Milattan Sonra: 2565
‘’Bana at, bana at!’’
‘’Boşa çekilirsen atacağım…’’ demesine kalmadan topu kaptırdı.
‘’Al işte! Öküz gibi bakacağına pas atsaydın ya!’’ diye bağırdı ondan pas isteyen arkadaşı.
‘’Ne yapmamı bekliyordun be gerizekalı? Oradayken sana nasıl…’’ cümlesini yarıda kesen hem kendisini hem de tartıştığı arkadaşını bir anda yakasından tutup sürükleyerek bağıran biriydi:
‘’İkinizde burada tartışacağınıza adamı tutsanıza!’’
Futbol, kimsenin bilmediği zamanlardan beri oynanan ve o günden beri neredeyse tüm insanlığın ortak kültür mirasını hale gelmiş bir şeydi. Yüz yıllardır (belki de bin yıllardır) birçok insan için bu ‘’bir topun peşinden koşturup karşı takımın kalesine sokmaya çalışma’’ oyunu en büyük eğlence araçlarından biriydi.
Ben mi? İlgilenmiyordum. Bu işler hiçbir zaman ilgimi çekmemişti (her halde bundaki müzmin yeteneksizliğimdendi bu). Konrad’la ters düştüğümüz konulardan biri de buydu, o benim aksime bu oyuna bayılırdı.
Peki o zaman burada durup ne yapıyordum? Neden bu kadar ilgisiz olduğum bir şeyin buradaki bir grup asker tarafından oynanmasını izliyordum? Bunun aslında tek bir cevabı vardı; kafa dağıtmak ve ‘’olmuş olan’’ şeylerden uzaklaşmak.
Sonsuza kadar olanlara takılıp devam edemezdim değil mi? Bu yüzden farklı uğraşlar bulmalıydım. Sonuçta burada bir ‘’asker’’ olarak sorumluluklarım vardı. Bunların yanında tatil günlerinde olmama rağmen çalışmak ve boş zamanlarda (gerçi bu hafta boyunca her gün boş zamandı) kendimi odama kapamak yerine insanlarını uğraşlarını seyretmek bunlardan bazılarıydı. Aliya’yı unutmayacaktım elbette, ama onu düşünüp olduğum yerde kalamazdım, hayat devam ediyordu sonuçta.
Gerçi tüm bunları yaparken yanımdan onun bana verdiği tokasını hiç ayırmıyordum, şu an bile bir yandan futbol oynayanları seyrederken diğer taraftan tokayla uğraşıyordum… Aslına bakılırsa, kimi kandırmaya çalışıyordum ki?
‘’Çok sıkıcı değil mi?’’ duyduğum sesle tokayı hızlıca cebime atıp kafamı hızla sağa çevirdim, gelen Stella’ydı.
‘’Öyle, ama sanırım yapacak başka da bir şeyim yok.’’
‘’Var!’’ bir anda Pervyy ciyaklayarak araya girdi ve çocuksu bir ciddiyetle devam etti, ‘’Bana resim çizebilirsin mesela! Geldikten sonra yapacağına söz vermiştin ama bir türlü sözünü tutmadın Bay Konstantin!’’
Ben kızın sinirlenmesine gülerken Stella konuşmaya başladı, ‘’Senin derslerin yok muydu?’’
Öfleyip püfleyerek konuştu küçük kız, ‘’Ama dersler çok sıkıcı!’’
‘’Ama bu onlara girmemek için bahane değil.’’
‘’Ama…’’
‘’Stella haklı Pervyy, derslerine çalışman lazım.’’ dedim yanına yaklaşarak.
‘’Peki…’’ dedi sıkılgan bir şekilde, ardından aklına bir şey geldiği belli bir şekilde konuşmaya başladı, ‘’O zaman söz ver, derslerimden sonra bana resim çizeceksin!’’
Güldüm, yine aynı konuya gelmiştik, ‘’Söz.’’
‘’Tamam! O zaman görüşürüz.’’ ardından hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Kendisi gittikten sonra Stella yanıma geçip konuştu:
‘’İyisin değil mi?’’
Başlıyorduk…
‘’İyiyim, kötü olduğumu düşündürten nedir?’’
‘’Her şey, buraya geldiğin ilk aydaki halin ile şimdiki halin arasında dağlar kadar fark var. Bunu senle o kadar konuşmamış olmama rağmen ben bile fark edebiliyorum.’’
İçinde bulunduğum ruh halini belli etmemek konusunda her zaman berbat olmuştum, Stella’nın bunu yüzüme yüzüme vurması da pek yardımcı olmuyordu…
‘’Orada bir şey mi oldu, sana bir şey mi yaptılar…’’
‘’Hayır, bana bir şey yapmadılar. Gerçekten, oldukça iyiyim ben.’’ diye hemen sözünü yarıda kestim.
‘’Peki elindeki şey nedir?’’
Ben onla konuşurken farkında olmadan tokayı cebimden çıkarmış ve onunla oynamaya başlamıştım. ‘’H-hiçbir şey.’’ deyip hemen tokayı cebime sokuşturarak toparlamaya çalıştım durumu.
İç çekti, ‘’Peki, sen nasıl diyorsan.’’ inanmadığı belliydi ama çok da uzatmak istememişti anlaşılan.
Bir süre sessizce top oynayanları izledik, ardından Stella konuştu, ‘’Senden ufak bir ricam olacaktı da.’’
‘’Ne gibi?’’
‘’Gelecek birkaç gün boyunca uçuyor olacağım. Sense şu zamanlarda izindesin sanırım. Senin için sorun olmayacaksa, benim yokluğumda Pervvy ile ilgilenir misin?’’
İlginç bir istekti bu, çocuk bakıcılığı ha? Aslına bakılırsa döndüğümden beri boş zamanlarımda yaptığım tek şey kendimce bulduğum zaman öldürme işleriydi, zorunlu olarak yaptığım bir şey yoktu, bu yüzden hayli hayli boş zamanım vardı. Pervvy ile ilgilenme meselesine gelince ise, kabul etmemek için bir sebep yoktu.
‘’Olur.’’
Güldü, ‘’Harikasın, kendisi de eminim çok mutlu olacaktır.’’ ardından ayağa kalktı, ‘’Ben gitsem iyi olacak, sana iyi eğlenceler.’’ resmiyetten uzak bir selam verdikten sonra uzaklaştı oradan.
‘’Görüşürüz.’’ O gittikten son sahada koşturanları izlemeye devam ettim. O sorunca panikle cebime sokuşturduğum tokayı çıkardım tekrardan.
İç çektim, ne yapıyordum ben?
…
‘’Vik!’’ Pervyy’nin ‘’şefkatli’’ kollarından kurtulmaya çalışırken ciyakladı Paul.
Ben Pervvy’ye resim çizerken o da Paul’la oynuyordu. Ufaklı oldukça eğleniyor gibi görünse de Paul’un olanlardan pek de memnun olduğu söylenemezdi. Kendisi zaten ben hariç kimseyi (Aliya hariç) yanına yaklaştırmıyordu, her ne kadar kendine sakin kalmasını söylemiş olsam da Pervvy’nin ‘’kucaklamalarına’’ pek de tahammül edebilmişe benzemiyordu.
‘’Onu çok sıkıştırma.’’ dedim gülerek. Bir yandan da Pervvy’nin benden istediği resmi çiziyordum, benden bir ‘’kule’’ çizmemi istemişti. Siyah renkli ve etrafında güller olması haricinde çok fazla ayrıntı vermemişti ama el mecbur, çizecektik yine de.
‘’Ama çok yumuşak!’’ dedi Paul’u kendine çekip sıkarak. Bunun Paul’a en ufak bir zarar vermeyeceğini bilsem de ister istemez acımıştım hayvancağıza.
‘’Bitti, nasıl olmuş?’’ resmi ona uzattım, merakla resmi incelemeye başladı. O sırada Paul’da kendini kurtarabilmişti.
‘’Çok güzel! Şimdi senden başka bir şey isteyebilir miyim Bay Konstantin?’’
‘’Tabii ki.’’
Çok önemli bir şey düşünüyormuşçasına elini çenesinin altına koyup düşünmeye başladı. Ardından masada kendisine dik dik bakan Paul’u bir çırpıda yakalayıp kucakladı. Hayvancağız çırpınırken Pervvy gülerek konuştu:
‘’Bir YSM çizer misin Bay Konstantin!’’
‘’Tabii ki.’’ tam çizmeye başlayacaktım ki tekrardan araya girdi:
‘’Ama bizim YSM’leri değil, Erdalıların kullandıklarından çiz.’’
Bir süre durdum, ‘’Anladım, biraz düşünmem lazım…”
Ben cümlemi tamamlayamadan araya girdi, ‘’Ben orada onlardan görmüşsündür diye düşünmüştüm. Eğer görememişsen veya çizmek istemiyorsan sorun yok.’’
Güldüm, ‘’Sorun değil, birkaç kere gördüm evet. Onları hatırlamaya çalışıyordum sadece.’’
Biraz düşündüm, her zamanki gibi düşündükçe içime garip bir hüzün oturdu. En son bir Jatlanı Aliya’yla kaçarken görmüştüm. O an daha ‘’dikkat çekici’’ bir şey olduğundan pek derinlemesine incelememiştim gerçi ama…
Yavaşça çizmeye başladım. Çizerken de düşündüm bir yandan. Her ne kadar uzaklaşmaya çalışsam da nafileydi, ne yaparsam yapayım uzaklaşamıyordum…
Aliya da benden bir ara bir şey çizmemi istemişti, dans ettiğimiz günden birkaç gün önceydi bu (bu garipti çünkü bu olaydan bu yana sadece altı gün geçmişti ve bana sanki asırlar geçmiş gibi geliyordu…). Tabii ki malum nedenlerden dolayı çizememiştim.
Çok basit bir şey istemişti aslında, gökyüzünü çizmemi istemişti. Erda’nın gökyüzü değildi tabii ki, Dünya’nın gökyüzünü çizmemi istemişti. Bu garip bir istekti, bir anda nereden aklına esmişti acaba? O an çizmeye söz vermiş olsam da ilerleyen günlerde bir daha muhabbeti açılmamıştı, zaten sonrası malum.
Yavaşça kalemi oynatmaya başlarken düşünmeye devam ettim. Acaba şu an ne yapıyordu? Ben burada adeta bir kahraman gibi karşılanırken o da tam tersi şekilde, bir hain olarak karşılanıyordu herhalde. Yani en azından tahminim o yöndeydi, kendisi de öyle olacağını söylemişti.
O gün bir şey söylemiştim:
‘’Seni ne olursa olsun kurtaracağım!’’
Neden böyle bir şey söylemiştim? O an gaza gelip söylediğime kendimi inandırmaya çalışsam da inkar etmek boşunaydı, o an bunu tüm içtenliğimle demiştim…
Peki o zaman ne yapmalıydım? Onun muhtemel durumunu düşünmek bile istemezken benim burada adeta bir kahraman gibi karşılanmam ne kadar doğruydu? Doğruluğundan öte, böyle bir şeyi sindirebilecek biri miydim ben? Kesinlikle hayır…
O zaman bir şey yapmam gerekirdi değil mi? Bu imkansızdan bile öte bir şeydi gerçi, tüm kıtayı dolaşıp onu bulmaya çalışmak, üstelik de savaşın ortasında, daha neler…
Ama yine de içimden bir ses bunun yapılabilecek ‘’en makul’’ şey olduğunu söylüyordu. Neden mi? Ben de bilmiyorum, ama vicdanım (belki de kalbim) bunda ısrarcıydı.
Saçmalıktı bu, tek kelimeyle saçmalık. Özgürlüğümü kazanmak için o kadar çabalayıp en sonunda da pişman olmak mı? Unutmak, tek yapmam gereken şey buydu. Burada yapmam gereken çok şey olacaktı, onu ve talihsiz kaderini düşünerek kendimi kaybedemezdim. Unutmam lazımdı, unutmam lazımdı ki ilerleyebileyim…
‘’Bay Konstantin?’’
‘’Evet?’’ Pervvy’ye döndüm, dalmış mıydım yine?
Kağıdı gösterdi, ‘’Bu kim?’’
O an yavaşça ve korkuyla kağıda döndüm. İçimden ‘’umarım o kadar acınası değilimdir’’ diye dua ediyordum içimden. Gerçekten de o kadar acınasıydım…
Gerçekten de ‘’dalgınken’’ onu en son gördüğüm haliyle çizmiştim. Hem de onu ‘’unutmam’’ gerektiğini düşünürken. Ben nasıl bir salaktım…
‘’Bir arkadaşım…’’ diyebildim sadece.
‘’Adı ne?’’ her ne kadar onu terslemek ve çekip gitmek istesem de yapamadım. Sonuçta suçlu değildi, burada salaklık eden bendim.
‘’Aliya.’’
‘’Çok güzel bir kızmış.’’
‘’Öyledir.’’
‘’Onunla esirken tanıştın değil mi?’’ bunu deyince histerik bir şekilde güldüm, Pervvy’den bir şey gizlememin bir yararı olmayacaktı sanırım.
‘’Evet, orada tanışmıştım. Kaçmama da o yardım etmişti.’’
‘’Anlıyorum, şu an nerede peki.’’ kucağındaki Paul’u masaya bırakıp resme yakınlaştı, Aliya daha çok ilgisini çekmişti herhalde.
‘’Bilmiyorum, muhtemelen tutuklu falan.’’
‘’Neden ki?’’
‘’Beni kurtarmak için kendi tarafına ihanet etti.’’
Durdu bir süre, ardından bir anda ciddileşti, ‘’Peki şimdi ne yapacaksın?’’
‘’Ne mi yapacağım?’’
‘’Evet, o kendi hayatını senin için riske atmış. Ama sen buradasın.’’
‘’Bir şey mi yapmam gerekiyor?’’
‘’Evet! Neden onu kurtarmaya çalışmıyorsun.’’
Basit düşünen bir çocuğun masum laflarıydı bunlar, ama yine de kalbime adeta bir bıçak gibi saplanmıştı bu laflar.
İlk etaptan beri onu kurtarmayı düşünmek bana ‘’aptalca’’ gelmişti. Aynı mantıkla onun da beni kurtarmaması gerekiyordu. O da beni kurtarmak için aptallık etmişti sonuçta. Belki de arkadaşlarını kurtarmaktı amacı sadece, bilmiyorum. Ama yine de aptalca davranmıştı. Peki beni aynı ‘’aptallığı’’ yapmaktan alıkoyan neydi?
‘’O kadar kolay bir şey değil.’’
‘’Neden değil? Hem kolay olmasa bile yaparsın sen.’’
‘’Nasıl yaparım?’’
‘’Savaşırsın! Savaşır ve onu kurtarırsın.’’ bu ani çıkışından sonra bir süre durdum, tüm bu olanları çocuksu bir masumiyetle yorumlaması ve adeta bir oyun gibi basite indirgemesi… Çok şirindi.
Aynı zamanda bazı noktalardan rahatsız edici derecede gerçekti…
‘’Dediklerin doğru olabilir.’’
‘’Tabii ki doğru!’’
Güldüm, ‘’Peki o zaman, bu konu hakkında kimseye konuşmayacağına söz ver.’’
Elini göğsünün üzerine koydu, ‘’Şerefim ve onurum üzerine!’’
‘’Pekala, bugünlük bu kadar yeter. Senin de uyku zamanında geldi.’’ kalkıp resmi alacağım sırada Pervvy hemen resme uzandı.
‘’Hayır! Bu resim şimdilik benle kalacak.’’
‘’Niyeymiş?’’
‘’Aliya’yı kurtardığın zaman ona bizzat göstereceğim.’’ dedi gülerek.
Dürüst olacağım, sinirim bozulmuştu. Ama yine de bu küçük kızın bile benden daha cesur ve kesin kararlar verebilmesi yüzünden ona kızmadım.
‘’Peki, öyle olsun.’’
‘’Tabii ki öyle olacak!’’ ardından kalemlerini toplamaya başladı, ‘’İyi geceler Bay Konstantin!’’
‘’İyi geceler ufaklık.’’ ardından Paul’u da alıp yavaşça oradan uzaklaştım.
Bu olay aklımda bir kıvılcımın çakmasına sebep olmuştu, ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ne kadar şey denersem deneyeyim, onu unutmak için vereceğim tüm çaba nafileydi.
Peki o zaman ne yapmalıydım?
Pervvy’nin dediği gibi onu kurtarmaya mı çalışmalıydım? Her şeyi riske atıp sonu belirsiz bir işe girişmek, tıpkı onun beni kurtarmak için yaptığı gibi…
Sorunun cevabı çok belliydi, en azından o an aklıma gelen şekliyle. Ben aciz bir heriftim, fazlası değil…
…
Neredeyse sıfır özenle yazdığım istifa dilekçesini son kez gözden geçirdim. O an bu yapacağım şey için içimden öyle böyle bir utanç duymuyordum. Ama yine de tek çıkar yol buydu, hayat Pervvy’nin düşündüğü şekilde işlemiyordu.
Ya da o şekil işime gelmiyordu. Veya fazla korkaktım, ya da üşengeç. Bilmiyorum, tek bildiğim şu an acınası halde olduğumdu.
Konrad’ın kapısını birkaç kere tıklattım, ardından kendisinin gel demesi ile içeri girdim.
Beni görmesi ile yüzünde alaycı bir ifade oluştu, ‘’Harika, tam da düşündüğüm sırada.’’
‘’Ne oldu ki?’’
Saniyeler içinde yüzündeki ifade ciddileşti, ‘’Otur şuraya.’’
Karşısına geçtikten sonra elimdeki kağıdı işaret edip sordu, ‘’O nedir?’’
‘’İstifa dilekçesi.’’
‘’Ona gerek kalmayacak anlaşılan.’’
‘’Anlamadım?’’
‘’Maaşına zam, işine son Konstantin. Erda’daki kariyerin sona erdi.’’
Kanım donmuştu, tam da istifa mı vereceğim sırada olması kaderin aptalca bir şakası olmalıydı.
‘’N-nasıl yani? Ne anlama geliyor bu?’’ her şey çok açık olmasına rağmen yine de sordum.
‘’Ordudan ve ordu içindeki tüm görevlerinden azledildin. Emir kesin.’’
Biraz düşündüm, belki de Erdalıların esiri olarak geçirdiğim süreden dolayıydı bu. Sonuçta Erdalıların bizlerle aralarına ördükleri duvar kadar bizim de onlarla aramızda ördüğümüz bir duvar vardı. Ben de dolaylı yoldan bu duvarı kırmıştım.
‘’Emir nereden geldi? Odessa’dan mı?’’
Odessa, Federal İnzibat’ın karargahının bulunduğu yerdi. ‘’Uzaylılarla’’ olan temasları onlar yönetirdi, bu yüzden bu emirde onlardan gelmiş olmalıydı herhalde.
‘’Hayır, onlar işe karışsaydı çoktan çatışmada öldürülmüş sayılırdın.’’
‘’O zaman emir nereden?’’
‘’Yeni Tokyo’dan, Meclis ve Senato’dan bizzat emir geldi.’’
Yeni Tokyo’mu! Bizzat ‘’devletin kendisi’’ benim ordudan ihracım için emir göndermişti.
‘’Peki neden?’’
‘’Senin Odessa derken ki düşündüğün sebeple aynı. Erdalılarla merhum Yuri’den bile daha çok temas kurdun. Sen reddediyorsun ama Federasyon böyle durumlarda işi riske atmaz.’’
Ardından bir dosya uzattı, dosyada ‘’Enver Sistemine atanmış 70456-34567-KF kod numaralı askerin tüm mevcut görevlerinden meclis kararıyla alındığı” yazıyordu.
‘’Yani diyorsun ki beni susturmak istiyorlar, değil mi?’’
‘’Sanırım öyle de diyebiliriz. Ama merak etme, idam edilmeyeceksin. Sus payı öderler yüksek ihtimalle. Eğer şanlıysan seni savaş kahramanı bile ilan ederler, gazi maaşı da cabası.’’
‘’Anlıyorum…’’
Bir süre sessizlik oluştu, kelimeler boğazımda düğümleniyordu, kader benim yerime seçimini yapmıştı anlaşılan…
‘’Ne oldu? Moralin mi bozuldu?’’ diye sordu.
‘’Yok be.’’ kendimi toparladım hemen, ‘’Sadece ani oldu biraz.’’
‘’Berbat bir yalancısın.’’ diye söylendikten sonra bir şey söylememi beklemeden devam etti, ‘’Bir hafta kadar sonra Federasyon’un lojistik gemilerinden biri seni almak için buraya gelmiş olur. Buradan muhtemelen Tereşkova’ya gidersin, orada birkaç ay kalırsın. Bizzat Federasyon’un misafiri olacaksın, muhtemelen sus payını da orada öderler. Oradan da ver elini Dünya.’’
Yine bir süre sessizlik oldu.
‘’Başka bir şey var mı?’’ diye sordum.
‘’Soracağın bir şey yoksa…’’ cümlesini bitirmesine fırsat vermeden ayağa kalktım, ‘’İyi geceler.’’
‘’İyi geceler.’’
Adımlarımı sürüye sürüye oradan ayrıldım. Odama varıncaya kadar geçen süre yıllar gibi gelmişti.
En sonunda odama vardığımda Paul’u ve Aliya’nın bana verdiği tokayı cebimden çıkarıp masama bıraktım. Paul’un ilgi isteyen bakışlarına aldırmadan lavaboya gittim.
Aynada kendi yansımamı görmemle duraksadım. Yansımamı dikkatle inceledim, ardından sinir bozukluğunun tavan yaptığı bir anda gülmeye başladım.
‘’Acınası herif.’’ dedim ve tüm gücümle aynaya vurdum, ayna parçalara ayrılırken elimin acısının hiç umursamadan söylenmeye devam ettim:
‘’Acınası herif…’’
…
Fetih Takvimi: 554
Sessiz bir odada tamamen yalnız başına kalmak o kadar da kötü bir şey değildir belki de?
Sonuçta hep sessizliği arzulamamış mıydım? Gerçi pek arzuladığım söylenemezdi ama, yine de sessizliği severdim. Kimse tarafından rahatsız edilmeden kafa dinlemek güzel bir histi. Şu anda ise bunu tam anlamıyla yaşayabiliyordum, değil mi?
‘’Adeta ılık bir bahar rüzgarı gibi esip gitti, sanki hiç var olmamış gibi…’’ şu an okuduğum ve adını bile ezberlemeye tenezzül etmediğim bir kitapta geçen bir cümleydi bu.
‘’ Adeta ılık bir bahar rüzgarı gibi esip gitti, sanki hiç var olmamış gibi…’’
Bu cümlede takılı kalmıştım, o kadar sessiz bir ortamdaydım ki tek gürültü kafamın içinde birbiri ardında sıralanan düşüncelerdi…
‘’Adeta ılık bir bahar rüzgarı gibi esip gitti, sanki hiç var olmamış gibi…’’
Bir sıkıntı yoktu değil mi? En azından buradayken kendimi kötü hissetmiyordum ya… Sessiz ve huzurlu bir ortam, kimsenin beni rahatsız edemeyeceği bir yer. Bu ortamda rahat olmayacaktım da başka nerede olacaktım?
‘’Adeta ılık bir bahar rüzgarı gibi esip gitti, sanki hiç var olmamış gibi…’’
Sanırım hücre mahkumlarının nasıl delirmeye başladığını anlamaya başlıyordum, hem de bulunduğum yer bir hücreden çok daha iyi olmasına rağmen…
Aynı cümleyi tekrardan okuyacakken gıcırdayan sürgünün sesiyle gözümü kapıya çevirdim. Yine bir tepsi yemek bırakıp giden adam mıydı gelen? Gerçi o geleli yarım saat olmuştu, yoksa bir saat mi? Belki de iki saat…
Kapının açılması ile gördüğüm kişi hiç de beklemediğim biriydi. Ayağa kalkmaya bile tenezzül etmedim.
Bir süre bakıştıktan sonra güldü, ‘’Ben de seni çok özlemiştim.’’ dedi ve odadaki sandalyelerden birine oturdu.
‘’Dostane ziyaretini neye borçluyum Arne?’’ göz ucuyla eski ‘’dostuma’’ baktım. Kurultayda iken yaptıklarını unutmamıştım elbette.
‘’Hadi ama, rahatsızlık verdiğimi mi ima etmek istiyorsun? Ben seni görmeyi çok istiyordum halbuki.’’
‘’Ne demezsin, Kurultayda benim için yaptığın o duygusal konuşma sırasında az kala ağlayacaktım.’’
Yine güldü, ‘’Seni belki birkaç yıldır görmüyorum Aliya. Ama emin ol, gram değişmemişsin, hala politikadan anlamıyorsun.’’
‘’Bunu iltifat alacağım.’’
Bir süre sessizlik oldu. İkimizde hiç konuşmadan durduk sadece…
Arne, benim çocukluk arkadaşımdı. Bir asilzadenin oğlu olarak sarayda eğitim alıyordu. Saray gibi arı kovanından hallice herkesin dur durak bilmeden çalıştığı bir yerde benim yaşıtım çok da çocuk yoktu. Böyle bir durumda ağabeyim ve Ain (o da bazı sebeplerden sarayda yaşıyor, benimle birlikte eğitim alıyordu) dışındaki tek arkadaşım kendisiydi.
Dürüst olmam gerekirse iyi bir arkadaştı. O yaşlardaki çocuklar için arkadaşlık konusunda pek de seçicilik olmazdı gerçi, oyun oynayabildiğin herkes (hatta her şey) arkadaşındır. Ama yine de bu yorumu rahatlıkla yapabileceğimi düşünüyorum.
Onla olan arkadaşlığımız ikimiz de liseye geçene kadar epey bir süre devam etti. Ben lisedeyken sıradan devlet okuluna giderken (babam abimle beni ‘’normal’’ gençler gibi okula göndermişti, çok uzun ve ilginç bir hikayedir…) o ise memleketi İlanya’ya eğitim almak için gitmişti. O günden beri belki bir, bilemedim iki kere falan görüşmüşüzdür. Ta ki kurultaydaki o güne kadar…
‘’Hakkında duyduklarım, çok… Garip geldi bana. Hatta dürüst olacağım, pek inandırıcı da gelmedi.’’ dedi.
‘’Niye gelmemiş?’’ diye sordum.
‘’Seni tanıyorum Aliya, ve pek tabii savaş başladığından beri kafanda geçen düşünceleri de biliyorum. Ve bu düşüncelerin değişmediğine de adım gibi eminim.’’
Uzandığım yerden doğruldum, ‘’Bu kadar emin olma, insanlar değişir.’’
‘’Evet, değişirler. Ama sen Aliya, senin sözü geçen olayı yaptığına, yapmışsan bile mantıklı bir sebep üzerine yaptığına eminim.’’
‘’O kadar da emin olma, ben bile üç ay önceki halime bakınca şaşırıyorum.’’
Gerçekten de öyleydi. Konstantin’le tanışmadan önce bana tüm bu yaşanacaklar anlatılsa ve bunların üç ay gibi ‘’nispeten’’ kısa bir sürede olacağı söylense bu berbat ve aşağılayıcı şakayı yaptığı için söyleyen kişi öldüresiye döverdim herhalde.
Ama şimdi tüm bu olanlar çok doğal ve normal geliyordu. Sanki olması gereken buymuş gibi…
‘’Bir şey sorabilir miyim?’’
‘’Tabii ki.’’ pür dikkat beni dinlemeye başladı.
‘’Terralıların ne olduklarını biliyorsun değil mi?’’ oldukça net ve kesin bir şekilde sordum.
Bir süre sessizce durdu, iç çekip konuştu, ‘’Tahmin edeyim, ona acıdın değil mi?’’
‘’Hayır.’’
‘’Peki niye öyleyse?’’
İç çektim, ‘’Çok uzun bir hikaye.’’
Güldü, ‘’Bu konuda da huyun hiç değişmemiş, ‘uzun hikaye’ diyerek kaçıyorsun işin içinden.’’
‘’Bakıyorum da benle alakalı hiçbir şeyi unutmamışsın.’’ istemsizce tebessüm ederek konuştum.
‘’Ne mümkün.’’ ardından yine bir sessizlik oldu.
Hızlıca yerinden kalktı, ‘’Ben gitsem iyi olur, umarım rahatsız olmamışsındır.’’
‘’Çok mütevazısınız beyim, beklediğimden daha oldum diyelim.’’ alayla konuştum.
‘’İyi o zaman, işlerimden başımı kaldırmayı başardığım bir gün tekrar ziyaretine gelirim. Belki o zaman kadar bana anlatmaya da karar vermiş olursun.’’
‘’Bakarız.’’
‘’Harika! O zaman görüşürüz.’’ benim bir şey dememi beklemeden hızlıca odadan uzaklaştı.
‘’Çok garip.’’ diye söylendim kendi kendime. Ardından tekrardan kendimi yatağa bıraktım. Garip davrandığı aşikardı, ne yapmalıydım? Devletin bu kadar yüksek mevkilerinde bulunan birinin bu kadar ‘’ciddi’’ bir müessese de bana bu kadar dost canlısı davranması, şüpheli gelmişti.
‘’Tedbirli olmakta fayda var.’’ diye geçirdim içimden, ardından okuduğum kitabın o malum cümlesine geri döndüm:
‘’Adeta ılık bir bahar rüzgarı gibi esip gitti, sanki hiç var olmamış gibi…’’’
…
Milattan Sonra: 2565
‘’Canını sıkma evlat, takdir edersin ki hepimiz aynı şeyi yapsak kainat pek de renkli olmazdı.’’ Çavuş Lane bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da konuşuyordu.
‘’Konu buradan ayrılmak değil ki…’’ diye söylendim, bir yandan geçip gittiğimiz yeşillikleri izliyor, Aliya’nın tokasıyla oynuyordum.
‘’Her neyse işte, neyden dolayı canın sıkkınsa boş ver gitsin. Emin ol takılmaya değmez.’’ moralimi düzeltmek için bir şeyler söylemeye çalışsa da pek başarılı olduğunu söyleyemezdim, zaten başarılı olmasını da beklemiyordum, ben bile tam olarak ne yaşadığımı bilmiyordum, belki de biliyorumdur ama kabullenmek istemiyorumdur…
Konrad’ın bana malum haberi vermesinden bu yana altı gün geçmişti, ama sadece o ilk günün gecesi bile hayatımın en kabus dolu birkaç saatiydi… Şahsen bir şekilde uyuyup sabahı görebilmek bile mucize gibi geliyordu şu an.
Peki neden? Zaten hali hazırda istediğim bir şey değil miydi bu? Öyleyse niye bu kadar ‘’boş’’ hissediyordum? Hayır, bu buraya ilk döndüğüm günlerdeki tarzda bir boşluk gibi değildi, yakın bile değildi. Çok daha berbat, çok daha kötüydü.
Bunun nedenini bir türlü kavrayamamak da zaten saçma olan işi daha da saçma ve çekilmez hale geliyordu. Ya gerçekten de bilmiyordum neler hissettiğimi, veya biliyordum ama kabullenemeyecek kadar acizdim.
Şu an ise yaptığım şey basitti, hiçbir şey yapmadan oturmak bana daha çok eziyet vereceğinden bir şeyler yapmak istemiş, sonuç olarak da kendimi Çavuş Lane’in yanında üssün çevresindeki mobil uçak savar sistemlerini kontrol ediyorduk. Daha doğrusu o kontrol ederken ben yanında duruyor, gideceğimiz yerleri kayıtlara bakarak söylüyordum, pek de yardımım dokunmuyordu sanırım.
‘’Pekala.’’ diyerek konuşmaya başladı, ‘’Kontrol etmediğimiz kaç tane kaldı?’’
Odağımı açıp konuştum, ‘’Üç tane, Kuzey Batı alt, Kuzey Batı üst ve…’’ o sırada odağın yarı saydam ekranından yolun üzerinde birinin olduğunu gördüm.
‘’Arabayı durdur!’’ diye panikle bağırdım, benim paniklemem sonucu Çavuş da paniklemiş olacak ki arabayla fren yapalım derken az kala yoldan çıkıyorduk.
En sonunda yolun ortasındaki kişiye çarpmayacağımıza emin olup rahatladıktan sonra yavaşça karşımızdaki kişiye baktım, kafamı kendisine çevirmemle gülümseyip bir elini kaldırarak ‘’zafer’’ işareti yaptı.
Durmaya çalışırkenki yaşadığım panikten ötürü ilk etapta onun kim olduğunu anlayamamıştım ama… Bu bir Erdalıydı! Üstelik tanıdığım biriydi, böyle bir durumda muhtemelen en az görmek isteyeceğim ‘’ikinci’’ Erdalıydı.
‘’Merhaba!’’ dedi zafer işareti yaptığı elini bize sallarken Theslaff.