Milattan Sonra: 2565
”Eğil!” Theslaff’ın konuşması ile Çavuş hemen silaha davrandı, hemen onu kenara itip bağırdım:
”Dur dur!”
”Ne yapıyorsun?!” şaşırması ve olanlara anlam verememesi normaldi, içinde bulunduğumuz gezegenin en korunaklı yerlerinden birinde karşına bir düşmanın aniden çıkması ve tam onun işini bitirecekken de yanındaki dallamanın sana engel olmaya çalışması muhtemelen Çavuş Lane’in bilmem kaç yıllık askeri hayatı boyunca daha önce şahit olduğu bir şey değildi.
Ben de tam olarak ne diyeceğimi bilmiyordum, ”O-o düşman değil.” diye saçmalayabildim sadece.
”Düşman değil mi? Aklını mı kaçırdın!” diye bağırdı.
O konuşurken ben de hemen göz ucuyla arkama baktım, manyak kadın sanki az önce ölümle burun buruna gelmemiş gibi rahat bir şekilde bizi izliyordu, muhtemelen kendisinin anlamadığı bir dilde tartışan bizi görmek hoşuna gitmişti.
”Bak.” hızlıca arabadan atlayıp Theslaff’ın önüne geçtim, ”Her şey kontrolüm altında, o bize zarar vermeyecek, biz de ona zarar vermeyeceğiz. Centilmenlik anlaşması işte.” panikten aklıma her gelen cümleyi arka arkaya diziyordum.
”Arkadaşın beni gördüğü için epey memnun oldu galiba.” diye konuştu Theslaff. Sadece sesinin tonu bile bu durumda sinir katsayılarımı tepeme çıkarmaya yetiyordu.
”Sen burada ne yaptığını sanıyorsun be!” dönüp bağırdım ona.
”Aa, sinirlenme hemen, ufak bir ziyaret sadece.”
”Ziyaretine de…” bir ona, bir çavuşa bakmaktan başım ağrımaya başlamıştı.
”Kahretsin Konstantin, ne konuşuyorsun!” diye bağırdı Çavuş.
”S-sakin ol, bir sorun yok.”
”Arkadaşına söyle de bize bir süre müsaade etsin.” diye araya girdi Theslaff.
”Niye?”
”Bir iki kelam edeceğiz.” Bu manyak karı taa buraya kadar geldiyse herhalde önemli bir sebebi olmalıydı.
”Ç-çavuş.” konuşmaya başladım, panikle kafamda bir şeyler oluşturmaya çalışıyordum.
”Evet?” dedi bir eli belindeki tabancasında dururken, kurt bir asker olarak bana değil, iç güdülerine güveniyordu doğal olarak.
”B-benim bir süre onunla konuşmam lazım.”
”Ne?”
”Bak, her şey kontrolüm altında, bana bir şey olmaz. Sen istersen göreve devam et, ben en kötü ihtimal tek başıma dönerim, benim hakkında endişelenme kısaca.”
Bir süre hiçbir şey demedi, ardından elini tabancanın kabzasından çekip geçiştirircesine konuştu, ”Ne halt yersen ye!”
”T-tamam, çok sağ ol.” ardından arkamı döndüm, Theslaff, arkamızdaki ağaçlık alana doğru gidiyordu, hızlı adımlarla ona yetişmeye çalıştım.
Ona yetiştiğimi fark edince konuştu, ”Dostunu daha uzun sürede ikna edersin diye düşünmüştüm.”
”Ne yapıyorsun burada be!” cümlesini bitirir bitirmez bağırdım.
”Ne mi yapıyorum? Hadi ama Konstantin, beni özlemedin mi?”
”Şu an nerede olduğunun farkında mısın?”
”Evet, çocukken buralara tatile giderdik.”
Bu kadın beni öldürüyordu…
”Buraya nasıl geldin?” diye sordum.
”Siz Terralılar, bizim topraklarımızda savaştığınızı unutuyorsunuz sanırım. Ayrıca övünmek gibi olmasın ama, yeteneklerimi hafife almamanı öneririm.” dedi yine aynı rahatlıkla, ardından kaşla göz arasında yerden aldığı bir taşı ilerideki ağaçlardan birine fırlattı, fırlattığı ağaçtan devasa bir ağ yere düştü.
”Görünüşe bakılırsa bu sistem bir kere kullanıldıktan sonra birkaç hafif donanımlı asker bir ile iki saat içerisinde olay yerine geliyor, ihtiyacım olan bir takım ekipmanı onlardan almıştım, ondan sonrası tereyağından kıl çekmek gibiydi. Bu arada merak etme, o ağaçtaki alarm sistemini sökmüştüm, bu yüzden kimse alarm durumuna geçmeyecektir.”
Bu kadın iyi değildi…
”Peki, niye buradasın? Bunca riski sırf benle iki kelam etmek için almadığına eminim.”
”Çok güzel bir soru.” diye konuşmaya başladı, ”Ama önce bir saniye yerinde durmanı öneririm.”
”Ne?” yerimde kalakaldım, ardından gözleriyle aşağıyı gösterince korkuyla geriye atladım, siyah gri renkli, üzerinde ufak delikler olan bir şeydi bu.
”Bu ne be?!”
”Kirpi kayası dediğimiz bir tür canlı, temas halinde çıkardığı dikenlerle kendini koruyor.” ardından yerdeki toprağı üzerine itti, bir anda deliklerden üzerinde ilginç bir sıvı olan biri sürü diken çıkardı.
”Dikenleri ayağındaki çizmeleri çok rahatlıkla deler geçer, bir kere sana temas etti mi ortalama bir insanı (buradaki ortalama insanın biz mi onları mı olduğuna pek emin olamamıştım) kırk kere öldürebilecek bir zehri de sana enjekte eder. Etkileri düzeltilemeyecek derecede olmakla beraber otuz saniye içinde felç, beş dakikada içerisinde ise acılar içinde öldürür.”
Ben daha az önce ölümden dönmüş olmanın şokundan çıkamamışken kendisi yine alaycı bir gülümseme ile konuşmaya devam etti, ”Ama merak etme, ben yanındayım!”
Ardından cebinden çıkardığı bir tür sıvıyı üzerine döktü, ”Alkol halihazırda zayıf olan sinir sistemlerini uyuşturuyor.” kısa süre sonra dikenlerini içeri çekti.
”Sonrasında ise…” ayağıyla birkaç kere dürterek ters döndürdü onu, ”Yavaş ve ızdıraplı bir ölüm.”
”Peki…” diye söylendim sadece, ne diyeceğimi bilememiştim.
”Her neyse senin sorduğun konuya gelelim.” ardından yürümeye başladı, ”Önce oturacak bir yer bulalım ama.”
…
”O şeyden başka bir tane daha yok değil mi?” diye sordum.
”Ne oldu? Korktun mu?” diye alaycı bir şekilde konuştu.
”Elbette korktum! Saniyeler içerisinde insan öldürecek bir şeyden bahsediyorsun.”
”Dürüstlüğüne hayran kaldım doğrusu, ama merak etme, işgalci bir tür sayıldığı için tüm devletlerce temizleniyor kendileri. Buralarda pek hükmümüz geçmediğinden çoğalma fırsatı bulmuşlar, ama yine de pek nadirler.”
”Anlıyorum…”
”Ha bu arada, maskeni çıkar.”
”Niye?”
”Bu haldeyken seni ciddiye alamıyorum.”
”Ehrlos…”
”Ne dedin?”
”Hiçbir şey…” Ikına sıkına maskemi çıkardım.
”Ha şöyle, yüzün gözün açılsın.” dedi gülerek.
Bir süre daha yürüdükten sonra bir dere yatağının kenarına geldik. Derenin karşısına oturduktan sonra konuştum:
”Hadi konuş.” yanına oturduktan sonra istemsizce tokayı cebimden çıkarıp oynamaya başlamıştım.
”Bu kadar sıkılgan olma Konstantin, her iddiasına varım ki konuyu açtığım an tüm ilgin benim üzerimde olacak.”
”Eminim öyledir.”
”Aliya hakkında.”
”Onun” ismini ağzına almasıyla birlikte adeta kafama bir şimşek çakmıştı.
”Aliya hakkında mı?” pür dikkat diyeceklerini dinlemeye başladım.
”Demiştim.” dedi gülerek.
”He he haklısın. Yeteri kadar tatmin olduysan anlatmaya başla.”
”Aslında anlatacak çok da bir şeyim yok. Aliya’ya ne olduğunu biliyorsundur, sana anlatmıştır herhalde.”
”Evet.”
”Aslına bakarsan sana anlatacağım şey ona ne olduğu değil, bir tür teklif.”
”Nasıl bir teklif?” ben sorunca yaklaştı, ardından düşündükçe daha da sürealleşen o teklifi sundu:
”Onu kurtarmak ister misin?”
Ve sessizlik, sadece suyun akarken çıkardığı ses vardı.
”Kurtarmak mı?” duyduğum şey çok netti, ama yine de sorma ihtiyacı duymuştum, içimde adeta fırtınalar kopuyordu.
”Elbette, kurtarmak. Şu an sana yaşadığını garanti edebilirim. Nerede olduğunu da biliyorum.” benim aksime oldukça sakindi.
”Peki neden?”
”Ne neden?”
”Neden bu teklifi bana yapıyorsun?”
”Çok anlamsız sorular soruyorsun Konstantin.”
”Anlamsız mı?”
”Evet, biliyorum ki onu en çok kurtarmak isteyen kişi sensin.”
”Neden?” korkunç derecede haklı olsa da geri adım atmaya niyetim yoktu.
”Çok basit, çünkü ona aşıksın.”
O an tam olarak ne oldu bilmiyorum, ama o ”tek” cümleyi kurması ile kalbime adeta bir hançer saplamıştı. Bu günlerdir içime atıp unutmaya çalıştığım şeydi, kabul etmekten bile aciz olduğum bir şey… Bunu ben daha kabullenemezken aniden yüzüme çarpması aşırı büyük bir şok etkisi bırakmıştı üstümde.
”Aşk”, günlerdir kafamı yorduğum şey buymuş, üzerine düşününce çok basit bir kavramdı, benim inatçılığımdı bu kadar batağa saplanmışcasına bunu düşünmemin sebebi…
”Anlamadım?” yine de geri adım atmaya niyetim yoktu.
”Eğer aptalı oynamayı bırakman için içini rahatlatmam gerekiyorsa söyleyeyim, O da sana aşık.” bunu söylemesiyle ikinci bir şok daha geçirmiştim.
”S-saçmalama!”
”Bu saçmalamak değil Konstantin, sadece deneyim.” atıf yaptığı şeyi anlasam da şimdilik susmayı tercih ettim.
”Peki, haklı olduğunu varsaya…”
”Haklıyım.” sözümü anında yarıda kesti.
İç çektim, ”Tamam, haklasın, Onu seviyorum.” bu durumu ilk kez kabullendiğim an bu olmuştu. Bir süre duraksayıp devam ettim, ”Ama ikincisini nereden çıkardın?”
”İkincisi mi?”
”Aptalı oynama, ikinci dediğin şey işte.” durumu kendim için kabullenebilmiş olmam bunu dile getirmenin kolay olduğu anlamına gelmiyordu.
”Sol elindeki toka yüzünden.”
”Toka mı?” o an adeta aklımda çıkmış bir şekilde sol elimde gezdirdiğim tokayı incelemeye başladım.
”Elbette sana anlamını ve hikayesini söylemedi.”
Bir süre sessiz kaldım, muhtemelen tahmin ettiğim anlamlara geliyordu ama yine de emin olmak için sordum, ”Anlamı nedir?”
”Onu kurtarınca kendin sorarsın.”
Sonra yine bir sessizlik oldu, kurtarmak ha? Benim aptallık olur diye vazgeçtiğim (ve artık bunun da çok bir şey fark etmediği) ihtimali Theslaff adeta yoktan gelerek bana tekrar sunmuştu.
”Kendisi şu an nerede?” diye sordum.
”Demek ki kabul ettin?”
”Öyle bir şey demedim, sadece daha fazla bilgiye ihtiyacım var.”
”İstediğin bilgi olsun yeter ki.” dedi gülerek, ben tam yine ciddiyetsizliği için ona içimden küfürler sallayacakken bir anda ciddileşti, ”Segin’de,Baykuş Yuvasındaki zindanlardan birinde tutuluyor.”
”Baykuş Yuvası mı?”
”İmparatorluk sarayı desem kafanda bir şeyler canlanır sanırım.”
İmparatorluk sarayı demek, ne arıyordu orada?
”Kabul ettiğimi varsayalım, oraya gitmek için planımız nedir? ‘İmparatorluk sarayı’ adındaki bir yerin epey iyi korunduğuna eminim.”
”Orasını bana bırak.”
O an ona duyduğum seviyede bir güveni en son babamın arabasını kaçırdıktan sonra Konrad’a duymuştum galiba. Aptal herif, hatırladıkça sinir oluyordum…
”Ha? İkna olmadın mı?” sesinde yapmacık bir sitemle sormuştu bunu.
”Niye?” dedim sadece.
”Niye mi?”
”Niye bana yardım ediyorsun? Gerçekten sırf aramızdaki ilişki için mi yardım etmek istiyorsun, yoksa başka bir sebebin var mı?”
”Aslına bakarsan var, birkaç tane.”
”Ne gibi?”
”Birincisi, Aliya benim öğrencim, her ne kadar da kendince bu sonuçları en başından beri biliyor ve kabul etmiş olsa da onun böyle bir kaderi yaşamasına izin veremem.”
”İkincisi?”
”Artık tescilli bir halk düşmanıyım, o yüzden ne olursa olsun benim adıma işler daha kötü olmaz herhalde.”
”Ne?”
Halk düşmanı mı? Daha birkaç gün önce bu kadın bir savaş kahramanı olarak anılmıyor muydu?
”Kuşlar gelip söyledi, görünüşe bakılırsa Aliya olanlar hakkında konuşmayı reddedince ben ve birkaç kişi hakkında yakalama kararı çıkmış. Kimler veya neciler tarafından yapılmış bilmiyorum gerçi ama.”
”Niye ki?”
”Hatırlarsan seni kağıt üstünde bir araştırma tesisine göndermiştik, tabii aslında senin akademinin bodrum katında tutuyorduk.”
”Ve bundan birkaç gün öncesine kadar kimsenin haberi olmadı yani?”
”Yaptık bir şeyler.”
Bu olaydan haberim vardı. Ama askeri kayıtları bu kadar iyi saklaması ve son ana kadar her şeyi gizli saklı tutması… Bu kadın gerçekten korkunçtu…
”Seni bir güvenlik sorunu olarak görmelerine şaşmamalı.” dedim.
Güldü, ”İltifatın için teşekkür ederim, ama artık bir cevap vermen lazım, kabul mü?”
Aliya’yı kurtarmak ha?
Theslaff’la konuşmak birçok şeyin kafamda oturmasını sağlamıştı aslında. Her ne kadar bu kadına ”pek” güvenmesem de dediklerinde haklılık payı vardı, hem de korkunç derecede.
Aliya’yı seviyordum, günlerdir (belki de daha uzun süredir) içinde bulunduğum garip durumun adı buydu, her ne kadar bunu hala tam olarak kabullenemesem de…
Peki bu durumda elimden ne gelebilirdi? Theslaff beni gerçekten de oraya götürebilir miydi? Götürdüğünü varsayalım, oradan çıkartabilir miydi bizi? Peki çıkarttığını varsayalım, ondan sonra ne olacaktı?
Bir sürü ama bir sürü açık vardı, ama yine de yapabileceğim… Hayır, yapmak istediğim başka bir şey yok gibi görünüyordu…
En sonunda kararı mı vermiştim, ”Tamam, yapacağım!”
”Harika! O zaman yarın buluşalım.” dedi, o da keyiflenmiş gibiydi.
Ama tam o sırada aklıma bir şey dank etmişti:
Ben yarın buradan gönderilecektim.
Benim ne yapıp ne edip bu kararın değiştirilmesini sağlamam lazımdı ki bu imkansızdı, buradan Dünya’ya tek bir mesajı göndermek bir ay sürüyordu. Bu yüzden yapmam gereken şey kararı değiştirmektense bir hafta bile olsa ertelettirmekti. Bunu yapabilecek adamı da tanıyordum…
”Yarın olmaz.” dedim ayağa kalkarken.
”Keyfin bilir, ama acele et, sonsuza kadar burada kalamam.” diye söylendi.
”Anlaştık.” ardından herhangi bir şey demeden koşmaya başladım.
”Ne oldu?”
”Halletmem gereken bir şey var!” diye bağırdım uzaklaşırken.
Yola çıktığımda Çavuş’un hala orada olduğunu gördüm.
”Sonunda geldin! Bir saattir seni bekliyor… Ne yapıyorsun!” hiç onunla muhattap olmadan koşmaya devam ettim.
O an neden bilmiyorum ama Konrad’a gidip kararı bir süre geciktirmesini istemek ölüm kalım meselesi gibi gelmişti bana, ne olursa olsun yapmalıydım, onun için yapmalıydım…
”Sen git! Benim üsse dönmem lazım!” diye bağırdım ve koşturmaya devam ettim, o an heyecandan buradan koşarak üsse dönmenin ne kadar uzun süreceğini dahi düşünememiştim. Ama bu çok da umurumda değildi, yepyeni bir heyecan ve ”istekle” koşuyordum.
Bir süre böyle koşturduktan sonra Çavuş arabayla yanıma geldi,
”Ne haltlar çeviriyorsun?”
”Boşver Çavuş, sen işini hallet.” dedim koşmaya devam ederken, maskem olmadığından epey bir süredir koşmama rağmen nefes nefese kalmamıştım, gerçi öyle bir durumda nefes nefese kalsam ölürdüm ama…
”Atla hadi!” dedi arabayı önüme kırdıktan sonra.
İstemeye istemeye arabaya geçip maskeyi taktım. Ardından üsse sürmeye başlarken sordu:
”Ne konuştunuz?”
”Benle alakalı şeyler.” demekle yetindim sadece.
”Gerçekten ağzından laf alınmıyor.” kendisi bunu dedikten sonra hiçbir şey demedim, tek düşündüğüm Konrad’ı nasıl ikna edebileceğimdi.
O sürerken ben de kah önüme, kah Aliya’nın tokasına bakıyordum. Daha önce de geçtiğimiz yollardan geçerken etraftaki ağaçlara bakarak ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışıyordum.
En sonunda üssün önüne geldiğimizde kapıyı kırarcasına açıp üsse doğru koşturdum, kapıyı tutan nöbetçileri bir kenara itip içeri girdim. Erda’nın havasını soluduktan sonra boğucu gelen havayla ciğerlerim sıkışırken nöbetçilerden biri bağırdı.
”Dur…”
Nöbetçinin sözünü kesen Çavuştu, ”Git evlat!”
O, onları oyalarken ben Konrad’ın ofisine doğru koşturmaya devam ettim, arkamdan gelen bağırışlara bakarsak acele etmem lazımdı…
En sonunda ofisten içeri kendimi attığımda Konrad’ın bilardo toplarını dizdiğini görmüştüm. Yarınlar yokmuşçasına koşturan beni ve benden hemen sonra giren silahlı adamları gördüğüne pek de şaşırmamış gibiydi.
”Tamam, çekilin.” dedi sadece. Kendisinin verdiği emirle nöbetçiler ve diğer güvenlik görevlileri selam durup odadan çıktılar. Hızlıca kapıyı kapatıp kendimi koltuğa bıraktım.
Ben soluk soluğa kalmış otururken Konrad bir bardak suyu önüme koyup konuştu, ”Yine ne haltlar yedin?”
Suyu direkt kafama dikip konuya girdim, ”Emiri ertelemen lazım.”
”Niye?”
”Niyesi yok, ertelemen lazım işte!”
”Acaba bu emri istediğin kişi kardeşin olmasa nasıl bir tepki görecektin merak ediyorum.”
”Yine aynı şekilde girerdim.”
”Eminim öyle yapardın.” dedi.
Bir süre sessizlik oldu, onca şeyden sonra Konrad’ın inatçılığına yenilirsem bu iğrenç derecede trajikomik olurdu.
”Peki, anlatacağım.” dedim, biraz taviz vermem lazımdı.
”Birçok şeyi anlatacaksın.” dedi.
”Ne gibi?”
”Misal esaret altında geçirdiğin günlerle başlayabilirsin, eminim ki bu ‘aniden gelen buradan ayrılma ve kalma istekleri’ de bununla alakalıdır.”
İç çektim, sanırım başka bir şansım kalmamıştı:
”Peki…”
…
”Ve bu kadar.” diyerek anlatmayı bitirdim. Bir buçuk saattir anlatıyordum ona başımdan geçenleri. Tabii ki her şeyi anlatmamıştım, (aslına bakılırsa birçok şeyi atlamıştım) ama yine de bu haliyle bile bir buçuk saat sürmüştü olayları anlatmam.
O ise ben her şeyi anlatırken üç top bilardo oynamıştı. Onu tanımayan biri bunu saygısızlık olarak nitelendirebilirdi, ama ben onunla aralıksız geçirdiğim 22 yıldan ötürü huylarına alışıktım. Genellikle birilerini pür dikkat dinlerken hep bir şeylerle uğraşırdı.
”Yani diyorsun ki, arkadaşlarının geri çekilmesini sağladıktan sonra bir YSM takımına karşı yayan şekilde savaştın, dört tanesini indirdin, beşinciyi de indirecekken elin kaydı ve kendini başka bir YSM’ye çarpıp bir spor kompleksinin ortasına düştün.” dedi.
”Evet.”
”Sonra orada şu ‘Aliya’ adlı kızla karşılaştın, tam onunla anlaşacakken elektro şokla bayıltıldın ve kendini bir tür koğuşta buldun.”
”Evet.” tabii ki bazı detayları söylememiştim.
”Ondan sonra Aliya’yla konuşmaya başladın, onun sana Erdalılar hakkında bir şeyler anlatması sonucu bizim hakkında bilgileri verdin.”
”Evet, sadece kültürel ve tarihi bilgiler.”
”Ayrıca burada ‘bir şekilde’ Theslaff’la da tanışmışsın, sana Yuri’nin hikayesini anlatmak yerine sadece ismini vermiş ve ‘birine sor’ demiş.”
”Evet.”
”Tutsak alındıktan aylar sonra ise kendinin bile nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde onu sana yardım etmesi için ikna ettin.”
”Evet.”
”Sonra bir nukaneyle dövüştün, yendin, sonra da kızla kaçıp geldin. Sonrasında ise seni kurtarmaya geldik.”
”Evet.”
”Ve şimdi de ‘bir anda içine doğan bir hisle’ uzaylı kız arkadaşını kurtarmak için buradan emirleri geciktirmemi istiyorsun, buraya geldiğinden beri yüzünden düşen bin parça olmasının sebebi de bu yaşadığın ilginç stockholm sendromuydu.”
”Evet… Hayır!” hislerimi kabullenmiş olmam bunların yüzüme söylenmesine alışık olduğum anlamına gelmiyordu. Ayrıca Konrad’ın tek seferde böyle bir çıkarım yapabilmesi çok korkunçtu…
”Öncelikle, şu erteleme işine gelelim, imkansız.”
”Nasıl!?” sinirle ayağa kalktım.
”Emir askeriyeden gelmedi, ayrıyetten askeriyeden gelse de pek bir şey yapamazdım. Sen beni ne sanıyorsun? Altı üstü bir albayım.”
”Ama bu cephenin de en sözü geçenlerinden birisin.”
”Neyi değiştirir? Ayrıyetten amacın kaçak sayılıp askeri mahkemeye gitmemekse istersen bir hafta, istersen bir yıl ertelettireyim, bir şey değişmez.”
Bu söylediklerinden sonra ortama sessizlik çöktü. Ne yapmalıydım? Bugün içerisinde her şeyi halledip buradan kaçmam lazımdı ki bu geri dönüşü olmayacak bir şey olurdu. Kısaca Aliya’nın düştüğü durumla aynıydı şu an yaşadığım.
Peki onun gibi ”aptallık” yapmaya hazır mıydım?
Sormak bile aptallıktı.
”Umurumda değil.” diye söylendim.
”Anlamadım?” başını bilardodan kaldırdı.
”Anlamayacak bir şey yok, isterlerse asker kaçağı saysınlar, isterlerse halk düşmanı; ben yine de yapacağım.”
”Peki, bunun için beni geçmen gerektiğini söylersem?”
”O zaman geçerim.”
Ardından bir süre bir sessizlik oldu, bu sessizliği bozan Konrad’ın katıla katıla gülmesiydi.
”Vay be, duygulandırdın beni, gerçekten de karşına çıkacak olsam ağlamaktan başka bir şey yapamazdım herhalde.” dedi gülmeye devam ederken.
”Dalga geçme… Bir dakika, bir şey yapmayacak mısın?” diye sordum, izin mi verecekti yani?
”Yapmayacağım tabii ki…” sözünü tamamlamasına izin vermeden olduğum yerden fırlayıp sarıldım ona. Kendimi bildim bileli ona böyle içten sarılmamıştım.
Bir süre öyle kaldık, ”Tamam lan tamam, duygusallaşma hemen pezevenk.” deyip hafifçe ittirdi beni.
”Minnettarlığı mı belirtecek bir kelime yok şu an.” diye mırıldandım.
”Belirtmene gerek yok, senin aksine ben seni seviyorum. Bu yüzden kardeşimle kız arkadaşı arasına girmeyeceğim.”
”Sağ ol… Ne alaka be!” zaten çok nadir yaşadığımız duygusal anları da böyle berbat etmekte üstüne yoktu.
”He he, hadi sallanma da hazırlan, bir buçuk saat içerisinde Güney Batı hangarında ol. Bu sırada benim de yapmam gerekenler var.”
”Tamamdır, bir gün bunun karşılığını ödeyeceğim.”
”Ödeyecek bir şey yok.”
Tam ofisten çıkacağım sırada son bir şey söyledi, ”Ama bir şartım var.”
”Ne gibi?”
”Buradan gitmeden önce senden bir şey isteyeceğim, onu herhangi bir şekilde reddetmiyeceksin.”
”Tamamdır.”
”Şerefin ve İsa üzerine yemin et.”
”Şerefim ve İsa Mesih üzerine yemin ederim.”
“Tamam, siktir git şimdi.”
Hızlı adımlarla ofisinden çıktım. O an adeta son birkaç gündür içinde bulunduğum durumun tam tersini yaşıyordum, adeta tekrar doğmuş gibiydim…
…
Konrad’ın dediği gibi hazırlanıp hangara gelmiştim. Odamdaki işim düşündüğümden çok daha hızlı sürmüştü, tek sıkıntı çıkaran şey (niyetimi anlamış olduğundan olsa gerek) benle gelmek için direnen Paul’du. Onu yatıştırmak tüm her şeyimi toplamaktan daha uzun sürmüştü.
Yine de beklediğimden erken gelmiştim, tüm her şeyi kuşandıktan sonra ise yapabileceğim tek bir şey vardı.
Dua etmek, bir işten önce Tanrıya sığınmak, yardım istemek ve bu yolda işleyeceğim günahlardan dolayı af dilemek.
Günah, şu an yapacağım işte bolca işlemek zorunda olacağım bir şeydi. Savaşmak, öldürmek, hedefe ulaşmak uğruna her şeyi göze almak. Onun en mükemmel ve temiz kulu değildim kesinlikle, umarım Tanrı ona olan başkaldırımı affederdi…
”Amin.” duayı bitirip ayağa kalktım.
”Tanrıya güvenerek başaramazsın.” diye konuştu Konras, iş dini konulardan açılınca Konrad’ın klasik tavrıydı alay etmek.
”Ona güvenmiyorum, sadece sığınıyorum.” dedim.
”Atalarımızın da dediği gibi; ‘Blut und Eisen’, her şeyin nihai çözümü.”
”Eminim öyledir.” söylenip ona dönünce durdum, o da benim gibi dış iskelet ve diğer ekipmanları kuşanmıştı.
”Ne oldu?” diye sordum.
”Güzel soru, ama ondan önce konuşman gereken ufak biri var.” bir adım sağa çekildi.
”Bay Konstantin…” Pervvy utanarak yanıma yaklaştı.
”Burada ne yapıyorsun?” diye sordum şaşkınlıkla.
”Geldiğim için sinirlendin mi?” diye sordu çekinerek.
”Yok be, sadece şaşırdım.” ona yakınlaşmak için diz üstüne çöktüm.
”Anladım. Şey, sadece teşekkür etmek için gelmiştim.”
”Teşekkür mü? Ne için?”
”Sana dediğim şeyi yaptığın için.”
Güldüm, ”Asıl ben teşekkür ederim.”
”Anladım. Şey, iyi şanslar, sakın onu kurtarmadan dönme!” bu dediği şeyden sonra istemsizce kızarmıştım. Konrad arkadan benim halime gülmemek için kendini zor tutuyordu anlaşılan.
”Hiç şüphen olmasın.” ardından ayağa kalktım tekrardan, ”Paul sana emanet.”
”Anlaştık!”
Ardından Konrad’a döndüm, ”Şimdi sıra sende.”
Tam ağzını açacağı sırada araya giren yine Pervvy oldu, ”Seni koruyacak!”
Konrad güldü, ”Aldın cevabını.”
O sırada aklıma bana yemin ettirdiği konu geldi, demek bu yüzdendi…
”Bu senin savaşın değil!” diye bağırdım.
”Senin adeta bir intihar operasyonuna tek başına kalkışmana izin veremem.”
”O zaman ilk etapta engel olsaydın!”
”Yanlış anladın beni, intihar operasyonuna gitmene izin veriyorum. ‘Tek başına’ gitmene izin vermiyorum.”
”Bay Konrad seni koruması gerektiğini söyledi, aksi takdirde başına kötü şeyler gelirmiş.” diye konuştu Pervvy.
Bir süre sessizlik oldu, ”Kaçak sayılacaksın.” diye mırıldandım.
”Hadi ama, kardeş kardeşe yıllardır vakit geçiremiyoruz.” dedi yine dalga geçercesine.
İçimden küfür sallıyordum o bunları derken.
”İtiraz etsem de bir şey değişmeyecek değil mi?”
”Aferim, hızlı öğreniyorsun.”
Şu noktada denecek bir şey yoktu sanırım. Kaderimi kabullenmenin zamanı gelmişti. Benim için birinci dereceden önemli ve kişisel bir olaya Konrad’ın (iyi niyetli de olsa) burnunu sokması sinir bozucuydu.
”O zaman gidelim, fazla zamanımız yok.” tekrardan ciddileşmişti. Hangar kapısını eğilip geçebileceğimiz kadar açtı. ”Üç aşağı beş yukarı on beş dakika kadar zamanımız var, oralarda bulunması gereken nöbetçilere nöbet değişimi olduğunu, bu yüzden geri dönebileceklerini söylemiştim.”
”Sen de az değilsin.”
”Boş yapma da geç.”
Aralıktan eğilerek geçtim, arkadan izleyen Pervvy’ye el salladım.
”Görüşürüz Bay Konstantin, sakın onu kurtarmadan geri dönme!” diye bağırdı, Konrad hangar kapısını kapatmadan önce.
Tam arkamı dönüp gidecektim ki Konrad bana seslendi:
”Bir şey unutmadın mı?”
”Ha?” ona dönmemle bana bir şey fırlattı, yerçekimi eldiveniydi bu.
”Levazım ofisine teslim ettiğin gibi duruyor, sadece üzerinde bir iki geliştirme yaptırdım.”
Eldiveni elime takıp odağımla senkronize ettim. Dürüst olmak gerekirse özlemiştim, oralardayken çok kez hayatımı kurtarmıştı.
”Sağ ol.”
”Elbette, hadi gidelim şimdi.”
…
Kısa sürede nöbet noktalarını geçmiştik. Gerçekten de kimsecikler yoktu.
”Bu kadar adamı tek seferde görev yerinden uzaklaştırabilecek kadar yetkin olduğunu bilmiyordum.” dedim.
”O kadar yetkim elbette yok. Ama General Altay’ın ismini verince hiçbir şey diyemediler.”
Güldüm, ”Geri dönersek başına neler geleceğini hesapladığını umuyorum.”
”Onu o zamab düşünürüz.”
Bir süre sonra nöbet noktalarını tamamen geçmiştik,adımlarımızı yavaşlattık, ”Pekala, şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu.
”Anlamadım?”
”Neyi anlamadın? Kız arkadaşını kurtarmaya gidiyoruz, volta atmaya değil.”
”O benim kız arkadaşım değil!”
”Sorudan kaçma.”
Aslında gideceğimiz yeri Theslaff söylemişti. Ama ben Konrad’a durumu anlatırken oradan bahsetmeyi unutmuştum.
Unutmuştum derken, Konrad’a Theslaff’ın burada olduğundan da bahsetmemiştim…
”Baykuş Yuvasında.” dedim hızlıca.
”Ora neresi be?” diye sordu, sorgulanırmış gibi hissettiğim de berbat cevaplar verirdim hep.
”Segin İmparatorluk Sarayı.”
Bunu dememle ortama rahatsız edici bir sessizlik çöktü. ”Ciddisin değil mi?” diye sordu. Demek ki duymadığı bir yer değildi.
”Evet.” dedim.
”Ve sen oraya gideceğimiz söylüyorsun?”
”Evet…”
”Hassiktir Konstantin!” diye bağırdı, ”Bazen gerçekten de sağlıklı düşünemediğini düşünüyorum.”
”O zaman niye geldin!” bu ani tepkisine pek şaşırmamıştım aslında, Konrad’ın esip gürlemelerine alışıktım. Sinirlendiğim kısım hem işime karışıp hem de azarlamasıydı.
”Ulan pezevenk, intihar operasyonu diyordum da, bu ondan bile ötesi!”
”Ne kadar kötü olabilir ki?”
”Federal İnzibat oraya girmek için yirmi dokuz kere operasyon düzenledi, hepsi başarısız oldu, içeri girmeye yakınlaşamadılar bile.” bunu demesiyle adeta kanım donmuştu.
”Ve sen, Federasyonun girmek için en iyi adamlarından bazılarını harcadığı bir yere biz ikimizin girip üstüne çıkabileceğimizi düşünüyorsun.”
”İnanıyorum en azından.”
Ardından bir süre sessizlik oldu, doğal olarak böyle bir yerin bu kadar korunuyor olması normaldi, adı üstünde ”İmparatorluk Sarayı”. Ama gerçekten de Federal İnzibat gibi bir kurumun bile girmeye yakınlaşamamış olması… Theslaff’ın aklından acaba neler geçiyordu bu teklifi rahat rahat sunarken.
Theslaff demişken, sözde ona birkaç gün sonra geleceğimi söylemiştim, ama konuştuğumuzdan bu yana beş saat bile geçmemişti belki de.
”Aslına bakarsan iki kişi değiliz.” dedim.
”Ne diyorsun yine…” cümlesini tamamlamadan bir anda elinin arkaya attı ve kaşla göz arasında tuttuğu bir ”şeyi” ileriye doğru fırlattı.
İyi insan lafının üstüne…
Theslaff, hiç de beklemediğim bir şekilde havada dengesini sağlayıp zarifçe yere iniş yaptı. O sırada Konrad tüfeğini çekip ona doğrultmuştu bile. Acele etmem lazımdı.
”Dur!” dedim hemen önüne geçtim Konrad’ın.
”Ne yapıyon be gerizekalı!” diye bağırdı.
”Siz Terralılar misafir karşılamak nedir bilmez misiniz?” diye söylendi Theslaff doğrulurken.
”Kes sesini!” diye bağırdım. Şu noktada Theslaff’ın alaycı tavırları uğraşmak isteyebileceğim son şeydi.
”O düşmanımız değil!” dedim Konrad’a dönerek. Hiçbir şey demeden silahı doğrultmayı devam etti sadece. İç çektim, ”Bize Aliya’yı kurtarmakta yardımcı olacak kendisi. Onun nerede tutsak tutulduğuna dair bilgileri ondan aldım.”
Yine bir şey demedi, ardından sinir bozucu bir şekilde güldü, ”Bazen bana hiçbir şey anlatmadığın için kafanı koparasım geliyor.” dedi ve silahı indirdi, bunun üzerine rahatlamıştım.
”Demek yanında birini daha getirdin, bu beni birazcık zora sokacak ama…” diye söylenerek yanımıza geldi Theslaff.
”Ben getirmedim, kendisi geldi.” Theslaff’ın bana daha önce söylediği şeyleri aklımda tutarak kaskımı ve maskemi çıkardım konuşurken.
”Arkamdan konuşmuyorsunuzudur umarım.” dedi Konrad araya girerek.
Şimdi sıra çok daha saçma olan bölüme gelmişti.
”Tanımadın onu, değil mi?” diye sordum Konrad’a dönerek.
”Yoo.”
”Pekala, Konrad, Theslaff’ın zaten kim olduğunu biliyorsun.” bunu dedikten sonra bir süre konuşmadı, ardından o rahatsız edici gülüşlerinden birini attı, ”Ne tesadüf…” diye mırıldandı.
Ardından Theslaff’a döndüm, ”Theslaff, ikiz kardeşim Konrad.”
”İkiz kardeş mi?” diye sordu.
Evet, bir de bunu açıklamam gerekecekti. Harika…
Bu sırada sanki konunun nereye geldiğini anlamışçasına Konrad yanımıza geldi, kaskını çıkartıp elini Theslaff’a uzattı. Kadının yüz ifadesine bakılırsa o da, birbirimize ne kadar benzediğimizi görünce, Aliya kadar olmasa da, epey şaşırmıştı (ve sanırsam onu tanıyamamıştı). ama toparlanması kısa sürmüş olacak ki o da elini uzattı. Bu ikisinin el sıkışması hayatımda görüp görebileceğim en sürreal görüntülerden biriydi.
”Kardeşime esareti sırasında iyi davrandığınız için teşekkür ederim.” dedi Konrad geriye çekilirken, ne istediğini çok iyi bildiğimden hemen dediklerini çevirdim.
”Önemli değil, kendisi oradayken bir taşkınlık yaratmadı.” diye karşılık verdi Theslaff, hiç Segince bilmeyen biri bile sesindeki ironiyi rahatça kavrayabilirdi.
Dediklerini çevirdikten sonra Konrad, gülüp konuştu, ”Ne demezsiniz…”
…
”Planlarımı Konstantin’in tek kişi olduğu bir duruma yönelik yapmıştım. Ama yine de ikinizi birden geçirebilirim.” diye konuştu Theslaff.
Garip tanışma sekansından sonra üç kişi hiçbir şey olmamış gibi yola koyulmuştuk. Üç tane aklı başında (!) kişi olarak önceliklerimizi ve hedeflerimizi bir sıraya koyabilecek kapasiteye sahiptik.
Yani sanırım…
”Ondan önce o ‘geçiş’ aşamasını nasıl gerçekleştirebiliriz, onu düşünmek lazım.” dedi Konrad, benden habersiz bir şekilde getirdiği bir ”yeni model kablosuz çeviri ve iletişim” aracı sayesinde Theslaff’la hiçbir şey olmamış gibi iletişim kurabiliyordu.
Bu aletlerden birkaç tane getirmişti, sebebini sorduğumdaysa ”birilerini sorgulamamız gerekirse” diye kestirip atmıştı. Şansa bak ki oldukça ihtiyaç duyduğumuz bir andaydık. Bana da bunlardan birini vermişti, Theslaff’ın dediklerini Almanca olarak duymak oldukça garip bir deneyimdi.
Odaklar ve bu tip iletişim araçları uydu bağlantılarının yanı sıra kendilerine has bir kişi temelli dalga sistemi kullanırlardı. Bu sayede uydu hatlarına ulaşım sağlanamasa dahi hem iletişim sağlanabilir, hem de takip imkansız hale getirilirdi.
Tabii bu sistemin handikapları da vardı, birincisi çok kısa mesafeli oluşuydu, bu yüzden takım içerisindeki konuşmaları rahatlıkla sağlarken iş üsle bağlantı kurmak olunca uyduya muhtaç kalıyordu.
”Şehre ulaşana kadar dayanmanız lazım, ondan sonra bir şekilde sizi ‘saklayacağız’ ve Segin’e götürmeye çalışacağız.” dedi Theslaff.
”Harika.” diye söylendi Konrad, ”Eminim ki Konstantin sana hiç ‘nasıl’ sorusunu sormamıştır.”
”Senin aksine insanların planlarına güveniyorum.” dedim omuz silkerek, aslında bu pek de doğru sayılmazdı.
”Aynen, seni Aliya’ya değil de üzerinde deneyler yapılması için bir araştırma merkezine götürse yine de güvenmeye devam eder miydin?”
”Siz hep böyle atışır mısınız?” diye sordu Theslaff, o an pek göstermese de bizim adeta iki ”karikatür” karakteri gibi atışmamızdan zevk aldığına emindim.
”Ben olsam atışmak demezdim, daha çok bir ağabeyin küçük kardeşine öğüt vermesi.” dedi Konrad.
”Ağabey mi? Aynı anda doğmadınız mı siz?” Theslaff’a ”ikiz kardeş” kavramını açıklamıştık. Ama yine de Konrad’ın kastettiği şeyi anlamamıştı doğal olarak.
”Yarım dakikayı yaştan sayarsan ağabeyim olur kendisi.”
Küçüklüğümüzden beri beni sinir etmek için kullandığı bu argümanı unutmadığını görmek ister istemez bir “nostalji” duygusu yaşatmıştı içimde.
Epey bir süre daha yürüdükten sonra bizim kontrolümüzde olan bölgeden çıktık. Theslaff’ın ilginç bir şekilde tüm savunma sistemlerimizden haberdar olup hepsini bir şekilde geçmesi biraz ürkünçtü gerçi ama…
”Pekala, bundan sonrasında karanlık bölgedeyiz.” dedi karşımızda uzanan düzlüğü göstererek. ”Burada yollarımız ayrılıyor, siz buradan Kuzey Doğuya doğru gideceksiniz. İki yüz kilometre kadar yürüyeceksiniz.” ardından bana koyu mavi renkli bir şey uzattı.
”Bu nedir?” diye sordum.
”Valher Akademisi eğitim subaylarının taktığı bir kol bandı. Oradaki ‘arkadaşlarımızın’ seni düşman sanmaması için gerekli. İki kişi geleceğinizi bilsem iki tane getirirdim, şansınıza küsün.”
”Arkadaşlarımız mı?” şaşırmıştım, daha kimler olabilirdi?
”Evet, eminim onlarda seni özlemişlerdir. Onlarla buluşunca yapacağınız şeyleri onlara söyledim.”
”Demek daha bahsetmediğin kişiler var ha?” dedi Konrad yapmacık bir sitemle, o an her şeyi anlatmadığıma istemsizce pişman olmuştum.
”’Arkadaşlar’ kim?” diye sorsam da Theslaff’ın pek cevaplamaya niyeti yoktu sanırım.
”O zaman ben gidiyorum, hadi ‘hasta luego!”’ ardından beceriksizce elini alnına koyup selam verdi ve yürümeye başladı.
Kendisi epey bir uzaklaştıktan sonra Konrad çeviri cihazını çıkarıp konuştu, ”Yuri işleri epey ilerletmiş ha? Sen de Aliya’ya Almanca bir şeyler öğretmişsindir, değil mi?”
Ses tonuna bakılırsa bu muhabbetin başlamadan bitmesi en iyisiydi, benim için fazlaca geniş olan kola bandını bir şekilde koluma taktım ve yürümeye başladım, ”Hadi gidelim.”