novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 5: Bilim İnsanı ve Askeri Öğrencinin İlk Karşılaşması

  • Efe Kutluay
  • 5 Mart 2024 13:22:13
  • 0 yorum
  • 1

Milattan sonra: 2564 

 

 

”Tamamdır, gidebilirsiniz.” dedim ihtiyar bir Erdalıya aşısını yaptırdıktan sonra.

 

”S-sağ olun.” deyip hızlı adımlarla uzaklaştı.

 

”İlk gün biraz halsiz hissettirebilir, ama endişelenmeyin…” ben daha lafımı bitirmeden çoktan uzaklaşmıştı.

 

İç çekerek konuştum, ”Sıradaki.”

 

Burada geçirdiğim bir aylık süreçten sonra gönderildiğim ilk görev buydu. Konrad bana sahada ”en alasından” bir görev vereceğini söylemişti, görünüşe bakılırsa bu ”en alasından görev” çatışma alanını terk edememiş yerli halka aşı yapmaktı. 

 

Konrad’a bunun amacını sorduğumda ”Amerika’ya ilk gelen Avrupalıların götürdüğü hastalıkların yerlilere verdiği zararın bir benzerinin yaşanmasını önlemek için” diye cevap vermiş, ayrıca bunun ”çok önceden yapmaya başlamamız gereken bir şey” olduğunu da eklemişti. Gerçi taktığımız maskeler ve kasklarla yapmaya çalıştığımız şey düşmanı korkutmaya çalışmakken şu an ki yerel halka ”şirin” gözükme çabamız ironikti biraz. 

 

Konrad’ın beni göreve gönderirken bir diğer söylediği şeyse ”onun gözü” olmamı istemesiydi. Bu yüzden yarım saatte bir arayıp benden rapor istiyor, herhangi bir usulsüzlük yapılıp yapılmadığından emin olmamı istiyordu. Yerel halka karşı herhangi bir tehdit veyahut yağma durumunda kesin vur emrim vardı. Tabii yerel halktan biri bize silah çekerse onu da vurma yetkim vardı. 

 

”Çok saçma! Ben buraya pilot olmak için geldim, bu işler için değil!” diye söylendi Aylin. Kendisinin aksine kardeşi Ayhan halinden memnun gibiydi. Köylü çocuklarla (çoğunun boyu ortalama yetişkin insan kadardı) oyun oynuyordu. Çavuş Lane ise çocuklara vermek için boş mermi kovanları çıkarıyordu. Micheal az biraz bildiği ilk yardım bilgileriyle şırıngaları hazırlamaya çalışırken Marya ise uzak bir köşede oturmuş etrafı izliyordu. Yüzünü göremesem de sıkılmış olduğu barizdi. 

 

Evet, tam olarak buraya olan yolculuğumda konuşmuş olduğum ve burada da az biraz muhabbetimi devam ettirdiğim kişilerle göreve çıkmıştım. Konrad bunu kasıtlı mı yapmıştı bilmiyordum. Ama yine de çok rahatsız olduğumu söyleyemezdim. Bilmediğin bir yerdeyken sadece ismen bile tanıdığın bir kişinin varlığı rahatlatıcı olabiliyordu. 

 

Birkaç dakikalık bir bekleyişten sonra kimse aşı yaptırmaya gönüllü olmayınca (anlaşılır bir şekilde) Konrad’ın bana verdiği listeyi açtım. Bu listede hasta olup ilaç isteyenlerin talep ettiği şeyler vardı.

 

”Kinya Kolhar-Seniyen, burada mı?” diye sordum. Kısa bir süre sonra orta yaşlarında yorgun görünüşlü bir kadın çıktı.

 

”E-evet, buradayım.” dedi çekinerek.

 

”Bunlar ilaçlarınız.” diye uzattım bir kutu hapı, ”Sabah bir tane, akşam bir tane.”

 

”T-teşekkürler.” dedi ürkek bir sesle, ardından geldiği yere geri döndü, yarıp geçmeye çalıştığı kalabalık ona tiksinti ile bakıyordu.

 

”Kelhan Kaira-Leng, burada mı?” dedim.

 

Bu sefer ağzımı açmamla on beş-on altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk yanıma yaklaştı, yüzü acı bir gülümsemeyle kıvrılırken konuştu:

 

”Babam burada değil, eğer bir gün erken gelmiş olsanız burada olurdu.”

 

Ben daha ”kaybı için üzgün olduğumu” dahi belirtemeden yüzündeki gülümseme sadistik ve korkunç bir şekil aldı, kaşla göz arasında çektiği silahı bana doğrultup ateş etti.

 

Tam o sırada mavi bir parıltı ve kulakları tırmalayan bir sesle mermi havadan sekti, ateşlediği merminin bana bir zarar veremediğini görünce çocuğun yüzündeki ifade bir anda yerini korku ve paniğe bıraktı. Tam kendisi geri çekilmeye çalışacakken de boğazına delip geçen bir kurşunla yere yığıldı.

 

Çocuğun cansız bedeni yere düşerken etraftakiler adeta buz kesmişti. Kimse panikleyip bağırmaya başlamadı. Muhtemelen bağırıp çağırırlarsa bir katliama kalkışacağımızdan korkuyorlardı, onları bu yüzden suçlayamazdım. Geriye dönüp baktığımda ateş edenin Marya olduğunu gördüm. Aramızdaki en olaylarla alakasız görünen kişi ilk müdahale eden olmuştu.

 

”İyi misin evlat!” diye sordu Çavuş Lane, hemen yanıma gelip.

 

Olaylar o kadar erken gelişmişti ki herhangi bir tepki verememiştim, göz açıp kapayıncaya kadar çocuk can vermişti.

 

”İ-iyiyim.” dedim olayları idrak etmeye çalışırken.

 

Bu sırada kalabalık hızlı adımlarla dağılmaya ve evlerine çekilmeye başlamıştı. İçinde bulunduğumuz duruma bakınca daha fazla batırmamak için hiçbir şey demeden uzaklaşmanın iyi bir fikir olacağını düşündüm.

 

”Hadi gidelim.” dedim ve oradan uzaklaştım. 

 

Bir süre hiç konuşmadan yürüdük, ilk ağzını açan Ayhan oldu:

 

”Gittiğimiz üçüncü köy ve buna cesaret eden ilk kişi, ben her köyden birkaç tane çıkmasını beklerdim.”

 

”Bu çetelesi tutulacak bir şey değil.” dedi Micheal.

 

”Çetele tutmuyorum, sadece şaşırdığımı söylüyorum. Bunca olan şeyden sonra bize karşı ancak korku ve öfke duyabilirler.”

 

”Daha dikkatli ol Teğmen, dış iskeletin olmasa çoktan ölmüştün.” dedi Marya.

 

”Olacağım.” diye kısa bir cevap verdim, şu an pek kimseyle konuşmak istemiyordum.

 

”Umarım…”

 

 

… 

 

 

”Beklenmedik bir şey oldu mu?” diye Konrad telsizden sordu.

 

”Klaus Amca’nın dobermanı büyüklüğünde bir kedi görmem haricinde bir şey yok.” diye yanıtladım.

 

”Alışsan iyi edersin, fazla miktardaki oksijen canlıları bizim dünyamıza oranla daha büyük yapıyor. Kuş büyüklüğünde yusufçukları görmeye hazırlan.” dedi alayla.

 

”Her zaman hazırım.” dedim gülerek. 

 

Hazır falan değildim…

 

Konrad’la İngilizce konuşmak itiraf etmek gerekirse garip gelmişti. Federasyonun adem-i merkeziyetçi yapısından dolayı belli bir resmi dili yoktu. Ama Federal bürolar, merkezler ve orduda İngilizce genel geçer dildi. Federasyonun herhangi bir yapısında çalışmak için aranan bir numaralı şartta zaten İngilizce bilmektir. Ayrıca Konrad’ın söylediğine göre tüm bu telsiz konuşmaları kayıt altına alınıyormuş, bu sayede ona birilerinin yerel halkı tehdit ettiğini veya yağmaladığını söylersem en hızlı şekilde üst makamlara birinci elden kanıt diye gönderebilirmiş. Konrad’ın yerel halka saygı duyması her ne kadar etik olarak doğru olan şey olsa da bana garip gelmişti. 

 

”Yerel halkla herhangi bir sürtüşme oldu mu?” diye sordu.

 

”Bir kere. Saldıran kendisiydi, nefsi müdafaa ettik.” dedim sıkıntıyla. Konrad bir an sessiz kaldı, canı sıkılmıştı anlaşılan.

 

”Anladım. Yarın sabah saatlerinde yine rapor isteyeceğim, yarın bitirin bu işi.”

 

”Anlaşıldı.” ardından telsiz bağlantısı kesildi.

 

Kaskımı çıkartıp çantamdan çıkardığım konserve eti yemeye başladım. Yemek yemek kaskımızı çıkarmamıza izin olan tek andı. Bunun dışında uyurken dahi kask ve maske kafanda olmalıydı… 

 

Tam yemeye başlamıştım ki hiç beklemediğim bir şey oldu, cebimden bir anda fırlayan Paul konserve etin içine atladı.

 

”Ne yapıyorsun burada!” diye sert ama kısık bir sesle konuştum, onu odamda bıraktığıma emindim halbuki. O sırada Paul konserve etten bir parçayı alıp tekrardan vücuduma tırmanıp cebime atladı, gözlerine bakılırsa mutlu bir hali vardı. 

 

Birkaç saat kadar boyunca neredeyse hiç konuşmadan içinde bulunduğumuz terkedilmiş kulübenin içinde yemek yedik. Açılan tek muhabbet ”JAVELIN” adı verilen ve ”büyük savaş” döneminden beri kullanılan taşınabilir bir enerji topunun niye bize verildiğiydi. Sonuçta böyle küçük bir görev için bu kadar ağır bir silah fazlaydı. Kendi yemeğimi bitirdikten sonra hemen kaskımı ve maskemi tekrardan kafama geçirip ilk nöbet için gönüllü oldum.

 

”Pekala evlat. Ama sadece bir buçuk saat. Sakın kahraman edalarına girip uyanık kalmaya çalışma, hepimiz canımızdan oluruz.” dedi Çavuş.

 

”Anlaşıldı.” diye onu onayladım gülerek. 

 

Herkes uyuduktan sonra kulübenin dışına çıkıp etrafı izlemeye başladım, etrafta başka herhangi bir bina yoktu. Çalılar ve seyrek ağaçlar arasındaki bu kulübe muhtemelen birinin inzivaya çekilmek için kullandığı bir yerdi veya bir avcının küçük bir kulübesi, emin olmam imkansızdı.

 

Düşündüm, acaba ne sebeplerle burayı terk etmişti? Savaş başlayınca birçok Erdalı Yalin Cumhuriyeti denen devletin doğu sınırlarını terk ederek iç bölgelerine kaçmıştı. Tabii gittiğimiz köylerdeki gibi kaçmayıp yaşamaya çalışanlar da vardı, ulusları tarafından kaderine mahkum edilmiş insanlar… 

 

Peki bu kulübede bir dönemler yaşamış kişi, o nasıl terk etmişti buraları? Veya terk edebilmiş miydi? Kulübenin içini incelediğimizde birkaç tahta mobilya ve bazı mutfak aletleri hariç bir şey yoktu, muhtemelen önemli şeylerini alıp götürmüştü burada her kim yaşıyorduysa.

 

Bu nispeten iyi bir sondu… Sanır

 

Düşünürken sol elime baktım, Konrad’ın üsteyken gösterdiği yer çekim eldiveniydi bu. Bu prototip aleti Konrad bana göreve çıkmadan önce vermişti. Buradda olduğum bir aylık süreç boyunca Konrad beni ara sıra çağırtıp bu aleti denettirmişti. Nesneleri kaldırmak, indirmek, çekmek veyahut itmek; veya yanan bir ateşi veya elektrik enerjisini yönlendirmek… Bunları bir aylık süreçte çok kez yapmıştım ama bu aleti bana verip göreve göndermesi, işte bu beklenmedikti. Neden böyle bir aleti benim gibi birine verdiğini sorduğumda sadece ”gözümün önünde olsun” deyip geçistirmişti. 

 

”Vik vik.”

 

Düşüncelerimi kesen şey cebimden kafasını çıkarıp bana bakan Paul’un sesiydi. Paul’u tutup omzuma koydum, omzuma koyduktan sonra sanki benim düşünceli olduğumu anlamışçasına bir tonla ”viklemeye” başladı. Güldüm, Paul’un ırkının eskiden zeki bir ırk olmasına şaşmamalıydı.

 

”İyiyim dostum, bir şeyim yok.” dedim parmağımla onu okşarken. 

 

Saatime baktım, henüz bir saat ya geçmiş ya geçmemişti.

 

”Düşünmeye devam.” diye söylenerek gökyüzünü izlemeye devam ettim.

 

 

… 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

”Yıldırım-1’den Yıldırım-4’e, kuzeybatı taraflarını gözlemle.” dedi ağabeyim resmi bir tonla.

 

”Yıldırım-4’ten Yıldırım-1’e, anlaşıldı.” diyerek uçtuğumuz yönün kuzeybatısını hızlıca kontrol ettim, ”Yıldırım-4’ten Yıldırım-1’e, bölge güvenli.”

 

”Anlaşıldı Yıldırım-4.”

 

Senede birkaç kez son sınıf öğrencilerinden birinin liderlik ettiği ve kendinden alt sınıf öğrencilerin içinde bulunduğu bir Jatlan takımı Akademi ve ”aktif çatışma alanı” etrafında ”gerçek mermi” ile doldurulmuş silahlar ile devriye uçuşu yapardı. Bunun amacı son sınıf öğrencisinin bir takımı koordine etme ve liderlik becerilerinin gelişmesini sağlamak, bizim gibi alt sınıf öğrencileri içinse takım bilinci oluşturmak ve çatışma anı dışında dahi emirlere hazır olmayı öğretmekti. 

 

Tabii ki bu hayatımda ilk kez Jatlan kullanışım değildi, ama ilk kez tam silahlandırılmış bir tanesini kullanıyordum. Bu da ister istemez insanı heyecanlandırıyordu. Jatlanlar mükemmel yıkım gücüne sahip silahlardı, bu gücün elinin altında olduğunu bilmek insana hoş ama biraz geren bir sorumluluk hissi yüklüyordu. 

 

Ben, Ain, İstaf, İko ve Zak ikinci sınıf öğrencileri olarak bu çalışmaya ilk kez katılıyorduk. Üçüncü sınıflardan ise düşünce kulübündeki Mahleyn ile Habel ve Kersa adındaki iki öğrenci vardı. Takım komutası ağabeyim Leevy’deydi. Ayrıca ağabeyimin nukanesi İyla da buradaydı. Ağabeyimin yardımcı pilotluğunu yapıyordu.

 

”Hey Aliya, nasıl hissediyorsun?” diye sordu Ain özel kanaldan neşeli bir sesle.

 

”Garip, ama elindeki silahın ağırlığını hissetmeye değer.” dedim

 

”Sen bir de gerçek çatışmaya girince konuş!”

 

Tam kendisine buranın sohbet yeri olmadığını söyleyecekken İko da özel kanala katılıp konuştu:

 

”Ben biraz stresliyim… Ya gerçekten Terralılarla karşılaşırsak?”.

 

”O zaman hepsini gebertiriz. Bu kadar basit, değil mi Ain?”. İko’ya cevap İstaf’tan gelmişti.

 

”Aynen öyle!” diye heyecanını taklit etmeye çalışarak karşılık verdi Ain.

 

”Bazen aranızdaki tek aklı başında kişinin ben olduğunu düşünüyorum.” diye söylendi Zak. 

 

”Terralılarla karşılaşırsak yapacağınız tek şey emirlerime uymak olacak, şimdi dağılın” diye bir anda lafa atladı ağabeyim.

 

Ağabeyimin bir anda özel kanala girmesi ile hepimiz ”Emredersiniz!” diyerek dağıldık. Özel kanalda bir tek ben ve ağabeyim kalınca ağabeyim sordu,

 

”İyisin değil mi?”

 

”Gayet iyiyim.” diye resmi bir tonla cevap verdim, sonuçta burada ağabey ve kardeş değil, üst ve asttık.

 

”Anlaşıldı. Stres yapma ve kendine güven, en kötü ihtimalle ben seni korurum zaten.”

 

”Çatışma durumunda sakinliğini korursan çatışmadan sağ çıkma ihtimalin %70 artar.” diye konuştu ağabeyimin yardımcı pilotu İyla dost canlısı bir tonla.

 

Nukaneler bir uçağa veya Jatlana yardımcı pilot olacakları zaman zihinlerini makineyle bağlarlardı. Bu sayede makine üzerinde tam zamanlı kontrole sahip olurlardı ve kendi hesaplama güçlerini makinenin bilgisayarı ile birleştirirlerdi. Bir manada insan-bilgisayar olurlardı. Ağabeyimin anlattığına göre İyla ile birlikte uçtuktan sonra tek başına Jatlan kullanmak çok sıkıcı ve keyifsiz geliyormuş. 

 

Uçuş alanımız epey büyük bir alanı kapsıyordu. Akademiye en uzak olduğumuz yerde Akademiyle aramızda yüz yirmi beş kilometre kadar mesafe oluyordu. Bu da ister istemez ”karanlık alana” girmemize sebep oluyordu.

 

Karanlık alan, Cumhuriyet ile Terralı işgal alanı arasında bulunan ve hiç kimsenin ”kağıt üstünde” yaşamadığı bir yerdi. O bölge artık savaşın ikinci fazı sırasında (İlk faz olan kesin ve kanlı muharebelerin yaşandığı dönem Alta Muharebesi ile bitmişti) iki tarafın birbiriyle ufak çatışmalara girdiği bir alan olmuştu.

 

Tabii alanın çok içlerine girmiyorduk ama girdiğimiz küçük kısım bile savaşın getirdiği yıkımı yeterince gösteriyordu. Terkedilmiş kasabalar, defalarca bombalamaktan kratere dönüşmüş bölgeler, çalışmaz duruma gelmiş savaş aletleri ile unutulmuş ve çürümüş cesetler…

 

Ben bunları düşünürken terk edilmiş Harlak şehrinin üzerinde alçak irtifa ile uçuyorduk. Bu şehir savaşın en kötü dönemlerini nispeten en az hasarla atlatmış yerlerden biriydi. Bunun ana sebebi ilk saldırılar sırasında şehrin tamamiyle tahliye edilmiş olmasaydı. Terralılar da bizden sonra şehre hiç dokunmadığı için sokaklarda kalmış arabalar, hala rafları dolu marketler ve çürüyen gökdelenleriyle hayalet bir şehre dönüşmüştü burası…

 

Ve tam o sırada Mahleyn bağırdı:

 

”Yıldırım 7’den Yıldırım-1’e, batı yönünde Terralılar saptandı!”

 

Bir anda buz kestim, daha yarım saat kadar önce bu konu hakkında şakalaşıyorduk… Mahleyn’in şaka yapmış olmasını umarak batıya döndüm.

 

Oradaydılar.

 

Altı tane siyah giyimli ve kırmızı gözlü ”şeyler”. Hafif piyade gibi gözüküyorlardı, ekipmanları her ne kadar belli olmasa da çok ağır silahları olmadığına emindim. Ve görünüşe bakılırsa bizi fark etmemişlerdi…

 

”Kahretsin! Pekala, hemen akademiyi bilgilendirin ve kod-23’ü uygula…” ağabeyim daha sözünü bitiremeden İstaf, ateş etmeye başlamıştı. ”Ne yapıyorsun be gerizekalı!”

 

Ama bu nafileydi, ”Geberin sizi şeytanlar geberin!” diye bağırarak üzerlerine doğru çoktan atılmıştı İstaf.

 

Kendisi çok da ileriye gidemeden ağabeyim onu kanadından yakaladı, ”Kendini öldürtmek mi istiyorsun? Ellerinde ne olduğunu bilmiyoruz, canını almaları saniyeler sürmez.” diye bağırdı.

 

”Altı üstü piyadeler, bırakın da hepsini geberteyim işte!” diye bağırdı İstaf kontrolü tamamen kaybetmişti.

 

”Sakin olsana! Kendini mi öldürmek istiyorsun?” diye bağırdı Ain, endişeyle. 

 

”Hayır! Madem bir kere çatışmayı başlattın, emirlerime uyacaksınız.” dedi ağabeyim.

 

”Aliya!” diye bağırdı bana, stresten formaliteleri unutmuştu.

 

”Evet!” dedim heyecanla.

 

”Mavi lekeleri fırlat! Ardından da hemen karargahla iletişime geç!”

 

”Anlaşıldı!” dedim ardından gökyüzünü hedef aldım. O sırada varlığımızdan haberdar olan düşman siper almaya başlamıştı.

 

 

… 

 

 

Milattan sonra: 2564 

 

”Siper alın!”

 

Kulakları sağır edercesine gelen bir patlama ve Marya’nın acı dolu çığılığı arasında kendimi bir binanın arkasına atarken ağzımdan çıkabilen tek şey bu olmuştu.

 

Benden hemen sonra ikizler ve açılan ateş sonrası bacağı kopan Marya’yı taşıyan Micheal ve Çavuş siper aldılar.

 

”Hassiktir Konstantin! Neler oluyor orada!?” diye bağırdı Konrad, tam da kendisine rapor verdiğim sırada yaşanmıştı bunlar. Ben ona durumu anlatmaya çalışırken diğerleri de kendi dertlerindeydi.

 

”Dayan Marya!” diye bağırdı Ayhan acı içinde bağıran genç kadının elini sıkarken.

 

”Harika! Sözde pilot olarak geldiğimiz yerde yaya olarak öleceğiz. Ne güzel!” diye söylendi Aylin, Micheal’a Marya’nın kanamasını durdurmasında yardım etmeye çalışırken. 

 

”Bulunduğunuz yerin koordinatlarını yolla! Hemen!” diye bağırdı Konrad.

 

”Anlaşıldı yolluyo…” diye konuşacaksam da bir anda gözümün önünde beliren [BAĞLANTI SORUNU] yazısı ile okkalı bir küfür ettim.

 

Hemen kafamı yukarı çevirince tahmin ettiğim sebepten olduğunu anladım. Mavi renkli bir tabaka gökyüzünü kaplıyordu.

 

”Altıya karşı dokuzuz. Hem de düşman YSM’lerine karşı yalın piyade olarak. Pek adil bir dövüş!” diye bağırdı Çavuş Lane. 

 

Birkaç dakika daha olduğumuz yerde durarak tabiri caizse ölümü bekledik. Ama garip bir şey vardı. Bize karşı net bir üstünlükleri olmasına rağmen saldırmıyorlardı. Sadece uzaktan ateş etmekle yetiniyorlardı. ”Acaba geri çekilmemize izin mi veriyorlar?” diye düşünsem de pek mantıklı gelmemişti. Sonuçta bizi şeytanlar olarak gören düşmanın bizim geri çekilmemize dahi izin vereceğini sanmıyordum.

 

”Ne bekliyorsunuz be! Alsanıza canımızı it sürüleri!” diye bağırdı Aylin. Muhtemelen avcının oynadığı bir av gibi hissediyordu şu an kendini. 

 

Ve bir anda kafamda bir ampul yandı.

 

”Doğru, bizi öldürmüyorlar çünkü bizi şeytan olarak görüyorlar.” diye konuştum kendi kendime.

 

”Ne dedin?” dedi Çavuş bir yandan siperden ateş ederken.

 

”Bizim aksimize onların bizim ne olduğumuz hakkında bir bilgisi yok. Bu yüzden korkuyorlar, yapabileceğimiz potansiyel şeyleri bilmedikleri için korkuyorlar.” 

 

”Bir planım var.” diye bağırdım umut dolu bir sesle. ”Elimizde ne kadar işaret fişeği varsa çıkarın, hemen!”

 

Sanırım bu işlere alışmaya başlıyordum…

 

”Anlaşıldı!” diye konuştu ikizler ardından çantalarından birkaç tane çıkardılar. Çavuş, Micheal ve Marya’nın da çantasında çıkanlarla birlikte üç farklı renkten otuz altı tane işaret fişeğimiz vardı.

 

”Şimdi?” diye sordu Aylin.

 

”Hepsini ateşleyin, sağımıza, solumuza, arkamıza ve düşmanla aramıza, her yere!” diye bağırdım. 

 

Beş-altı dakika kadar sonra etrafımız üç renkli bir duman bulutuyla çevrilmişti. Eğer her şey planladığım gibi giderse fişeklerden çekinecekler (çünkü o şeylerin sıradan bir işaret fişeği değil de binbir türlü ”Terralı” numaralarından biri olduğunu düşüneceklerdi) ve bu sayede arkadaşlarım kaçabileceklerdi. 

 

”Marya’yı da alıp uzaklaşın buradan hemen!” diye bağırdım, kaybedecek vakit yoktu.

 

”Saçmalama evlat, sensiz gitmiyoruz!” dedi Çavuş.

 

”Hayır gidiyorsunuz! Bu tek şansımız, duman bulutu sönmeden Marya’yı da alıp uzaklaşın. Mavi lekenin etkisinden çıktığınız vakit direkt üsle temas kurun. Ha, son olarak da JAVELIN’i burada bırakın.” dedim.

 

Kimse hiçbir şey demedi, yüzlerini göremediğimden neler hissettikleri hakkında bir yorum yapamadım.

 

”Pekala! Seninle savaşmak bir onurdu evlat dedi.” Çavuş Lane.

 

”Ölmemeye çalış Kosti!” dedi ikizler aynı anda. Micheal’sa sade ve resmi bir selam durdu.

 

”Gidin şimdi!” diye bağırdım tekrardan, zaman aleyhimize işlemeye devam ediyordu.

 

Benim haricimdeki takım Marya’yı taşıyarak dumanların içinde uzaklaştılar. Termal kamera ile görebildiğim kadarıyla ölmeden uzaklaşabilmişlerdi, bunda düşmanın henüz yeni yeni biraz yakınlaşmaya başlamasının da etkisi vardı. 

 

Rahatlamış bir şekilde iç çektim, en azından birincil amacımı tamamlamıştım. Şimdi sırada ikincil amacım vardı.

 

”Bir insanı küçümsememeleri gerektiğini onlara öğretmek.”

 

Muhtemelen sonunda başarısız olacağım bu işe başlamadan hemen önce cebimde bulunan Paul’a baktım. Normalde onu diğerleriyle göndermek mantıklı bir seçenek olabilirdi, ama Paul’u buna ikna etmek imkansız olacağından teklif dahi etmemiştim. 

 

”Son durağımız sanırım burası dostum.” dedim Paul’a bakarak.

 

”Hwaaaaah!” diye bağırdı cebimde ayaklarını kaldırarak. Sanırım kendince ”savaşa hazırım” demeye çalışıyordu. Paul’un olduğu cebimi sıkıca kapatıp elimdeki malzemeleri son kez kontrol ettim. Biraz uğraşıp boynumdaki kolyeyi sıkıp kendi kendime söylendim:

 

”Karanlık ölüm vadisinden geçsem bile, Kötülükten korkmam. Çünkü sen benimlesin…” 

 

Ardından ”tanrı bizi korusun” diye de ekleyip JAVELIN’i de alarak siperden fırladım. Erdalı YSM’leri ile aramdaki duman bulutu hala diriydi. Kaskım ve odağım sayesinde dumanın diğer tarafından onlar görebiliyordum, hala oldukları yerde yakınlaşıp uzaklaşıyorlardı. Ama yakınlaştıkları mesafenin gittikçe artması sebebi ile zamanımın çok olmadığı aşikardı. JAVELIN’i çalıştırıp aralarından en sabit duranına nişan aldım. Tam göğsüne… Hayır, bacakları ile vücudunun birleştiği kısma. Bu sayede onu öldürmek zorunda kalmadan etkisiz hale getirebilirdim. 

 

JAVELIN, çok yüksek miktarda enerjiyi bir anda ateşlerdi. Bu tek başına ağır zırhlı bir YSM’yi dahi indirebilirdi. Ama yaptığı atıştan sonra da silah enerji çıkışına dayanamaz ve bozulurdu. Bu yüzden tek bir şansım vardı. Nişan aldım, kitlendim… 

 

Ve ateş! 

 

 

… 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

”Aaaaaaa!” diye korkuyla bağırdı İko.

 

”İko!” diye bağırıp Jatlanına doğru fırladım. ”İko! İyi misin?” dedim yere yığılmış Jatlanının kokpitini açarken.

 

”B-ben iyiyim.” dedi İko korkuyla dışarı çıkarken. 

 

Ağabeyimin Terralılara karşı uygulamak istediği şey basitti. Kademeli olarak yaklaşacaktık onlara. Bu sayede ellerinde ne var ne yok anlayabilecektik. Ellerinde neler olduğunu tam olarak anladığımızda ise basitçe işlerini bitirecektik.

 

Fakat bir anda etraf kırmızı, siyah ve yeşil renkli gazlar ile dolmaya başlamıştı. İstaf’ın zararsız olduğu konusunda ısrar ettiği bu şeylere ne olur ne olmaz girmemize izin vermemişti ağabeyim. Terralıların basit bir oyununa düşmemizi istememişti.

 

Tam dumanlar dinmeye başladığı sırada ağabeyimin yakınlaşmamakta ne kadar haklı olduğunu gösteren bir olay oldu; dumanların içinden çıkan bir ”ışın” bir anda İko’nun Jatlanına isabet etti. Tek bir atışla koca makineyi yere mıhlamıştı…

 

Yıldızlara ve göğe şükürler olsun ki İko’ya bir zarar gelmemişti. Şansına sadece makineyi yere yıkacak ve yürüme mekanizmasını yok edecek bir şekilde atış yapılmıştı.

 

Yoksa gerçekten şansına mıydı?

 

”Bayan Theslaff’dan emir geldi, ne olursa olsun mesafenizi koruyun! ” idye bağırdı ağabeyim, sesinin ilk kez bu kadar stresli olduğuna şahit oluyordum.

 

”Duman bulutları dağıldı. Saldırı için izin istiyor… Kahretsin! Kör oldum.!” diye bağırdı Zak. Kafamızı çevirdiğimizde Zak’ın vizörleri parçalanmış ve geri geri sendelemekte olan Jatlanı ve artık dağılmış dumanların arasından çıkan Terralıyı gördük. Jatlanın kafa kısmına nişan alıp görüş sistemini bozmuş olmalıydı. 

 

Diğerlerine ne olmuştu? Diğerleri kaçsın diye önemi atılmıştı? Hayır, diğerleri çoktan kaçmıştı muhtemelen. Belki de o gazların amacı oydu…

 

Ben bunları düşünürken Terralı Zak’ın Jatlanının hemen arkasında beklemekte olan Mahleyn’e doğru paldır küldür koşmaya başladı.

 

”Canına susadın sanırım şerefsiz it tohumu seni!” deyip iki el ateş etti kendisine doğru koşturan Terralıya. Kısa bir süre sonra kendisine koşturan Terralının olduğu yerde duman bulutları ve etrafa saçılmış molozlar vardı. 

 

Bulutlar dağıldıktan sonra görmeyi beklediğimiz şey paramparça olmuş bir cesetti. Onun yerine gördüğümüz şeyse siyah renkli bir tabakaydı, görünüş olarak garip yapıda bir kubbeye benziyordu. Ben bunları düşünürken kaşla göz arasında kubbe parçalandı ve içinden çıkan Terralı birkaç el ateş edip Mahleyn’in vizörünü paramparça etti. Mahleyn, şaşkınlıktan karşılık bile verememişti. 

 

Ardından Habel, kılıcını çekip Terralının üzerine saldırdı. Terralı ilk birkaç hamleden olağanüstü bir hızla sıyrıldı. Bir süre aralarında ufak bir kedi-fare oyunu döndü, Habel onu kılıcıyla ezmeye çalışırken Terralı sinir bozucu bir şekilde sağa sola zıplıyordu. Şehir boşaltıldığından beri olduğu gibi duran binalar Terralının fırlattığı bombalar ve Habel’in kılıç darbeleriyle yıkılıyordu. 

 

”Bu kadar yeter! Ona yardım edeceğim!” diye ilerlemeye yeltensem de ağabeyim beni durdu, ben kendisinin konuşmasını beklerken konuşan İyla, oldu:

 

”Bu boyutta ve hızdaki bir düşman birimine karşı iki adet Jatlan ile böyle dar bir alanda savaşmak, ciddi sonuçlara sebep olabilir. Dost ateşi veya dar alan içerisinde iki Jatlanın sıkışması bunlardan bazılarıdır.”

 

”Onu duydun Aliya, şu durumda yapabileceğimiz tek şey olanları seyretmek.” diye ekledi ağabeyim İyla’nın söylediklerine ardından, sesinden anlaşıldığı kadarıyla benim kadar canı sıkılmıştı.

 

”Zak! Mahleyn! Habel, onu oyalarken Jatlanlarınızı terk edin ve şehrin etrafından dolaşarak buraya gelen.” diye emir verdi.

 

”A-anlaşıldı!” dedi ikisi de, kendileri de hala şokta olmalıydı.

 

O sırada hiçbirimizin beklemediği bir şey oldu, sokakta duran çöp kovalarından bir tanesi aniden Habel’in üzerine doğru uçtu. Habel’e aniden çarpan şey her ne kadar ona çok da zarar verememiş olsa da Terralının sürekli kaçma döngüsünü sonlandırmıştı. Kısa süre sonra Terralının attığı bir bomba ile Habel’in Jatlanı alev almaya başladı, ardından Habel’in dikkatini bunla dağıtan Terralı tüfeği ile Jatlanının iticilerine ateş etti. İticilerin aniden patlaması ile bir anda dengesini kaybeden Habel’in Jatlanı yere yığılmıştı, Terralıya kalan tek şey de tabancası ile vizörlerine ateş etmek olmuştu.

 

Habel’in Jatlanı da etkisiz hale gelince ağabeyim bağırdı, ”Zamanı geldi! Atış serbest!”

 

Tam hepimiz ateş etmeye başlayacakken İstaf ileriye atıldı. Bu sefer kendini elimizden kurtarmayı başarmıştı.

 

”Ne yapıyorsun be salak herif! Hemen geri dön!” diye bağırdı ağabeyim telsizden.

 

”Diğerleri beceriksiz olabilir, ama ben değilim! Ben kesinlikle senin canını alacağım seni adi şeytan. Baş-Kutsal’da ölenlerin bedelini ödeyeceksin köpek!” diye bağırdı hiddetli ve mantıklı düşünemediği aşikar bir şekilde.

 

İstaf kılıcını sallıyor, Terralı hopluyor, zıplıyor, koşturuyordu. Farkettiğim en önemli şey ikisinin de hareketlerinin profesyonellikten çok uzak olmasıydı. İstaf, saf bir intikam duygusu ile dengesizce saldırırken Terralı sanki sadece canının derdinde gibiydi. 

 

İstaf bu sefer kılıcını biraz fazla sert sallamış olacaktı ki kılıcı yola saplandı. Bundan faydalanan Terralı hemen tüfeğini çıkarıp vizörüne ateş etmeye çalışsa da İstaf, hızlı davranıp vizörünü koluyla kapadı ve Terra’lının üzerine atladı. Kılpayı şekilde ondan sıyrılan Terralı seri bir hamleyle Jatlanın diz kısmına atladı. İstaf onu kovuşturmak dizini bir binaya vurmayı deneydiyse de bu sadece Terralının kendinin üst bacak kısmına çıkmasına yardımcı olmuştu. 

 

”İn üstümden aptal böcek!” diye bağırıp bu sefer eliyle onu yakalamaya çalıştıysa da bu sefer de parçalanmış arabalardan bir tanesinin kapısı bir anda havalanıp İstaf’a doğru fırladı. Dikkat dağınıklığından faydalanan Terralı hızla İstaf’ın iticilerinden birine atlayıp oradan sırtına tırmanmaya başlamıştı. 

 

”Anti-personel desteği nerede kaldı be!” diye bağırdı ağabeyim, ”İyla! Hemen Binbaşı Theslaff’ı bağla bana!”

 

”Anlaşıldı!” dedi İyla.

 

Onlar bunları konuşurken ben de üzerinden Terralıyı atmaya çalışan İstaf’ı izliyordum. Ben izlerken bir anda İstaf’ın iticilerinden biri patladı, bununla birlikte diğer iticilerinde kontrolden çıkmasıyla İstaf çevredeki binaları savrulmaya ve çarpmaya başladı.

 

”İstaf!” diye bağırdı Ain korkuyla.

 

”Hassiktir! Kontrol edemiyorum, bu şerefsiz ne yaptıysa iticileri bozdu!” diye bağırdı İstaf, sesinde hem öfke hem de korku vardı.

 

”Yıldızlar aşkına! Hemen peşinden gidin ve yakalayın onu!” diye bağırdı ağabeyim

 

”Anlaşıldı!” ardından hemen Ain’le onu takip etmeye başladık.

 

İstaf panikle ve dengesizce uçarak etraftaki binalara çarpıyor, can havliyle Terralıdan kurtulmaya çalışıyordu. Terralının durumu da pek iyi değil gibiydi. Jatlanın kafasına tutunmuş şekilde düşmemeye çalışıyordu. Bir yandan da İstaf’ın onu yakalamaya çalışan ellerinden sıyrılmaya çalışıyordu. 

 

”Ain, sen İstaf’ın Jatlanını tutmaya ve düşüşünü yavaşlatmaya çalış, ben Terralıyı yakalayacağım.” dedim.

 

”Anlaşıldı, dikkat et.” diyerek İstaf’ın önüne geçip tutmak için hızını arttırdı. Ben de Jatlanın tüm gücünü kullanarak Terralıya doğru uzandım. Terra’lı ilk tabancasıyla birkaç el ateş ettiyse de çok isabetli olmamıştı. Kısa süre sonra da hava akımının etkisiyle tabancası elinden kayıp gitmişti. Tam yakaladım yakalayacağım derken de Terralının üzerime fırlattığı bir bomba ile geriye düştüm. ”Kahretsin!” deyip arkasından uçmaya devam ettim. 

 

”Kontrolü geri almaya çalış!” diye bağırdı İstaf’a Ain.

 

”Yapamam, bu şeytan her ne yaptıysa sistemlerim tutukluk yaptı.” diye bağırdı İstaf.

 

”Merak etme seni kurtaracağız.” dedim onu sakinleştirmeye çalışarak, gerçi böyle bir durumda insan ne kadar sakin olabilirdi ki? Özellikle İstaf gibi Terralılara ölümüne nefret duyan birinin böyle bir duruma düşmesi. Ama bunlar şu an önem arz eden şeyler değildi, ne yapıp ne edip arkadaşımızı kurtarmalıydım. 

 

İkinci kez onu tutmak için uzandığımdaysa bu sefer beklemediğim bir şey oldu, Terralının eli bir anda kaydı ve benim Jatlanımın vizörlerini sert bir şekilde çarptı. Bir anda tüm görüş açısını kaybetmem ve paniklememle yalpalayarak yere düşmeye başladım. Her ne kadar sonradan kontrolleri elime almayı becersem de nafileydi. 

 

Kısa süre sonra sert bir şekilde neresi olduğunu bilmediğim bir binaya sertçe çakıldık. Bir süre üzerimde oluşan şoktan dolayı hareket edemedim. Şoku atlattıktan sonra da tabancamı alarak hızlıca Jatlanımdan dışarı çıktım. 

 

Hızlıca etrafı kontrol ettim, görünüşe göre burası bir tür eski spor salonu gibi bir yerdi. Binanın çatısında açtığımız delikten gelen ışıklar hariç (ki iyiden iyiye güneşte batmaya başlamıştı) etraf zifiri karanlıktı. Neredeyse her adımımda toz taneleri yükseliyordu. Muhtemelen en son savaş başlamadan önce kullanılmıştı burası. 

 

”Sen akıllı birine benziyorsun, bence anlaşabiliriz.” duyduğum sesle hemen arkamı döndüm.

 

Oradaydı.

 

Kırmızı gözlerini bana dikmiş şekilde bakıyordu. Metalik maskesinin (belki de gerçekten yüzüydü o) altında ne gibi bir şeytani ifade ile söylemişti kim bilir…

 

Bir dakika, benle konuşmuş muydu o? 

 

”Bak, hiçbirinize zarar verme niyetim yok, bırak gideyim.”

 

Hala şokumu atlamamıştım, benle iletişim kurmaya çalışıyordu. Üstüne üstlük tehditkar veyahut makine vari bir şekilde değil, uzlaşmacı ve insancıl bir tavırla söylemişti bunu.

 

”Zarar verme niyetin yok mu? Az önce arkadaşlarıma yaptıkların peki?” diye sordum ona.

 

”Onlara bir şey yapmadım, sadece kendimi savundum. Hiç birinize zarar vermek gibi bir niyetim yok.” dedi. 

 

”Kes sesini!” deyip tetiği çekeceğim sırada silah bir andan elimden kaydı ve onun eline doğru fırladı. Ben daha ne olduğu çözemeden Terralı silahın şarjörünü ve kendisini ayrı köşelere attı.

 

”Artık barışçıllığımdan şüphe duymuyorsundur herhalde?”

 

O sırada binanın çatısında açılmış delikten ağabeyimin olduğunu anladığım Jatlan görünmüştü.

 

”Aliya! Aliya, iyi misin?” diye bağırdı telsizden.

 

”Anlaştık mı?” diye sordu tekrardan. Bir Terralı merhamet dile… Hayır, bu merhamet dilenmek değildi. Bu anlaşmaya çalışmaktı…

 

”Madem benimle uzlaşmaya çalışıyorsun, niye bunu baştan yapmadınız?” diye sordum.

 

”Baştan yapmak mı?” soruma soruyla karşılık vermişti.

 

”Buraya ilk geldiğinizde bir kere bile iletişim kurmaya zahmet etmediniz. Tek yaptığınız öldürmek ve daha çok öldürmekti. O gün bizle anlaşmayı denemediniz de şimdi mi benle anlaşmayı mı deniyorsun?”

 

Neden bilmiyorum ama gözlerimden yaş gelmeye başlamıştı. Bu aslında İko’nun teorisini de kanıtlar nitelikteydi. Terralılarla anlaşmak mümkündü, tabii sadece onlar isterse… 

 

”Çünkü onların yaptıkları beni ilgilendirmez.”

 

”İlgilendirmez mi?”

 

”Evet ilgilendirmez. Benim tek isteğim kan dökülme…” cümlesini tamamlayamadan şok atışıyla vurulup yere mıhlanması bir olmuştu.

 

”Aliya!” ağabeyim Jatlanından inip bana doğru koşturmuştu hemen, ”İyi misin? Sana bir şey yapmadı ya?” diye sormaya başladı. Arkasından İyla, yavaş adımlarla geldi. Ondan da sonra Ain ve İstaf, ortama teşrif ettiler. İstaf’ın yüzünden düşen bir parçaydı. 

 

”İ-iyiyim…” diyebildim sadece, az önce yaşananların şokundan hala çıkamamıştım.

 

İyla, yavaşça Terralıya yaklaşıp Terralının üst omurga bölgesinde bulunan bir şeyi söktü. ”Enerji kaynağı çıkarıldı Binbaşı Theslaff.” dedi resmi bir tonla. Ardından bedenini biraz daha inceledikten sonra bir daha konuştu, ”Ölü durumda değil, baygın.” 

 

”O zaman ne duruyoruz.” dedi İstaf yaklaşıp tabancasını çekerken.

 

”Hayır, onu öldürmeyeceğiz.” dedi ağabeyim net bir sesle.

 

”Ne!?” dedi Ain ile İstaf, aynı anda.

 

”N-ne demek öldürmeyeceğiz? Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?” diye bağırdı İstaf.

 

”Bunu bana değil, Bayan Theslaff’a anlatırsın. Kendisi öldürmememizi istedi.” diye yanıtladı ağabeyim. Onun sesi de pek durumdan memnun değil gibiydi. 

 

Bense… Hala garip duygular içindeydim. Bizzat kan dökülmemesini isteyen bir Terralıyla konuşmuştum. Üstelik hiç de robotik veya şeytani bir konuşma şekli yoktu, belki de gerçekten… Hayır! Süslü laflara bu kadar kolay kanacak biri değilim ben!

 

 

No results available

Reset