko’ya.

 

‘’Şey ıhm…’’ tarzında sesler çıkarıp geldi yanımıza. Ardından yüzü kızarıp konuşmaya başladı, ‘’Saçına dokunabilir miyim?’’

 

Ciddi misin sen?! Karşında başka bir gezegenden gelmiş bir varlık (hala insan olduğuna inanmıyordum) vardı ve senin ona sorduğun şey ‘’saçına dokuna bilir miyim miydi’’? Yıldızlar aşkına…

 

Ben ve Ain onun adına utanırken Konstantin sadece güldü, ‘’Peki.’’ deyip kafasını uzattı.

 

İko çekingen bir şekilde birkaç kere saçına dokundu, ‘’Gerçekten saç gibi.’’

 

‘’Ne bekliyordun ki?’’

 

Ardından Konstantin yavaşça geri çekilip ortadaki masaya yöneldi. Masanın üzerindeki maskeyi alıp (maske ve kaskı iki ayrı parça şeklinde duruyordu, kaskı olduğunu tahmin ettiğim şeyin içinde görünüp bakmamla kaybolan bir şey görsem de sormamayı tercih ettim) takıp geri geldi.

 

‘’Niye taktın ki?’’ diye sordum, şu ana kadar maskesizdi, demek ki buranın havasını soluyabiliyordu.

 

‘’Dünya ile Erda’nın oksijen dengeleri çok farklı. Her ne kadar nefes alabilsem de bunu dengede tutmam gerekiyor. En azından böyle yapmam gerektiğini hissediyorum.’’ dedi.

 

‘’Dünya’da oksijen ne durumdaki?’’ diye sordu Ain.

 

‘’Atmosferin yüzde yirmi biri.’’ diye yanıtladı Konstantin.

 

Yüzde yirmi bir mi?! Bu kadar oksijende nasıl nefes almayı başarıyorlardı bunlar? Erda’nın oksijen seviyesi yüzde kırk civarlarındaydı, burayla kıyaslayınca Dünya’nın oksijen seviyesi kulağıma solunması imkansız gibi gelmişti. Ama görünüşe bakılırsa Terralılar yaşayabiliyordu.

 

‘’Dünya’dan bahseder misin?’’ diye sordum. Bayan Theslaff’ın dediğine göre buraya benzer bir gezegendi Dünya. Gerçi Bayan Theslaff bu bilgileri nereden edinmişti bilmiyoruz ama…

 

‘’Çoğunlukla buraya benzer.’’ demekle yetindi Konstantin.

 

‘’Başka…’’ cümlemi bitiremeden İko saatine bakıp bağırdı, ‘’Üç saat mi geçmiş!’’

 

Üç saat mi!? Konstantin’le konuşmaya o kadar dalmıştık ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamamıştık!

 

Ayağa kalkıp konuştum, ‘’Gitmemiz lazım. Sorularımızı cevapladığın için teşekkür ederiz.’’

 

‘’Rica ederim. Görüşmek üzere.’’ dedi gülümseyerek.

 

Görüşürüz mü? Gerçekten buraya geri geleceğimizi düşünmüş müydü ki? O kadar aldığımız riskten sonra hem de. Ama itiraf etmeliyim, aldığımız riske değmişti, en azından benim için. Peki tekrardan gelir miydim? Bilemiyorum…

 

Üçümüz çıkıp da yakalanmadığımıza emin olunca Ain konuşmaya başladı, ‘’Canavara pek benzemiyor.’’

 

‘’Bayan Theslaff bence dalga geçmek istememiş.’’ dedi İko.

 

‘’Ne konuda?’’ diye sordum.

 

‘’Hani kasklarının altında ne var diye sorduğumuzda ‘yakışıklıydı’ demişti ya.’’ dedi, ve demesiyle de kıpkırmızı olması bir oldu, ‘’Ş-şey öyle demek istemedim.’’ toparlamaya çalışsa da Ain’in dalga konusu olmaktan kaçamamıştı.

 

Bense… Huzursuz hissetmiştim. Neden bilmiyorum ama oradayken bile Konstantin benim değil de onların sorusunu cevaplayınca da aynı şekilde hissetmiştim. Şimdi İko, Konstantin’in yakışıklı olduğunu belirtince yine benzer bir his yaşamıştım.

 

Kıskanmış mıydım? Yok daha neler! Sadece… Sanırım sadece onunla konuşmak istiyordum. Daha çok konuşmak ve onun kim olduğu hakkında daha çok şey öğrenmek. O an yarın kesinlikle oraya bir daha gitmem gerektiğine karar verdim. Alacağım ceza falan umurumda değildi, ne olursa olsun onunla ‘’konuşmam’’ gerekiyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2564

 

 

 

 

‘’Aliya Leytham-Niyana…’’ diye mırıldandım yatağımda uzanırken. Belki de o gittikten sonra bu ismi bininci tekrar edişimdi. Ne olursa olsun ismini unutmamam gerekiyordu. Aslına bakılırsa isimleri aklımda tutmakta kötü değildim, yanındaki arkadaşlarının isimleri hala aklımdaydı hiç tekrar etmememe rağmen. Ama o kızıl gözlü kızın, Aliya’nın ismini… Ne olursa olsun unutmamalıydım.

 

‘’Vik!’’ dedi Paul, yataktan sarkan elime tutunup.

 

‘’Ne istiyorsun?’’ diye sordum onu göğsümün üstüne alırken.

 

‘’Vik vik vik!’’ sırtımın üstünde debelenmeye başladı.

 

‘’Peki.’’

 

Kendini sevdirmek istediğinde olduğu yerde debelenirdi, bu haliyle köpekler gibiydi adeta. Bir yandan parmağımla onu severken bir yandan düşündüm, acaba Aliya ve arkadaşları bir daha risk alıp buraya gelir miydi? Normalde yalnızlıktan pek etkilenen biri olduğumu söyleyemezdim, ama insan yine de küçücük bir odada dış bağlantı olmadan yaşamak zorunda kalınca işler değişiyordu.

 

Tabii Aliya da bu olayda tek başına bir faktördü. Nedendi bilmiyordum ama bu kızda bir şeyler farklıydı sanki, daha önce görmediğim bir şeyler veya ne bileyim… Beni kendine çeken bir şeyler vardı. Bunun ne olduğu hakkında herhangi bir fikrim yoktu gerçi, ama çekiyordu işte. Anlayamadığım ve tam olarak bilemediğim durumların içinde olmaktan nefret ediyordum.

 

O sırada parmaklıkların arkasından artık tanıdığım bir kadın figürü göründü. Ama normalde kendisi gelirken adım seslerini falan duyardım, bu sefer adeta hayalet gibi gelmişti.

 

‘’Kızlarla tanışmışsın.’’ dedi Theslaff, sesi monoton halinin aksine biraz dalga geçer gibiydi bu sefer.

 

‘’Ne oldu? Benle konuştukları için onlara ceza mı vereceksin? Yoksa onlarla konuştuğum için bana mı?’’ diye sordum hafif doğrularak. Paul’sa kucağımda ayaklarını kaldırıp hırlamaya başlamıştı.

 

‘’Yoo, ama sen bir yaklaş önce.’’

 

Paul’u tutup masanın üzerine koyduktan sonra parmaklıklara doğru yaklaştım.

 

‘’Diğerlerini bilmem ama Aliya kesinlikle bir daha buraya gelecek. Onu sadece bir buçuk yıldır tanımama rağmen gerçeği öğrenmek konusundaki inadını çok iyi biliyorum. Savaş anılarımı anlatmam için aylarca başımın etini yemişti.’’ dedi.

 

İçten içe sevinsem de çok belli etmemeye çalışarak konuştum, ‘’Peki bunların benle alakası ne?’’

 

‘’Fazla kafasını bulundurma. Ayrıca benden gizli hiçbir şey yürümeyeceğini bil, burada kamera olmaması kimin girip çıktığını bilmediğim anlamına gelmiyor.’’

 

Sesi tehdit edercesine bir tonda değildi, dalga geçercesine bir tonda da değildi; bir an kadının Konrad’ın bahsettiği makinelerden biri olduğunu düşündüm.

 

‘’Peki.’’ diyecek başka da bir şey yoktu zaten.

 

‘’Anlaşmış olmamız güzel.’’

 

Ardından yine sessiz adımlarla oradan uzaklaştı. Blöf mü yapıyordu, yoksa gerçekten de eli ayağı bu kadar uzun muydu bu kadının? Belki de gizli bir yere ciddi ciddi kamera falan kurmuştur. Bilemiyordum, saat akşamın yirmi yedisine gelmişken son düşünmek istediğim şeyler muhtemelen manyak ve kontrol takıntısı olan bir kadının ruh yapısıydı.

 

İç çekerek kendimi yatağıma bıraktım tekrardan. Ama biraz da olsa keyiflenmiştim, en azından ileriki günlerde Aliya’yı tekrar görebilecektim… Yalnız kalıp günlüğüme bir şeyler karalamak ve çizmektense birileriyle (ne yalan söyleyeyim, Aliya değil de başka biri gelse daha az mutlu olurdum) konuşmak daha iyi olurdu.

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset