novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 6: İnsan

  • Efe Kutluay
  • 6 Mart 2024 14:41:10
  • 0 yorum
  • 1

Milattan Sonra: 2564 

 

 

 

 

 

”Kaybınız için üzgünüz Bay von Falkenmayer.” bunu diyen son kişi de elimi sıktı.

 

”Sağ olun.” diye karşılık verdim sadece. Ardından çok bir şey demeden uzaklaştı, cenaze alanında bir ben kalmıştım artık. Gerçi zaten etrafımda da çok bir kimsenin olduğunu söylemek yanlış olurdu, babamın aile arkadaşlarıydı gelenler. Muhtemelen sadece çocukluğumda görmüş olduğum kişilerdi. 

 

Bu yüzden tüm bu yaşananlar bana aşırı derecede samimiyetsiz gelmişti. Hiç tanımadığım insanların sırf babamın soyadı yüzünden hiçbir şey hissetmeden elimi sıkması… 

 

Kafamı eğip babamın mezarına baktım: 

 

Fritz von Falkenmayer, 2508-2563 

 

Babam hakkında diyebileceğim bir şey varsa o da hırslı bir adam olduğuydu. Eğer bugün değil de orta veya yeni çağda bir soylu olsaydı krallıklar yıkıp kuracak, kimsenin emri altında yaşamak istemeyecek ama herkesin de kendine biat etmesini isteyecek biri olurdu. Bize hep ”yüz yıl yaşayacağını” söylerdi. Ama gel gör ki ikinci yarının ilk dakikalarında gitmişti. 

 

İç çektim, ardından babamın vasiyetini yazdığı küçük kağıdı paltomun cebinden çıkardım Son görüşmemizde bana söylediği şeyleri bir kez de bu kağıda yazmıştı:

 

”Kardeşinin yanına git, onu yalnız bırakma.” 

 

Mezara son kez bakıp oradan uzaklaştım. Muhtemelen oraya çok uzun bir süre bir daha gelemeyecektim. Mezarlıktan dışarı adımı mı attığım gibi de bir boşluğa düştüm, sanki tüm bu gördüklerimin geçmişi gösteren bir rüya olduğu aklıma bir anda zank etmişçesine sakin ve kısa bir düşüş yaşadım. 

 

En sonunda uyanmamla kaskımın vizörleri arkasında gördüğüm şey kelepçelenmiş ellerim oldu. Oturduğum halde hafif sallanmama bakılırsa uçuyor falandık.

 

Ölmemiştim, ilginç.

 

Etrafta neler var diye kafamı kaldırdığım sırada biri bağırdı:

 

”Siktir, uyandı!” bunu diyen uzun beyaz saçlı bir adamdı.

 

”Sakın aklından saçma sapan şeyler geçirme!” diye bağırdı kısa saçlı bir tanesi silahını bana doğrultup. 

 

Odağımın gösterdiği [ENERJİ KAYNAĞI YETERSİZ] yazısına bakılırsa pek meydan okumaya değecek bir durumda değildim. ”Peki.” diye karşılık verdim sadece.

 

İkisinin de yüzü sanki ”şeytan” görmüş gibi oldu, görünüşe bakılırsa bir Terralının onlarla konuşması Erdalılar için fazlasıyla olanaksız ve korkutucu bir durumdu. Düştüğüm yerde gördüğüm kız da onunla konuşmaya başlayınca epey şaşırmıştı. 

 

O kızıl gözlü kız… Korkunun yanında başka bir şey daha vardı o kızda sanki. Neden bilmiyorum ama sanki konuşmama fırsat kalsa anlaşabilirdik gibiymiş gibi hissediyordum. Köyde gördüklerimiz veyahut şu an benim yanımda (yanımda demeye bin şahit isterdi, aramızda epey mesafe vardı) bulunanlardan daha farklıydı, en azından ben öyle hissetmiştim…

 

”Bir şey sorabilir miyim?” diye sordum soluma dönüp uzun saçlıya baktım.

 

Bir an ne yapacağını bilemeden durdu sadece, ardından sert ama çekingenliği belli olan bir sesle, ”Sor.” dedi.

 

”Aranızda zarar gören var mı?”

 

”Hayır, hiçbirimize zarar vermeyi beceremedin.” sanki bunu diyerek beni irrite etmeye çalışıyor gibiydi ama benim için tam tersiydi.

 

”Sevindim.”

 

Böyle deyince yine öcü görmüş gibi bakmaya başladılar. Yolculuğun geri kalanı boyunca ben oturdum, onlarsa avına odaklanmış kartallar gibi beni izlemeye devam ettiler, sanki biri bile gözünü ayırsa ikisi de ölecekmiş gibiydiler. Sonsuzmuş gibi geçen bir süreden sonra içinde bulunduğumuz araç iiş yaptı.

 

”Ayağa kalk!” dedi sol tarafımdaki uzun saçlı. Fazla direnmeden emrini yerine getirdim ve ayağa kalktım. Birlikte araçtan çıktık. Kısa saçlı bizden önce çıkıp bağırmaya başlamıştı:

 

”Dağılın! Burada görecek bir şey yok!”. 

 

Dışarı çıktığımızda niye böyle dediğini anladım. Bir sürü kişi neyin çıktığını görmek için etrafta toplanmıştı. Ve çoğu… Çok gençti. Kırmızı-siyah üniformalı bir sürü kişi kendilerini engellemeye çalışanların arasından kafasını uzatıp bana bakmaya çalışıyordu.

 

Uzun saçlının ”Yürü!” diyerek beni silahının kabzası ile dürtüklemesi ile yürümeye devam ettik. 

 

Genç yaşlarına ve üniforma giyiyor olmalarına bakarsak burası bir okul olmalıydı. Yanımdakiler de onlardan daha yaşlı görünmüyordu, o kadar koşuşturmacayı gerçek askerler değil de öğrenciler karşısında vermiş olduğumu düşününce buraya kadar nasıl varabildiğimi daha iyi anlamaya başlıyordum.

 

Etrafa göz ucuyla biraz daha bakındım, kaliteli bir mimari ile yapıldığı belli olan bir bir yerdi, adeta cetvelle çizilmiş ve en ufak santimine kadar ölçülmüş kadar düzenliydi burası. Bir sürü silahlı adam dikkatle bizi izliyordu, bunun dışında alçak irtifadan süzülerek bizi gözetleyen birkaç YSM (Erdalıların deyimiyle Jatlan) de vardı.

 

O an aslında Federasyonun uyguladığı bu ”psikolojik savaş” mevzusunun ne kadar etkili olduğunu anladım. Eğer kask takmıyor olsam bunca kişi ”bir Terralıyı” görmek için sıraya girmeyecekti veya onlarla sık sık iletişim kursak o kız veya şu an yanımdaki iki adam onlarla konuştuğumda bu kadar şaşırmayacaktı. Bu bilinmezliğin yarattığı korkuydu, bu onların üzerinde yarattığımız dehşetin bir özetiydi. 

 

Binanın arka kapılarından birine kadar bu şekilde götürdüler beni. Kapıdan içeri girdiğimizde araçta yanımda duran iki kişinin hızlıca ayrılması ve onların yerine iki tane karantina kıyafetli kişinin gelmesi ile gittiğim yerin pek de hayra alamet bir yer olmadığını anlamaya başladım…

 

Şanslıydım ki tek yaptıkları şey muhtemelen beni bir karantina bölgesine götürüp tabiri caizse ”ilaçlamaktı”. Konrad’ın hastalıkların Avrupalılardan çok yerli öldürdüğünü söylediği konuşmasını hatırladım. İronik, yerliler hastalanmasın diye gönderildiğim bir görevin sonunda hastalık yaymayayım diye sterilize ediliyordum. 

 

Sterilizasyon işlemi bitince beni yaka paça binanın alt katlarına götürdüler. En sonunda çelik parmaklıkların arkasında bir tane dışarıyı gösteren küçük bir pencere, bir tane masa, sandalye, yatak, ve musluğun olduğu bir yere yaka paça atıldım. Sonunda tek kalmıştım. Odayı biraz daha inceledim, musluğun olduğu yerin sağ tarafında bir kapı vardı, kapının arkasında ne olduğuna bakınca tuvalet olduğunu gördüm, en azından mahremiyetime önem veriyorlardı…

 

Küçük oda da (hücre demek için biraz fazla büyüktü) ne var ne yok bakmak için biraz daha boş boş dolaştıktan sonra aklıma bir şey geldi;

 

Paul!

 

Hemen cebimi açtım, açmamla küçük hayvanın hırlayarak kafama atlaması bir oldu. Tabii kısa süre sonra ben olduğumu anlayınca sevinçle ”viklemeye” başladı.

 

”Tanrım! Beni korkuttun.” diye söylendim kendi kendime. 

 

Paul’u elime aldım, ”Merak etme dostum, iyiyim.” dedim Paul’un kafasını okşarken. Hayvanın sevinçli bir şekilde ”Vik!” demesi ile rahatladığını anlamıştım. Tabii ben düştüğüm durumu düşününce o kadar rahatlamamıştım ama olsun… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

”Terralı sağ salim götürüldü, inebilirsiniz.”

 

Telsizden onayın gelmesi ile Ain, ”Anlaşıldı.” diyerek Jatlanı indirdi. Jatlanı indirdikten sonra önce kendisi ardından normalde yaralıları taşımak için kullanılan bölümde oturan ben indim. Terralı destek kuvvetlerinin gelme ihtimaline karşılık elimizdekileri bırakıp bir tane indirme gemisi hariç hiçbir destek kuvvet olmadan geri dönmüştük. Bu yüzden ben de yolculuk boyunca Ain’in Jatlanında oturmuştum. 

 

Ain’le birlikte indikten sonra tüm yolculuk boyunca sadece birkaç kelime eden (ben de pek konuşmak istemediğim için işime gelmişti) kız konuşmaya başladı:

 

”Ee, dökül bakalım.”

 

”Dökül bakalım mı?” diye sordum, ne demek istediğini gayet net anlamıştım aslında.

 

”Terralı ile konuştukların, onlardan bahset.” 

 

İç çektim, bu kızın merakı beni öldürecekti. Yürürken konuştum, ”Bana evrenin sırlarından bahsetti.”

 

”Ciddiyim Aliya!” dedi bağırarak.

 

”Madem ciddisin söyleyeyim, o kadar matah şeyler değildi. Hem öğrenip ne yapacaksın?”

 

”Aliya, hakkında saatlerce tartıştığımız bir şey hakkında bilgi sahibisin. Çok bir şey konuşmamış olsan bile bu bizim için çok değerli olabilir.” kendini hafiften acındırmaya çalışıyordu.

 

”Sen akıllı birine benziyorsun, bence anlaşabiliriz.”

 

”Peki dümdüz konuştu mu yoksa telepati falan mı yaptı? Bilirsin yani…” Ain, konuşmaya başlamışken onu yarıda kestim.

 

”Dümdüz konuştu.”

 

”Segince mi?”

 

”Evet, bazı telaffuz hataları olsa da oldukça akıcı bir Segince ile konuştu.”

 

”Bak, hiçbirinize zarar verme niyetim yok. Bırak gideyim.”

 

”Aliya!” beni gördüğü gibi bağırıp sarıldı İko, ”Bizi çok korkuttun Aliya! Yaralanmadın değil mi? İyi misin? Sana kötü bir şey yapmadığını söyle lütfen!” diye art arda cümleleri sıralamaya başladı beni göğsüne bastırarak.

 

Kendimi boğulmaktan kurtarıp ”Merak etme, iyiyim.” dedim onu rahatlatmaya çalışarak. 

 

”Artık barışseverliğimden şüphe duyuyor musun?”

 

”Aliya.” bu sefer gelen ağabeyimdi. Olaydan hemen sonra gelenlerden olduğu için İko’ya oranla daha sakindi. ”İyi hissediyorsun değil mi?” diye sordu yumuşak bir sesle.

 

”Evet, iyiyim.” diye onayladım onu.

 

”Herhangi bir görünen yaran yok gibi. Ama yine de olası Terralı hastalıklarına ve çarpma sonrası oluşma ihtimali olan travmalara karşı revire görünmenizi öneririm maje… Y-yani iyi olmana sevindim Aliya.” abimin dürtmesi ile majeste demekten son anda dönmüştü Nukane.

 

”Tavsiyene uyacağım İyla.” dedim gülerek. 

 

”Çünkü onların yaptıkları beni ilgilendirmez.” 

 

İstaf da en sonunda gelmişti. Gururuna yediremediği birkaç olaydan dolayı yüzünden düşen bir parçaydı. Ama yine de ufak bir gülümseme ile ”İyi olduğun için sevindim.” dedi.

 

”Ben de sen iyi olduğun için.” diye karşılık verdim. 

 

”Evet ilgilendirmez. Benim tek isteğim kan dökülme…”

 

Ve şok silahıyla vurulması. Cümlesini tamamlayamamış olsa da ne demek istediği pek açıktı. Empati, korku, heyecan… Bunlar bir Terralıda olabilir miydi? Yol boyunca kendime onun benim aklıma girmeye çalıştığına ve tek yapmak istediğinin beni ağına düşürmek olduğuna ikna etmeye çalışmıştım. Halbuki öldürmek istese beni bin kere öldürebilirdi orada, ama o yine de konuşmuştu…

 

Bu düşüncelerin başımın etini yerken yakınlaşmakta olan Bayan Theslaff’ı gördüm. Yüzünde her zamanki monoton ifadesinin daha da karanlık bir versiyonu vardı. Hemen ona doğru koşturdum, daha ona seslenemeden kesin ve net bir sesle konuştu:

 

”Hayır hiçbir sorunu cevaplamayacağım.” ardından itiraz etmem fırsat bile vermeden peşimden gelenlere dönüp, ”Bu olayı unutuyorsunuz, Aliya, kimseyle konuşmadı. Ayrıca elimizde bir Terralı da yok, incelenmek üzere Alkambra’daki araştırma tesislerine gönderildi.” dedi, en ufak bir duygu bile vermemişti bunları söylerken.

 

”O zaman niye esir aldık!” diye bağırdı İstaf arkadan.

 

”Sana hesap vermek gibi bir zorunluluğum olduğunu hatırlamıyorum.”

 

”O zaman bir kere görmeme izin verin!” dedim, belki o zaman bir şeyleri daha rahat kafamda oturta… Hayır hayır! Kafamda oturtacağım bir şey yok! 

 

”Sanırım dediklerimi anlayamadın Aliya. Elimizde Terralı bir esir yok. Sen de herhangi bir Terra’lı ile konuşmadın.” diye az önceki dediklerini tekrarladı.

 

”En azından bir kere bile olsa esirle görüşmeyi talep ediyorum ben de.” diye öne çıktı ağabeyim.

 

Harikasın ağabey!

 

”Leevy…” konuşmasına fırsat vermeden araya girdi İko, ”Ben de talep ediyorum! Belki bu şekilde onlarla anlaşmanın bir yolunu buluruz.”

 

Anlaşmak… Hem içim de dayanılmaz bir istek, hem de inanılmaz bir boşluk yaratmaya başlamıştı bu kelime. ”Terralılarla anlaşıl…” bu sefer kadının sözünü kesme sırası diğer bizim birlikte uçan üçüncü sınıf öğrencilerinden Mahleyn’deydi:

 

”Ben ve Zak da talep ediyoruz, o şey her neyse bizimle de konuştu.” dedi. ‘

 

‘Mahleyn, haklı. Üstüne üstlük öyle tehditkar bir ağzı da yoktu.” diye ekledi Zak. Diğer iki üçüncü sınıf öğrencisi Habel ve Kersa da onayladır onları. 

 

Bayan Theslaff, hiçbir şey demedi bu sefer. Sadece aynı ruhsuz bakışlarla bizi süzmeye devam etti. Ama nedense tüm bu monotonluğun ardında dışa vermek istemediği duygularıyla mücadele ediyor gibiydi. Sanki tüm bu monoton surat ifadeleri ve duygusuz konuşmalar içindeki duyguları susturmak içindi. 

 

Tüm bir takımın talep etmesi onun için muhtemelen pek bir şey ifade etmiyordu, iş askeriye olduğunda çoğunluğun üstünlüğü geçmezdi sonuçta.

 

Derin bir iç çekti, ”Pekala, ama sadece bir kere. Komutlarım dışında hiçbir şey yapmayacaksınız.” dedi hızlı adımlarla arkasını dönüp yürümeye başlamışken. Yanlış mı duymuştum yoksa sesi mi titremişti? 

 

Yüzümde zafer kazanmış bir edayla onu takip ettim. Terralıyla anlaşmak ve onların o kadarda canavar olmadığı düşünmek artık daha az boşluk hissiyatı uyandırıyordu içimde. Onla konuşmam lazımdı, ne pahasına olursa olsun! Bir anlaşmaya varamazsak bile en azından ne olduklarını öğrenebilirdim belki; niye geldiklerini, niye bizle savaştıklarını veya neden ”kan dökmek istemediğini”… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2564 

 

Esir düşmenin savaşın gerçeklerinden biri olduğunu söylemişti bana Konrad. Esir düşmüş birinin yapması gereken son şeyin paniklemek olduğunu söylemişti. Paniklediğimi ve zayıf durumda olduğumu görmeleri durumunda beni kendi amaçları ve çıkarları uğruna kullanmaları kolaylaşırmış. Eğer soğukkanlılığını koruyup korkmadığını belli edersen de tam tersi. 

 

İçinde bulunduğum duruma bakarsak soğukkanlılığımı korumam pek de zor değildi aslında, bana dokunmak konusunda bile çekingen olan ve herkesin ”şeytan” diye korktuğu bir şeydim burada. Onların benden uzak durması için çok da büyük bir uğraş vermeme gerek yoktu. 

 

Tabii burada sonsuza kadar kalabileceğim anlamına da gelmiyordu bu. Konrad’ın anlattığına göre şu ana kadar düşman elinde esir olan kimse yokmuş, tam tersi tabii onlar içinde geçerli, en azından mevcut istihbaratımız bize herhangi bir esir konusunda bilgi vermiyormuş. Bu durumda Erdalılara esir düşen ilk insan unvanını da kazanmıştım sanırım. 

 

Bu durum kendi içerisinde birtakım bilinmezlikler yaratıyordu, misal neden esir alınmıştım? Beni çok rahat bir şekilde öldürebilirlerdi. Benim diğer savaştıklarına oranla bir farkım yoktu sonuçta. Acaba onlara karşı mücadele etmeme saygı mı duymuşlardı? Sanmam, tek yaptığım saf hayatta kalma iç güdüsü ile hareket etmekti. Ayrıca karşımdakiler gerçekten de öğrenciyse bu muhtemelen onların ilk çatışma deneyimiydi. Gerçi benim de ilk çatışma deneyimimdi ama… 

 

Bir anda yaklaşan ayak ve konuşma seslerini duyunca hemen düşüncelerimden toparlanıp uzandığım yatağımdan fırladım. Masanın üzerinde dolaşan Paul’u alıp hızla paltomun cebime attım.

 

Misafirlerimiz vardı.

 

Ayağa kalkıp ellerimi paltomun cebine atarak beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra parmaklıkların arkasında gördüğü ilk kişi üstünde kahverengi bir paltosu olan ve beyaz saçlarını (Erdalılar için bu pek belirtilmesi gereken bir şey mi bilemiyorum) taçla toplamış ve görünüş itibariyle biraz daha yaşlı bir kadındı Ardından girense istemsizce yüreğimi ağzıma getirmişti: 

 

Kızıl gözlü kız.

 

Orada, YSM’si ile birlikte düştüğüm yerde konuştuğum kızdı bu. At kuyruğu şeklinde bağladığı saçları bulunduğumuz nispeten daha az ışıklı ortam yerine burada daha parlaktı. Yüzünde merakın ve kararlılığın karışık olduğu bir ifade vardı, köylerde gezerken ki gördüklerimiz ve beni buraya getirenlerin yüzündeki nefret ve korkuyla dolu bakışlarından çok daha farklıydı bu…

 

Ardından birçok kişi daha içeri girdi. Beni buraya getiren iki kişi dışında yedi kişi daha gelmişti. Birkaçının bakışları meraklı ve ürkmüştü, bir tutam saçı gözünün önüne düşen bir oğlansa beni öldürecekmiş gibi bakıyordu. Toplamda 11 kişilerdi, üzerlerindeki pilot kıyafeti olduğunu tahmin ettiğim kıyafeti giyenlere bakılırsa bunlar bizim şehirde karşılaştığımız YSM’lerin pilotlarıydı. Gerçi ”pilot kıyafeti” giyen on kişi vardı ama… 

 

O an epey bir garip hissettim, yüz doksan santimetre boyumla birilerinin bana bu şekilde yukarıdan bakması pek de alışık olduğum bir şey değildi açıkçası.

 

Bir süre boyunca ne ben ne de onlar konuştu, sadece birbirimizi süzdük bir süre. Ben bakışlarımı sadece o kıza odaklayıp onu korkutmamak için hepsinin yüzüne sırasıyla bakıyordum ama yine de o kızın düşüncesi kafamı kurcalamaya devam ediyordu, içlerinden sadece onunla konuşmam lazımmış gibi bir his vardı. Veyahut sadece onunla konuşmak istiyor da olabilirdim. Bilmiyorum, hayatım boyunca çok fazla şeyle çok kısa süre görmeme rağmen saçma sapan şekilde bağlandığım olmuştu. O an aslında askerliğe ne kadar elverişsiz olduğumu da anladım. 

 

”Sen… Nesin sen?” kızıl gözlü konuşarak bu sessizliği bozdu.

 

”Çok ucu açık bir soru bu.” dedim ona dönerek.

 

Ucu açık falan değil, gayet net. Nesin sen?”

 

Tam ağzımı açacağım sırada araya diğerlerine oranla daha yaşlı olan kadın girdi, ”Bu soruya izin yok.”

 

”Ama…” diye başlayacaksa da sustu kız, yüzüne bakılırsa hayal kırıklığına uğramıştı.

 

Kısa bir sessizliğin ardından konuşan uzun saçlı ve beni buraya götürenlerden olan konuştu:

 

”Bize yaralanıp yaralanmadığımızı sordun, neden peki? Ve neden sağ salim olduğumuzu öğrendiğinde ”sevindim” dedin, düşmanımızsın sonuçta?”

 

Bir an düşündüm, haklılardı aslında. Onların düşmanıydım ve savaş alanında gereksiz merhamet ve düşmana sempati ihanet demekti.

 

”Sizle savaşırken zarar görmemenizi istedim, hepsi bu.” diye yanıtladım onları.

 

Aldıkları cevap ikisini de şaşırtmıştı, muhtemelen hayatları boyunca bizi onları yok etmek isteyen mahlukatlar olduğumuzu düşünerek geçirdiklerinden böyle bir cevabı beklemiyorlardı.

 

”Peki beni niye öldürmedin?” diye sordu aynı kızıl gözlü kız, bunu deyince en arkalarda duran ve kıza tezat oluşturacak şekilde diğerlerine oranla uzun duran birinin ilgisiz surat ifadesi bir anda ciddileşmişti.

 

”Dediğim gibi, kan dökmek iste…” sözümü bağırarak kesti:

 

”Saçmalık! Biri niye düşmanına acısın ki? Hele öyle bir durumda. Elimden silahımı almışken beni vurup hızlıca oradan kaçabilirdin, bu sayede bize esir de düşmezdin, neden böyle bir aptallık yaptın ki?”

 

Haklıydı, o kızı orada şansım varken öldürsem kaçmayı başarmıştım belki de. Ama yapmadım. Aslında yapmadım değil, yapamadım, o kızı orada gördüğüm sırada aklımdan gelen birçok şey arasında onu öldürmek yoktu, bunun tam olarak sebebine ben de muvaffak değildim…

 

”Çünkü seni öldürmektense anlaşmak istedim.” diye geveledim sadece.

 

Kız parmaklıklara yaklaştı, ”Saçmalık! Sadece saçmalık!” diye bağırdı. Kız duygusal olarak bir anda çökmüştü karşımda, ”Geldiğiniz günden beri hiçbirimize merhamet etmediniz, ama şimdi mi kan dökmek istemiyorsunuz?”

 

”Çünkü ben onlar değilim.” dedim parmaklıkların arkasından ona biraz daha yaklaşıp. Ben bunu dedikten sonra kaküllü ve bana nefretle bakan oğlan öne doğru adım atıp bağırmaya başladı:

 

”Süslü laflarınla bizi oyalamayı kes! ‘Kan dökmek istemiyormuş’ sen onu Baş-Kutsal’da ölenlere anlat şeytan!” sesinde saf öfke vardı, muhtemelen aramızda demir parmaklıklar olmasa beni boğazlardı. 

 

”İstaf, sakin ol!” diye bağırdı arkasından gelen gözlüklü bir kız çocuğun kolunu tutup. Benim ise aklımda son ettiği kelime vardı:

 

”Şeytan”

 

Bizi nasıl gördüklerinden haberdardım, ama çocuk yüzüme söyleyince daha garip hissettirmişti. Hissettirmekten öte içimde bir kanıtlama isteği olmuştu; ”onlara şeytan olmadığımı kanıtlama isteği”.

 

Düşününce aptal bir sidik yarışı gibi hissettirse de içimde onlara gerçeği göstermek için mükemmel bir istek oluşmuştu, onlara anlatılan ve inandırılan şeylerin yalan olduğunun canlı kanıtıydım ben!

 

”Pekala, küçük arkadaşınızla vedalaştıysanız gidiyoruz.” dedi öğretmenleri veya komutanları olduğunu düşünmeye başladığım kadın hızlı adımlara kapıya yönelirken. O an ya şimdi ya hiç deyip konuştum:

 

”İsdav! Buraya baksana.”

 

”Adımı doğru telaffuz et önce şeytan!” deyip sinirle baktı.

 

”Benim veya benim türümün ne olduğunu biliyor musun da şeytan diyorsun?”

 

Hayal kırıklığı yaşamış bir yüz ifadesi ile parmaklıkların önünden yeni uzaklaşmaya başlamış kız bir anda kızıl gözlerini tekrardan bana dikti, gözleri tekrardan o eski kararlı ve meraklı ifadeyle dolmuştu. Sadece o değil, o an orada bulunan o kadın hariç herkes bana dönmüştü. 

 

”Ne olduğunu bilmek mi?” dedi karşımdaki kız.

 

”Bilecek bir şey yok.” dedi kaküllü ve adını yanlış telaffuz ettiğim çocuk tekrardan.

 

”Evet, düşman olabiliriz. Ama şeytan ve canavar biraz ağır ithamlar. Ve ben bu ikisi de olmadığıma eminim.”

 

”Ne saçmalıyorsun yine?”

 

”Diyorum ki, bu kaskın altındaki şey en az senin kadar insan.”

 

Ortama derin bir sessizlik çöktü, bir süre hiç kimse konuşmadı. Oğlan histerik bir şekilde gülmeye başladı, ”Sen bizi aptal zannediyorsun galiba! Seni öldürmeme lütfunu göstermişiz, sen burada hala saçmalıyorsun!” diye bağırdı.

 

”Görelim o zaman.” dedim, ardından ellerimi kaskıma attım. 

 

Tam elimi kaskıma atmamla kapının önünde bekleyen kadının tabancasını çekip bana doğrultması bir oldu:

 

”O kaskı çıkarman senin sonun olur.” dedi, sesi monoton olmaya çalışıp da beceremeyen türdendi, adeta dokunsan ağlayacak gibiydi.

 

”Demek siz bilenlerdensiniz? Peki niye saklıyorsunuz o zaman? Moralleri bozulur falan diye mi?” diye konuştum, sesimi olabildiğince tehditkar ve ”gizemli” tutmaya çalışsam da pek beceriksizdim.

 

”O maskeni sakın çıkarıyım deme.” dedi daha sert bir ses tonuyla.

 

”Çıkarırsam ne olur? Bu kadar mı gerçeklerden korkuyorsun? Doğru, emrindekiler bizim beyinsiz yaratıklar ve şeytanlar olduğumuzu düşünmesi sizlerin işine geliyordu.”

 

”Kes sesini!” silah tutan eli titremeye başlamıştı.

 

Ağlıyor muydu o?

 

”Bayan Theslaff!” dedi kızıl gözlü kız benle kadının arasına girerken, ”İzin verin maskesini çıkartsın. Siz herhangi bir sorumuza cevap vermediniz, ama belki o verebilir.”

 

Adının Theslef (veya öyle bir şey) olduğunu öğrendiğim kadın herhangi bir şekilde itiraz edemedi, sadece hızlı adımlarla çıktı, ”Her şey bittikten sonra hepinizi ofisimde istiyorum.” dedi titreyen bir sesle.

 

Kadın çıktıktan sonra orada bulunan herkes dikkatini bana yoğunlaştırdı, yüzlerinden bu anı yıllardır bekledikleri anlaşılıyordu. Önce gaz maskesini çıkarttım, Erda’nın yüksek oksijenli havasını içime çekerek kaskımın kilidini açtım. Ardından kaskımı çıkardım, ilk duyduğum şey birinin ettiği küfür ve bir kızın attığı çığlıktı. 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

Yüzünü göstermesi ile İko’nun çığlığı basması ve Zak’ın okkalı bir küfür salması bir olmuştu.

 

Ben mi? Bense adeta donakalmıştım olduğum yerde…

 

Diğerlerinin ne durumda olduğu hakkında bir fikrim yoktu çünkü onlara bakmıyordum, baktığım şey karşımdaki Terralıydı. Hayır, maskelerinin altında neye benzedikleri hakkında düşündüğümüz her şey yanlıştı. Ne bir şeytan, ne bir makine, ne de kabuslardan fırlamış bir yaratık vardı karşımızda. Karşımızdaki ”şey” tam anlamıyla bir ”insandı”. 

 

Solgun beyaz tenli, genç ve keskin hatları olan bir yakışıklı bir yüze ve hayatım boyunca hiç görmediğim zümrüt rengi yeşil gözlere sahipti. Ama onu bu insansı görünüşüne rağmen gerçek bir insandan onu ayıran çok net bir özelliği vardı; saçları kömür gibi siyah renkliydi. Kulaklarına kadar uzanan saçları siyah saçları ve yeşil gözleri ona ister istemez egzotik bir görüntü katıyordu.

 

Biraz fazla ”insan” bir görüntü…

 

Yeşil gözlerini bana dikip konuşmaya başladı, ”Adım Konstantin Von-Falkenmayer, Dünyalıyım ve görebildiğin üzere gayet de insanım.” sesi maskesi olmadan oldukça berrak ve insansıydı…

 

Ardından elini uzattı. Eline bakıp durdum, sıkmalı mıydım? Karşımdaki şeyin siyah saçları ve kısa boyu (neredeyse benle aynıydı gerçi) harici bizden hiçbir farkı yoktu. Öyle anlaşılamayacakmış gibi bir görüntüsü de yoktu. Yüzü onca olan şeye rağmen öfke dolu değildi.

 

”Hayır!” deyip geriye atıldım içimdeki onun elini sıkmak için müthiş isteğe rağmen, bu kadar basit numaralar yememem lazımdı! İnsana benziyor olabilirdi, ama en nihayetinde değildi. O bir Terralıydı ve daha da önemlisi düşmanımızdı. Düşmanın kendini sempatik göstermesine ve kendisini ”bizden biri gibi” algılatmaya çalışmasına düşmemem lazımdı…

 

Hemen oradan çıktım, hemen Bayan Theslaff’ın ofisine gitmem gerekiyordu. Neler olup bittiğini anlamam gerekiyordu, hem de hemen!

 

”Aliya!”

 

Ağabeyim arkamdan bağırdıysa da dönüp bakmadım bile. Soracak o kadar çok sorum vardı ki oradakileri umursamıyordum, ama sanırım onlarda beni takip ediyordu, kimse ”onunla” aynı odada kalmak istememişti anlaşılan…

 

Bayan Theslaff’ın ofisinin önüne gelip kapıyı çalmadan direkt içeri girdim. Bayan Theslaff nispeten üzgün bir ifadeyle elindeki bir fotoğrafı inceliyordu, içeri girdiğimi fark edince hemen hemen fotoğrafı saklayıp ayağa kalktı, yüzüne yine monoton ifadesini yerleştirip bir şeyler demeye başlayacağı sırada araya girdim: 

 

”Bir açıklama talep ediyoruz, hemen!” diye bağırdım. Ardından arkama baktığımda diğerlerinin de içeri girdiğini gördüm. Hepsinin yüzünde benzer ifadeler vardı; şaşkınlık, hayal kırıklığı, korku… İyla’nın bile yüzü şaşırmış bir haldeydi, herhalde ”insanlara zarar verme” kodlaması yüzünden devreleri yanmıştı. 

 

İç çekti, ardından kesin bir şekilde konuştu: ”Kapıyı kapatın. Ardından kulağınızı bana iyi verin, bu olay hakkında bir daha asla konuşmayacağım çünkü.”

 

Kapıyı kapatıp ofisin dışından adeta ”ne yapıyor bu ucubeler?” dercesine bakanlarla aramıza duvarı ördükten sonra derin bir iç çekip konuşmaya başladı:

 

”Hayatınızda Terralılar hakkında verilen o kıt bilgileri bir aklınıza getirin. Onların duygusuz canavarlar oldukları, insanlığın düşmanı oldukları veyahut şeytan oldukları vesaire.”

 

Bir süre hiçbir şey demedi, muhtemelen ciddi ciddi düşünmemizi istemişti.

 

”Aklınıza getirdiniz mi? Hepsi yalan. Sürgündeki Teokrasi de, İmparatorluk da, Cumhuriyet de; bu savaş içinde yer alan tüm devletler, hepsi size yalan söylüyor. Terralıların ne olduklarını bilmediklerini ve araştırmalara devam ettiklerini söylüyorlar. Evet, Terralılar hakkında birçok şeyi hala çözemediler, ama Terralıların tam olarak ne oldukları bunlardan biri değil.”

 

Her ne kadar az önce yaşanan olaylar dediklerini doğrular nitelikte olsa da yalan söylemek çok keskin bir ithamdı…

 

”N-niye öyle bir şey yapsınlar ki?” diye sordu İstaf, Terralılara olan saf öfkesi yüzünden onların ”insan” gibi görünmelerine en çok yıkılan oydu doğal olarak.

 

”Çok safsın. Düşün bakalım, karşında savaştığın şeylerin senin gibi düşünebilen, hissedebilen ve duyguları olan canlılar olduğunu düşünürken mi daha rahat savaşırsın, yoksa onların en basit itibariyle ‘şeytan’ olduğunu düşünerek mi? Bence cevap çok açık.” diye yanıtladı onu kadın.

 

O an hiç olmadığım kadar garip hissettim, Terralının benle ”anlaşmaya” çalıştığı zamanı düşünürkenkinden bile garipti bu his. Bir Terralının duyguları olabileceği ihtimali… O kadar uzak ve düşünülemez bir şeydi ki bu…

 

”Şimdi hepinizin en merak ettiği soruyu cevaplayayım; Terralılar nedir? Terralılar, buradan bilmem kaç ışık yılı uzakta bulunan ve kimilerinin ‘Dünya’ kimilerinin ise ‘Terra’ adını verdiği, görüntü olarak Erda’ya aşırı benzeyen ve gök adanın Cersca kolunda bulunan bir gezegenden gelen insansı ve teknolojik olarak gelişmiş bir ırk. Size yağmacı ve düşünemeyen olarak anlatılan ırkın ortaya çıktıkları gezegen hariç belki de siz deyin onlarca, ben diyeyim yüzlerce kolonisi var. Bizim için hayal olan yıldızlar arası mesafeleri onlar haftalar veya aylar içerisinde alabiliyor. Kendilerine ‘Dünya Ulusları Federasyonu’ diyen bu ‘kozmik derecede korkunç’ yapılanmayı aklınıza gelebilecek herhangi bir büyüklük birimi ile açıklamak yetersiz kalacaktır.” bunları derken sesinde ne bir titreme, ne de bir heyecan vardı.

 

Odaya aniden ölüm sessizliği çöktü. Açık konuşmalıyım, Terralıların duyguları olduğunu ve insanlara benzediklerini öğrenmek Bayan Theslaff’ın şu an açıkladığı şeylerden daha fazla şaşırtmıştı beni. Ama şimdi anlattıkları… Tek kelimeyle rahatsız ediciydi. Teknolojik olarak bu kadar gelişmiş ve kadının dediğine göre ‘kozmik derecede korkunç’ bir şeyle savaştığını bilmek korkunçtu. Üstüne onların düşünebildiğini ve duyguları olduğunu bilmek işe ekstra bir rahatsız edicilik katıyordu. 

 

”Peki dediklerinizin gerçek olduğunu nasıl bileceğiz.” dedi Mahleyn, o da hepimiz gibi sarsılmıştı.

 

”Çok basit, bilemeyeceksin.” dedi Bayan Theslaff, ”Siz benden gerçekleri istediniz, ben de size verdim. Artık bundan sonrasına inanıp inanmamak sizde.”

 

Bayan Theslaff’ın onlarla savaşmış olduğunu varsayarsak inanmak şu noktada en mantıklısı olacaktı. Kendisi bir sır küpü olabilirdi ama kesinlikle bizi kandırmaya çalışacak biri değildi, özellikle de böyle bir konuda. 

 

”Peki, bu dedikleriniz gerçekten doğruysa, bunun anlamı bu savaşın kazanılmasının imkansız olduğu değil midir?” diye öne çıktı Ain, normalde neşeli ve şen şakrak arkadaşımın sesini ilk kez bu kadar korku dolu ve rahatsız olmuştu.

 

”Doğru, onları yenmemiz imkansız. Burada verdikleri kayıplarının muhtemelen ‘tüm ordularına’ oranla hiçbir değeri yok. Eğer şu ana kadar yok edilmediysek yüksek ihtimalle amaçlarının bizi yok etmek olmamasıdır. Eğer isteselerdi ne yapabileceklerinin küçük bir örneğini Baş-Kutsal’da yaşadık, dua edin de koca kainatta uğraşmaları gereken bizden önemli işleri olsun.”

 

Kazanılması imkansız bir savaş… Ölen onca insanın yüksek ihtimal boşuna öldüğü gerçeğiyle başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü adeta. Onlara karşı ne yaparsak yapalım boş muydu gerçekten? İçimden kadının saçmalaması için dua etsem de bunların hiçbir anlamı yoktu, kadın muhtemelen haklıydı. Tüm bunları adeta bilimsel bir konu hakkında konuşuyormuşçasına net ve sade bir şekilde anlatmıştı.

 

”Bu konuda hükümeti suçlamayacağım, çünkü şu an gördüğüm kadarıyla onlar hakkındaki gerçeği öğrenmek bir hayli moral bozucu, değil mi?” dedi içinde bulunduğumuz durumu adeta okumuşçasına.

 

Bir süre daha kimse ağzını açmaya cesaret edemeyince tekrardan konuşmaya başladı, ”Pekala, gerçekleri de öğrendiğinize göre bundan sonra bir daha bu konu hakkında konuşmayacaksınız, sizler hariç bir tane bile öğrenci veya personel burada konuşulanları öğrenirse hem onun hem de sizin başınız belaya girer. Olur da benim sizle bunları konuştuğumu çok sevgili ‘yetkililere’ şikayet edersiniz hepimiz ‘buharlaştırılırız’. Ayrıca lafı geçmişken, ben de bu bilgileri ‘yetkililer’den almadığımı belirtmek isterim. Şimdi hepiniz derhal duş alıp güzelce temizlenin, ardından tüm bunları unutup mışıl mışıl uyuyun, son isteyeceğim şey okul içerisinde bir Terralı pandemiği veyahut morali bozuk öğrenciler olurdu.”

 

Şu noktadan sonra ondan ölse da laf alamayacağımızı bildiğimiz için boynumuz bükük kapıya yöneldik, tam ağabeyim en önde kapıyı açacağı sırada Bayan Theslaff bir kaz daha konuştu:

 

”Leevy, Aliya; olurda burada anlatılanı çok sevgili imparator babanıza güvenip bildirme cesaretinde bulunursanız ne makamda olduğunuz umurumda olmaz, ikinizi de o saklandığınız delikten çıkarır, Cumhuriyet Meydanında ki devrim anıtında sallandırırım. Ve İyla, sen de öyle bir şeye kalkışırsan ‘pilini söküp’ kablolarını keserim, anlaşıldı mı?” 

 

”Anlaşıldı!” dedik üçümüzde. Bayan Theslaff bir şeyi yapacağını söylediyse yapardı, boş bir tehdit değildi yani bu. Bunu Valher’de bulunduğum bir buçuk senelik süreçte çok kez görmüştüm…

 

Ofisten çıktıktan sonra etrafımızdaki meraklı bakışlara ve soru sormaya çalışan öğrencilere aldırmadan soyunma odalarına doğru yol aldık. Yol boyunca kimse bir kelime dahi etmedi, muhtemelen gün boyunca da edemeyecekti…

 

O an aklıma bir şey geldi, Terralı bana kaskını çıkardıktan sonra bir şey demişti. ”Dünyalı” olduğunu söylediğini hatırlıyordum. Ama onun dışında bir şey daha söylemişti:

 

Adını…

 

O an yine içimde saklananı bilme arzusu ortaya çıkmıştı. Her ne kadar bu anlatılanları ne kadar çabuk unutursam benim için o kadar iyi olacak olsa da düşünmeye devam ettim, onun hakkında düşünmeye devam ettim… 

 

Hafızamı toparlayıp adını çıkarmaya çalıştım, en sonunda aklıma geldiğinde de kısık sesle söylendim: 

 

”Konstantin…” 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2564 

 

”Ne gündü ama!” dedim yanı başımda uyumak için kıvrılmış Paul’a bakarak. Tekrardan olanları düşünüp hafif sırıttım. Her ne kadar böyle yaparak onlarla daha rahat konuşabileceğimi ve üzerlerindeki korkuyu kaldırabileceğimi düşünmüş olsam da bu kelimenin tam anlamıyla ters tepmişti. Bu içimde bir hayal kırıklığı yaratsa da kısa süre sonra düşündükçe gülmeme sebep olmaya başlamıştı. Konrad’la küçükken izlediğimiz 20-21. Yüzyıl korku filmlerini hatırlatmıştı bana onların kaçışı ve korku dolu ifadeleri ister istemez. Ama yine de kızın adını öğrenememek içimde ukte kalmıştı.

 

Kafamı yastığıma koyup ”hapishane odamın” küçük ve epey yukarıdaki aralığına baktım. Bölgenin ışık kirliliği ve aralığın çok küçük ve korkuluklu olmasına rağmen yıldızları az da olsa görebiliyordum. Tam gözümü kapatıp uyuyacakken duyduğum ayak sesleri ile irkildim kafamı yavaşça kaldırıp baktığımda korkulukların arkasında şu ”Taslaff” adındaki ve adını bir türlü aklımda tutamadığım kadını gördüm. 

 

”Ne oldu? Öğrencilerinin yanında gururunu mu kırdım.” dedim hafif alaycı bir sesle.

 

Kadın herhangi bir duygu belirtisi göstermeden, ”Yoo, ama doğruya doğru, bana epey zahmet çıkardın.” dedi. Ardından elindekini gösterdi, ”Eşyalarını getirdim.” dedi. Elindekileri görünce gözlerim büyüdü; çantam! 

 

Hemen yaklaşıp çantamı elinden aldım, hızlıca içindekileri kontrol ettim. Not ve çizim defterim, kalemim, birkaç tane et konservesi, bir doz aşı (bunun çantamda ne aradığı hakkında hiçbir fikrim yok), bir tüp dezenfektan ve Dünya’dan gelirken yanımda getirdiğim ve nereye gidersem gideyim yanımda götürdüğüm Joe Haldeman’ın ”Bitmeyen Savaş” adlı romanıydı. 

 

Birazcık daha karıştırmama rağmen buradan kurtulmama yarayacak bir şey bulamamıştım, kadın güzel teftiş etmişti çantamı. Gerçi aşıyı kaçırmıştı ama onunla buradan kurtulamayacağımı biliyor olmalıydı. Ama neden böyle bir şey yapmıştı ki? Bu bir savaş esiri için fazla büyük bir jestti. 

 

”Peki neden?” diye kafamı kaldırıp sordum. Ama kadın çoktan gitmişti buradan.

 

Ardından histerik bir şekilde güldüm, ”En azından hayvan gibi muamele görmeyeceğim.” dedim kendi kendime. Erdalılarla yapılan onca savaş ve o gençlerin bana verdiği tepkiden sonra bu biraz da olsa içimi rahatlatmıştı.

No results available

Reset