novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 15: Esaret ve Özgürlük

  • Efe Kutluay
  • 20 Mart 2024 13:05:39
  • 0 yorum
  • 2

Milattan Sonra: 2565 

 

 

 

 

 

 

 

”Aferin oğluma.” dedi Aliya, bir yandan elinde tuttuğu Paul’u severken. Zavallı Paul, belli etmemeye çalışsa da çıkardığı seslerden zevk aldığı belli oluyordu. Normalde Paul ben hariç kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Ama bugün Aliya’nın ısrar etmesi üzerine bir deneme yapmaya karar vermiştik. Hayret, Paul tereddüt etse de Aliya’nın ona dokunmasına izin vermişti. Herhalde Aliya’nın bana yakın olduğunu düşündüğünden izin veriyordu. 

 

Onlar (en azından Aliya) kendi aralarında eğlenirken ben ise sadece düşünüyordum. Nasıl yapabilirdim? Nasıl ondan böyle bir şey isteyebilirdim? 

 

”Hey Aliya! Lütfen bana buradan çıkmamda yardım eder misin? Biliyorum, böyle bir durumda muhtemelen hainlikten suçlanacaksın ve başına kim bilir ne gelecek! Ama merak etme! Sen yardım etmezsen dahi buradan çıkabilirim. Ama böyle bir durumda da hepiniz ölmüş olursunuz!” 

 

Sadece düşünmesi bile can sıkıcı derecede absürttü. Ama bu işin kolay kısmıydı, zor olan vicdanımı alt etmekti. Aliya’yla aylardır sürdürdüğüm ”şeyi” bitirmek istemiyordum. Evet çocukça, Aliya benim düşmanımdı. Ama yine de onunla olan ”arkadaşlığımı” hiçbir şeye değişmek istemiyordum… Maalesef ikisini birden sürdürmenin bir yolu yoktu; ya o, ya da özgürlüğüm. 

 

”Bir sorun mu var?” beni düşüncelerimden uyandıran şey Aliya’nın tatlı sesi olmuştu. 

 

”Yok bir şey, dalmışım sadece.” ona dönüp kendimi toparlamaya çalıştım. 

 

Aliya’nın yüzündeki endişeli ifade de bir değişim olmamıştı. Verdiğim cevaptan tatmin olmadığı belli olurcasına bir tavırla bana döndü: 

 

”Bugün pek bir keyifsizsin, dalıp dalıp duruyorsun. Canını sıkan bir şey mi var?” 

 

”Hayır Aliya, bir şeyim yok dedim ya.” 

 

”Yoksa dünkü olanlardan dolayı mı? Bak eğer bu sebeptense rahatsız olmadığı mı bil, hatta zevk bile aldım…” 

 

”Hayır hayır! Onunla alakalı bir şey değil.” Aliya’nın sıcak kanlı ve anlayışlı tavırları ile istemeden de olsa işimi zorlaştırması hem sinir bozucu, hem de şirin bir durumdu… 

 

”O zaman ne oldu? Seni, canının sıkkın olup olmadığını anlayabilecek kadar iyi tanıdığımı düşünüyorum. Bana güvenmiyor musun yoksa?” 

 

”Sana güveniyorum elbette ama…” 

 

”Ee o zaman?” 

 

En sonunda pes ettim, bakışlarımı ondan kaçırıp derin bir nefes aldım, ”Tamam ama tek bir şartla.” 

 

”Söyle bakalım.” 

 

”Benden nefret etmeyeceksin.” 

 

”Ne demek şimdi bu?” 

 

”Sadece söz ver, anlattığım şeyden sonra benden nefret etmeyeceksin.” bir süre sessizlik oldu. Korkutucu bir sessizlik… 

 

”Peki, senden nefret etmeyeceğim. Ama sen de bana dürüst olacaksın, anlaştık mı?” 

 

”Anlaştık…” bu anlamsız teyidi almak içimi azda olsa rahatlatmıştı. Ölmek, başarısız olmak, işkenceye uğramak veya onların laboratuvarlarından birine gönderilmem gibi riskler varken benim gerçekten de tek korkum Aliya’nın ben nefret etmesiydi… Ben bir aptaldım. 

 

”Benim buradan kaçmam lazım.” 

 

Bunun dememle ortama derin bir sessizliğin çökmesi bir oldu, Aliya’nın yüzündeki tatlı tebessüm bir anda yerini anlamamış (en azından öyle görünmeye çalışan) bir ifadeye bıraktı. Söylediğim şeyden dolayı yaşadığı şok veya şaşkınlık duygusundan dolayı elleri bir anda gevşemiş, bunu fırsat bilen Paul da ”vikleyerek” kucağıma atlamıştı. 

 

”Anlamadım?” dedi sadece.

 

”Kaçmam lazım.” 

 

”Kaçmak mı?” bu sefer sesinde sadece hayal kırıklığı vardı. 

 

”Bak…” konuşmaya çalışsam da devamını getiremedim. Ne diyebilirdim ki? 

 

”Bu ikimizin… Hayır, burada bulunan herkesin iyiliği için gerekli.” 

 

Sadece bana dik dik bakmaya devam etti. ”Neden?” kızıl gözlerini bana dikmişti. 

 

”Çünkü… Eğer ben buradan kaçamazsam buradaki herkes ölecek!” ben bunu dedikten sonra hiçbir şey demeden bana dik dik bakmaya devam etti. ”Dün, karargahla iletişim kurmayı başardım. Beni en kısa sürede kurtaracaklarını söylediler. Federasyonun buraya bir operasyon düzenlemesi demek buradaki herkesin ölmesi anlamına gelir. Bu yüzden onlara dört gün içerisinde buradan kendi kendime kaçacağıma dair söz verdim. Eğer dört gün içerisinde buradan kendi kendime kaça…”

 

”Ne yapmam lazım?” sözümü yarıda kesti. İlk kez onu bu kadar ”resmi” şekilde konuşurken görmüştüm. 

 

”Dış iskelet sistemi için enerji kaynağı. Eğer onu getirirsen buradan rahatlıkla kaçabilirim. Eğer getiremezsen de buranın kilidini kırabilecek herhangi bir şey olabilir.” 

 

”Peki.” hızlıca olduğu yerden kalktı. Kızıl gözlerini benden kaçırıp ”İstediğini getireceğim. Ardından buradan git.” dedi, sesi bir insan ne kadar resmi olabilecekse o kadar resmi çıkmıştı. Ardından bana bakmamak için özel bir çaba sarf ettiği belli bir şekilde oradan uzaklaştı. 

 

”Teşekkür ederim Aliya!” diye arkasından bağırsam da cevap vermeye tenezzül bile etmeden çekip gitmişti. 

 

Evet, artık benden kesinlikle nefret ediyordu… 

 

… 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

Odamızın kapısını açınca gördüğüm şey Ain’e sarılmakta olan İko’ydu. ”Seni çok özleyeceğim!” diye ciyaklıyordu, her zamanki İko’ydu işte. 

 

”İlk ayrılışımız değil İko, üç ay sonra yine buluşacağız. Ve hem beni çok sıkıyorsun…” Ain, onun kollarından kendini kurtarmaya çalışırken bir anda beni gördü, ”Hey Aliya!” 

 

”Aliya!” Ain’i bırakıp bu sefer bana sarıldı, o benim ufak bedenime sarılıp beni ne kadar özleyeceğine dair cümleler sarf ederken ben ise sadece duruyordum. 

 

Zamanı değildi. 

 

En sonunda beni bıraktı, bu sefer ikisini de boylu boyuna inceleme fırsatım olmuştu. İko’nun üzerinde beyaz bir gömlek ve uzun siyah bir etek vardı. Ain’in ise üzerinde siyah bir pantolon ve mavi bir tunik vardı. Açılmış ve içi boş dolaplara ve yerdeki bavullara bakılırsa evlerine dönmek için hazırlanıyorlardı.

 

Malum, yıl sonu balosu o eğitim döneminin bittiğine işaret ederdi. Birçok öğrenci için ailelerinin yanına dönme vaktiydi. Normal şartlarda abim ve benim de bu dönecekler kervanına katılmamız gerekirdi. Ama abim artık mezun olduğundan evine dönmek yerine atanacağı görevi beklemek durumundaydı. Ben ise henüz hazırlanmamıştım. 

 

”Canın mı sıkkın senin?” körün bire anlayabileceği bir çıkarım yapıp bana yaklaştı Ain. 

 

”Yoo.” uyduruktan bir gülümseme takındım yüzüme. En son uğraşmak istediğim şey ”bu” şey için teselli edilmekti. 

 

Zamanı değildi. 

 

”Peki.” deyip uzatmadan yerdeki bavulunu aldı. 

 

”Sen daha hazırlanmadın mı Aliya?” diye sordu İko. 

 

”Hayır, ben daha sonra döneceğim eve. Bir süre daha buradayım.” 

 

”Neden ki?” 

 

”Boş ver, önemli bir şey değil.” 

 

”Yoksa Konstantin…” 

 

”Hayır, onunla bir ilgisi yok.” bağırmamaya çalışmıştım ama sesim ister istemez sert çıkmıştı. Utançla kendimi yatağa attım. 

 

Zamanı değildi, zamanı değildi… 

 

”Peki…” ürkek bir sesle odadan çıktı İko. 

 

İko, gittikten sonra Ain konuştu, ”Biz yarına kadar buradayız, bir sıkıntın olursa yanımıza gelmekten…” 

 

”Tamam.” cümlesini bitirmesine izin vermeden konuştum.

 

”Peki… Görüşürüz Aliya.” diyerek odadan ayrıldı Ain. 

 

Kendisi gittikten sonra bir dakika kadar bekledim. Ardından yavaşça yataktan kalktım. 

 

Zamanı gelmişti. 

 

”Aptal!” bağırarak duvara sertçe bir yumruk attım. Elimin acısı o an duyduğum öfkeden (aynı zamanda üzüntü, hayal kırıklığı ve daha bir çok his…) dolayı bir anda eriyip gitmişti. Yaşlar gözüme hücum ederken kendimi tekrardan yatağa bıraktım. 

 

Aptal herif! Neden? Neden… Duygularımı bu kadar altüst edip en sonunda hepsini yerle bir ettin? İşin en kötüsü de yaşadığım bu durumun sebebini bilmiyor olmamdı. Konstantin’in bana kötü bir şey söylememiş olmasına rağmen bu saçma ve bir o kadar da acı verici durumun içine düşmüştüm.

 

Kafamda olanları rasyonel bir zemine oturtmaya çalışsam da her defasında başarısız oluyordum. İçimdeki ”bu” hisler beni öyle bir şoka sokmuştu ki ne yaparsam yapayım mantıklı bir noktaya gelemiyordum. Adeta bu acı verici hisle olduğum yere saplanmıştım. Buraya kadar nasıl ağlamamayı başardığıma şaşırıyordum. 

 

En sonunda olduğum yerden kalkmayı başardım, kıyafetlerimi bir çırpıda çıkartıp kendimi banyoya attım. Soğuk suyun tenimde yarattığı şok etkisiyle sonunda birazcık da olsa mantıklı düşünebilmeye başlamıştım. Bir süre soğuk suyun altında sadece bekledim, yeteri kadar aklımı başıma topladığıma kanaat getirdiğimde ise sıcak suyu açıp düşünmeye başladım. 

 

Bana kaçması gerektiğini söylemişti. Bu aslında oldukça normaldi, Konstantin burada bir savaş esiriydi sonuçta. Ama bugüne kadar hiç kaçmaktan bahsetmemişti. Üstüne üstlük kaçmak istediğini de söylememişti, kaçması gerektiğini söylemişti. Gerçi bu çok saçma bir düşünceydi, sonuçta Konstantin’in burada kalmak isteyeceğini düşünmek büyük bir saçmalıktı. Peki o zaman niye bu düşünce bana bu kadar acı veriyordu? 

 

Konstantin’in kaçmak istemeyeceğini düşünmek kendimi kandırmak olurdu, o zaman bana niye bu kadar iyi davranmıştı? Gerçi sadece bana değil, herkese iyi davranmıştı ama bana ayrı bir şekilde davranmıştı. Mesela bana… Bana ayrı davranmıştı işte… 

 

Peki bunun sebebi neydi? Bu soruyu sıcak suyun altında beklerken kendi kendime defalarca kez sordum. Aklıma gelen her cevap içimde berbat bir tatminsizlik hissi uyandırıyordu ama bir tanesi vardı ki, onu düşünmek bile hem kendimi aptal gibi hissetmeme, hem de kalbime ağrılar girmesine sebep oluyordu. 

 

Buna göre Konstantin’in başından beri tek amacı kaçmaktı. Bunu kaba kuvvetle yapamayacağı için başka bir yol tercih etmişti. Bu yol bizim sempatimizi kazanmaktı elbette. Bu sayede süslü lafları ve ufak ufak vererek bizi bağımlısı ettiği bilgileriyle bizleri manipüle edecekti. 

 

Yani ağabeyim haklıydı, Konstantin gerçekten de bir şeytandı. Tatlı diliyle beni manipüle etmiş bir şeytandı… 

 

Hayır hayır… O an yıldızlardan gerekirse canımı almasını ama bu ihtimalin sadece saçma bir düşünceden ibaret olmasını diledim. Bunun gerçek olması durumunda aylarca aptal yerine konmam küçük bir sorundu, asıl büyük sorun Konstantin’le alakalı her şeyin birer yalan olmasıydı. Samimiyeti, konuşması, kişiliği, anlattıkları… Onla olan ”dostluğum” ve belki de daha fazlası bir yalandan ibaretti sadece. Ve bu… Acı vericiydi… 

 

Duştan artık sıcak su akmayıncaya kadar düşünmeye devam ettim. Kendimi bunun gerçekliği üzerine ikna etmeye çalıştım. Konstantin kötü biriydi. Tek amacı buradan kaçmaktı. Bize karşı herhangi bir değer vermemişti, özellikle de bana… Onun için sadece bir piyondum… Bunu her aklımdan geçirişim de daha büyük bir acı hissediyordum, içimden bir şeyler, ne olursa olsun bunun gerçek olamayacağını haykırıyordu şiddetle… 

 

Ama bir yandan düşününce de, Konstantin’in böyle bir amacı olsaydı bunu bu kadar direkt söyler miydi ki? Bana direkt kaçmam lazım demişti. Ben olsam ve aynı amaçları gütsem bu kadar net bir şekilde konuşmazdım. Ayrıca olacakları anlatırken ki ses tonu da hiç yalan söyler gibi değildi. Gerçi bu muhtemelen zihnimin bir bahane bulmak için yarattığı bir algıydı ama… 

 

Konstantin’in dediklerinde haklı olması durumunda birçok arkadaşımın kanı benim elimde olacaktı, haksızsa da hain olacaktım. Burada ise sorulması gereken tek bir soru vardı benim için: 

 

Konstantin’e güveniyor muydum? 

 

Bu soruyu aklımdan geçirmemle histerik bir şekilde güldüm. Cevabı çok belliydi çünkü… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2565 

 

 

 

 

 

 

 

29 saat geçmişti Aliya’yla konuştuğumdan beri. Biraz düşününce, burada geçirdiğim birkaç ay içerisinde Aliya’yla konuşmadan geçirdiğim en uzun süreydi bu. Aliya o kadar uzun süredir hayatımdaydı ki ”kısa” süreli yokluğu bile epey bir garip hissetmiştim.

 

Tabii bu süre boyunca tamamen yalnız değildim. Ain, İko ve İstaf’ta ufak birer ziyarette bulunmuşlardı bana. 

 

İstaf’la kısa ve ”olabildiğincene” resmi bir sohbet gerçekleştirmiştik, Ain’le olan ilişkisini anlattığı bölümler hariç tabii… Neden üstünde her zamanki üniformasının olmadığını sorunca izne çıkacaklarını söylemişti. Birçok öğrencinin buradan gideceğini bilmek rahatlatıcıydı. Şayet Aliya (her ne kadar söz vermiş olsa da) bir şey yapmayacak olsa dahi ölecek sayısı az olacaktı. Ama yeterli değildi, hiç kimsenin ölmemesi lazımdı. 

 

Muhtemelen bu İstaf’ı son görüşüm olacaktı. Bu istemsizce içimde bir hüzün bırakmıştı, her ne kadar onunla oldukça az konuşmuş olsam da onu özleyecektim. Bu yüzden ona hatıra olarak bir şey verme hissi geldi içimden. Boynumdaki haçı çıkarıp ona uzattım. Bana bunun ne olduğunu sorunca ona kısaca ”dinimden bir sembol” olduğunu söyledim. İlk başta bir süre diretti, benim için önemli olan bir şeyi (ki çok da önemli bir şey değildi) alamayacağını söylese de en sonunda kabul ettirmeyi başardım. O da karşılığında üç yıldız kolyesini bana vermişti. Söylediğine göre benim ona verdiğim şeyin karşılığında eşit değerde bir şey vermeliymiş. Diretmek istesem de aynı olaylar tersten yaşanmasın diye kibarca kabul etmiştim. Sert ve soğuk kişiliğinin altında kibar ve iyi kalpli biriydi İstaf. 

 

Ondan sonra Ain geldi. Onla biraz daha fazla konuştuk. Onun da gidecekler kervanında olduğunu görmek mutluluk vericiydi. Ona İstaf’ın ona karşı duyduğu hislerden bahsettim. Kendisine hayatın çok kısa olduğunu, eğer kendisi de aynı türden duygular besliyorsa hemen bir şeyler yapması gerektiğini yoksa ileride pişman olabileceğini söylemiştim. Kendisi bu dediklerimi utanarak onaylamakla yetinmişti sadece.

 

Ondan sonra gelen kişiyse İko’ydu. İlk sorduğu şey Aliya olmuştu. Söylediğine göre Aliya’nın morali oldukça bozukmuş, konuşma sırasında benim ismimin geçmesine dahi tahammül edememiş. Bu beklenen bir durumdu gerçi… 

 

İko’ya her ne kadar ne olduğunu bilmediğimi ve aramızda bir sorun olmadığını söylesem de İko beni sorgulamaya (yani sanırım) devam etti. Duygusal ve kırılgan kişiliğiyle bu kız asker olmak konusunda benim kadar beceriksizdi, bu da aslında savaşın üzücü bir yönüydü, bu kız muhtemelen bir sineği bile incitemeyecek biriydi. Ama bu koşullarda ”öldürmek” için eğitiliyordu… 

 

İko’yla da vedalaştıktan sonra yalnızlığıma kaldığım yerden devam ettim. Bir an belki Leevy ve İyla, bir sürpriz yapar da gelir diye düşünsem de öyle bir şey olmadı. Yalan söylemeyeceğim, umarım onlarda bu ”evine dönecekler” kervanındadırlar. 

 

Saatler birbirini kovalarken Aliya’dan hala bir iz yoktu. Muhtemelen beni geçiştirmek için (veya bir anlık sinirle) söylemişti. Anlaşılabilirdi bu, bir anda pat diye söylemek… Ben bir salaktım. Ama asıl kalbimi kıran kabul etmemesi değildi. Onun bir anda yıkıldığını, üzüldüğünü görmek. En canımı sıkan buydu, canım tehlikedeyken, onca insanın hayatı risk altındayken tek takıldığım nokta onun üzülmesiydi. Dedim ya, ben bir aptaldım… 

 

Rutin olarak gelip yiyecek bir şeyler bırakıp giden Theslaff dışında (ki onunla da hiç konuşmuyorduk bir süredir) başka gelen giden olmamıştı. Böyle bir durumda sanırım yapılacak en iyi şey bir süre uyumaktı. Bir şeyler oluncaya kadar en iyi böyle beklenebilirdi. 

 

Tam kafamı yastığa koyup gözlerimi kapayacakken duyduğum bir sesle parmaklıklara doğru döndüm. Parmaklıkların arkasında, elinde mavi renkli bir cisim olan tanıdık bir figür duruyordu.

 

Aliya! Gerçekten de gelmişti, üstelik enerji kaynağını da yanında getirmişti!

 

”Aliya!” heyecanla yanına geldim. O an hissettiğim duyguları açıklamak için aklıma gelen herhangi bir kelime yoktu, muhtemelen asla da olmayacaktı… ”Gerçekten de gelmişsin.” 

 

”Gelmeyeceğimi mi düşünmüştün?” yüzüne alaycı bir ifadeyle konuştu.

 

”Hayır, tam aksine geleceğine emindim.” 

 

Bunu dememle tebessüm etti, ”İyi, demek ki beni iyi tanımışsın.” o an tebessüm etmesi benim için kaçışa bu kadar yakın olmamdan kesinlikle daha mutluluk vericiydi. En korktuğum şek olmamıştı, benden nefret etmiyordu… 

 

”Fazla vaktimiz yok, hızlı ol.” dedi ciddi bir tonla. 

 

”T-tamam.” hemen kendimi toparlayıp dış iskeletin yanına geldim. Uzun süre sonra ilk kez dış iskeleti kuşandıktan sonra enerji kaynağını yerleştirdim. [KALKAN JENARATÖRLERİ AKTİVE EDİLDİ] yazısını görmem ve mavi parıltılar ile rahat bir nefes aldım. 

 

”Enerji kaynağını nasıl almayı başardın?” diye sordum ona. 

 

”Oldukça basit oldu. Laboratuvardaydı, ilginç bir şekilde herhangi bir koruma veya gardiyanda yoktu. Ben de alıp geldim.” sanki çok basit bir şeymiş gibi anlattı yaptığını. 

 

Hızlıca paltomu üzerime geçirip çantam ve kaskımı aldım, masanın üzerinde olanları izleyen Paul’u da ön cebime atıp parmaklıkların önüne geldim. 

 

”Bu şey buradan çıkmana nasıl bir katkıda…” cümlesini tamamlamasına izin vermeden kapının kilidini tek bir hamlede kırıp dışarı çıktım. 

 

”İşte böyle.” dedim Aliya’nın şaşkın bakışları arasında, ardından dışarı çıktım. 

 

Ve işte bu… Tek kelimeyle garipti. Aliya’yla aramızda herhangi bir şey yoktu. Ne bir bariyer, ne parmaklıklar, ne de başka bir şey… Bu ona da garip gelmiş olacaktı ki bir süre ikimizde hiçbir şey konuşmadık, hatta birbirimizin yüzüne bile bakamadık. Neden bilmiyorum ama… Çok ilginç bir histi bu, aramıza giren hiçbir şeyin olmaması… 

 

Bu garip sessizliği bozmak için konuşmaya başlayacağım sırada bir şey fark ettim. Üzerinde ilk karşılaştığımız zamanki giydiği siyah renkli pilot kıyafetlerinden vardı. ”Niye bu kıyafeti giydin?” diye sordum. 

 

”Niye mi? Kaçmana yardım etmek için elbette, Jatlanları bunları giymeden kullanamazsın.” dedi oldukça sakin bir sesle. 

 

”Yardım mı edeceksin? Başka bir şey yapmana gerek yok…” sözümü yarıda kesti, 

 

”Üzerindekinin buradan kaçmak için yeterli olacağını sanıyorsan yanılıyorsun. Fazla uzaklaşamadan seni vururlar.” 

 

”Ama sen…” 

 

”Ama ben ne? Tek başına kaçsan dahi en büyük şüpheli ben olacağım zaten. Bu işin başından beri vardım, bırak sonunda da olayım.” 

 

Ona bu yapacağı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu ve sonucunda başına çok kötü şeyler gelebileceğini söylemek istesem de vazgeçtim. Aliya’yı tanıyordum, şu noktada ona geri adım attıramazdım. Aslına bakılırsa en başından beri onu bu işin içine sokmamam gerekiyordu ama… Olmuştu bir kere. 

 

”Konstantin.” dedi bana dönerek. 

 

”Efendim?” gözlerimiz birbiri ile karşılaşınca ikimizde istemsizce bakışlarımızı kaçırmıştık. 

 

”Bana yalan söylemiyorsun değil mi?” 

 

”Hayır. Hatta bilmiyor musun? Sanırım şu ana kadar hiç kimseye karşı sana olduğum kadar samimi ve dürüst olmamıştım…” bunları söylerken yanaklarım kıp kırmızı olmuştu. Gerçi neler söylesem de, ne kadar kızarsam da iş onda bitiyordu. Bu kız benim için bunca riski almıştı, üstüne hiçbir karşılığı olmaksızın. Tek istediği şey de güvendi, işin en kötüsü de sanırım ona bunu tam olarak veremiyordum… 

 

Yine bir süre sessizlik oldu, ”Teşekkür ederim. Sana güveniyorum.” dedi yüzünde bir tebessüm ile.

 

”Ben de sana güveniyorum.” dedim ona karşılık olarak.

 

”O zaman ne duruyoruz, hadi gidelim.” 

 

Yavaşça dışarıyı giden merdivenlerden yürümeye başlamıştık. En son aylar önce buraya gelirken gördüğüm yerlerdi buralar, esaretime gittiğim yerler şimdi beni özgürlüğüme götürüyordu. 

 

Kapının önüne geldiğimizde durduk, Aliya, sol tarafı göstererek, ”Sen şu taraftan gideceksin, olabildiğince yüksek bir yer bulmaya çalış. Şu saatlerde çoğu kişi gitmiştir zaten ama yine de tedbiri elden bırakma.” 

 

”Tamamdır, peki sen?” 

 

”Ben hangara gideceğim, oradan Jatlana binip seni alacağım.” 

 

”Anlaştık.” 

 

Ardından ikimizde ayrı yollara girecekken, ”Konstantin!” diye seslendi bana. Arkamı dönüp ona bakınca ise bakışlarını kaçırarak, ”Dikkatli ol.” dedi.

 

İstemsizce tebessüm ettim, ”Sen de dikkatli ol.” dedim ve kaskımı takıp ilerlemeye başladım. İçimden bir ses bu gecenin epey uzun olacağını söylüyordu… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

İlk kez gördüğüm bu boş koridorlarda epey bir süre aylak aylak yürüdüm. Demek ki Aliya’nın ve diğerlerinin günlerinin çoğunu geçirdikleri yerler buralardı. Gittiğim üniversiteden pek de bir farkı yoktu aslına bakılırsa. Etraftaki şeylerin alışıla geldikten biraz daha ”büyük” olması hariç tabii. 

 

Muhtemelen yeni kazandığım özgürlük duygusunun bana verdiği rehavetten dolayı etrafıma pek de dikkat etmeden ilerliyordum. Ama şansıma etrafta hiç kimse yoktu, sadece floresan lambaların yaydığı loş bir ışıkla aydınlanan 

 

Bir süre daha dolaştıktan sonra geçte olsa bir şeyi fark etmiştim:

 

Kaybolmuştum. 

 

Gerçi bu pek de bir şey ifade etmiyordu, sonuçta Aliya gitmem gereken yeri net bir şekilde belirtmemiş olsa da ”yüksek bir yere” gitmem gerektiğini söylemişti. Bu yüzden yapılabilecek en mantıklı şey merdivenleri çıkmaktı sanırım.

 

Bu sefer daha tedbirli olmaya dikkat ederek merdivenlere doğru yöneldim. Tam merdivenlere dönmem ile de uzun ince bir silüetle karşılaşmam bir oldu. Korku ve panikle geriye sıçradım.

 

”Merhaba Konstantin.” dedi karşımdaki tanıdık figür. İyla’ydı bu, Leevy’nin yanındaki nukane kız.

 

Hiçbir şey diyemedim. Konrad’ın ilk gün bana anlattıklarını unutmamıştım elbette. Bu insansı görünüşlerinin altında duygusuz birer ölüm makinası yattığını, eğer silahlı değilsem oradan hemen uzaklaşmam gerektiğini… Gerçi bu koridorda kaçabileceğim çok da bir yer yoktu. 

 

”Keşke Leevy’yle konuşabildiğin gibi benle de konuşabilseydin. Aramızda parmaklıklar olmadığı için mi bu sessizliğin? Yoksa maske mi çok sıkıyor?” dedi alaycı ses bir tonuyla. Numaralarım ancak karşımdaki bana zarar veremeyeceği zaman işe yarardı, ve sanırım şu an ”zarar verebilecekleri” durumdaydım. 

 

Yine bir süre sessizlik oldu. Bir süre sonra İyla insana hem çok benzeyen, hem de hiç benzemeyen (ki bu çok daha korkutucuydu) sesi ile konuşmaya devam etti, ”Normalde sizin gibilere yapmam ama sanırım sana bir şans verebilirim. Eğer uslu uslu olduğun yere dönersen hem sen yaşarsın, hem de ben elimi kana bulamayacağım için Leevy’nin başı derde girmez. Malum imparatorluk muhafızlarının en yeni üyesi olarak kendisi epey meşgul.” 

 

Bu kadar ilerlemişken geri dönmek mi? Bu hem kendime, hem de her şeyi riske atan Aliya’ya hakaret olurdu. 

 

”Aslında burada teslim olması gereken sensin.” diye söze başladım. 

 

”Nasıl yani?” 

 

”Diyorum ki, kanunlara göre akıllı makinelerin geliştirilmesi yasak. Özellikle senin gibi insana benzeyen ve ‘konuşan’ makinelerin. Bu yüzden seni en yakındaki federal birliğe teslim etmem gerekiyor. Lütfen bana zorluk çıkarmayın.”

 

Bunu demem üzerine anlık olarak güldü. ”Peki.” dedi sadece. Ardındansa korkunç bir hızla ciddileşti ve üzerime atladı. Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki kendimi son anda kenara atabilmiştim. Kendimi toparlamaya kalmadansa yediğim tekmeyle koridorun öbür ucuna fırladım. Kalkanım sağ olsun herhangi bir sıyrık almamıştım. 

 

Şimdilik… 

 

Hemen kendimi toparladım ve hiç beklemeden kolundaki kılıcı çıkarıp bana doğru koşturan İyla’ya karşı ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ona kaba kuvvetle herhangi bir karşılık veremezdim, bu durumda yapılabilecek tek bir şey vardı: 

 

Kaçmak. 

 

Hemen eldivenle koridordaki dolaplardan birini İyla’nın üzerine fırlatıp koşturmaya başladım. Çarpışma ve adım seslerine bakılırsa bunun pek bir etkisi olmamıştı. 

 

Koridordaki rastgele şeyleri üzerine doğru fırlatarak koşmaya devam ettim. Sonsuzlukmuş gibi gelen bir süreden sonra en nihayetinde bir merdiven bulup yukarı çıkmayı başardım. Şimdi yapmam gereken bu işlemi en yukarı çıkana kadar devam ettirmekti… 

 

Olabilecek en hızlı şekilde merdivenlerden çıkıp arkamı döndüm, dönmemle önümde belirmesi bir oldu. Tam köşedeki çöp kutusunu ona fırlatacakken o yine benden hızlı davranıp kılıcı kafama indirdi, ondan sonra da bir elini pençeye dönüştürüp göğsüme geçirdi. Yine kalkanım sayesinde ölümden dönmüştüm… Ama şansımı zorluyordum, kalkan jeneratörlerinin gücü gittikçe azalıyordu ,ve dolması için geçmesi gereken süre de İyla’nın beni öldürmesi için oldukça yeterliydi.

 

O, kalkan yüzünden yamulmuş olan bıçağını sökmekle uğraşırken ben de hemen geriye atladım. Sanırım kaçmak pek de çözüm değildi, en azından bu şekilde kaçmak… Teoride üzerimdeki dış iskelet bunlardan biriyle mücadele edecek kadar güçlüydü. Şansımı deneyebilirdim… 

 

Bıçağı yerinden söküp üzerime doğru koşturmaya başladığı sırada cebimdeki çakmağı çıkarıp yaktım, Dünya şartları için tasarlanmış olan bu çakmak oksijenin bol olduğu bir ortamda çok daha şiddetli ve hızlı yanıyor olmalıydı, en azından böyle umut ediyordum…

 

Ateşi yakıp eldivenim ile kitlenince çakmaktaki ateşin onun geldiği yöne doğru sıçraması bir oldu. İyla bir anda vücudu alev almaya başlayınca geri çekilip kendini ateşlerden kurtarmaya çalıştı. İşe yaramıştı, yüzümde oluştuğuna emin olduğum salak bir gülümsemeyle yavaşça geri geri adımlamaya başladım. 

 

İyla üzerindeki alevlerden kurtulmaya başarıp üzerime yürüdüğünde tekrar aynısını yaptım, tekrar ve tekrar. Ateş gerçekten de etkiliydi, veya sadece sinirini bozuyordu. Bilmiyorum ama şu an tek önemli olan şey bunun ona zarar verip vermediğiydi ve görünüşe bakılırsa veriyordu da… 

 

Bunu bir süre daha devam ettirerek bir sonraki merdivene kadar ulaştım. Üzerindeki alevlerden kurtulunca aynı döngüyü devam ettirmek için çakmağı çaktığım sırada ise… Çakmak yanmadı. Bu tahmin edilebilir bir şeydi aslında. Çakmağın daha hızlı ve daha yüksek şiddetle yanması demek aynı zamanda daha az ömrünün olması demekti. 

 

”Hilen bu kadar mıydı?” diye sordu İyla. Saçlarının bir kısmı yanmış, derisinin altındaki korkunç, mekanik tabaka az biraz görünmeye başlamıştı.

 

”Sanırım.” diye söylendim, ardından hızlıca merdivenlere doğru koşarak kaçmaya devam ettim. Tam yukarı kata adımımı atmamla İyla’nın pençeleriyle sırtıma geçirip beni karşımdaki duvara yapıştırması bir oldu. Bu sefer ışıkların mavi değil de kırmızı bir şekilde parlaması ve gözümün önünde beliren [KALKAN JENARATÖRLERİNİN GÜCÜ KRİTİK SEVİYEDE] yazısı işlerin pek de lehime gelişmediğini gösterir nitelikteydi… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

 

 

 

 

 

 

En sonunda hangara girip en yakındaki Jatlanlardan birinin kokpitine atladıktan sonra derin bir nefes alabilmiştim, buraya gelene kadar acaba kaç kere yakalanma tehlikesi yaşamıştım? Ama bunun bir önemi yoktu, en sonunda gelmiştim… 

 

Sistemleri açıp motorları çalıştırırken içimden hala kalkıştığım işin saçmalığından dolayı kendime küfrediyordum. Evet, enerji kaynağını çalmak için askeri laboratuvara gitmek başlı başına bir aptallıktı. Ama ona bizzat kaçışında yardım etmek, işte bu apayrı bir seviyeydi. 

 

Ne kadar düşünürsem düşüneyim şu an yaptıklarımı mantıklı bir zemine oturtamıyordum, neden? Neden bir hiç uğruna hayatımı mahvetmeliydim ki? Konstantin’e sadece enerji kaynağını vermek yeterli olacaktı muhtemelen. Evet, muhtemelen baş şüpheli ben olacaktım ama bu işin içinden sıyrılırdım bir şekilde. Ama bu sefer yaptığımdan bir kaçışım yoktu… 

 

Ama tüm bu saçmalıklara ve muhtemel sonuçlara rağmen buraya kadar gelirken en ufak tereddüt etmemiştim. İçimden bir ses, bir his, bunu kesinlikle yapmam gerektiğini söylüyordu. Ne olursa olsun, sonuçları ne türlü olursa olsun yapmalıydım bunu… Neden mi? Bunu ben de bilmiyorum, belki de biliyorumdur ama kabullenmek istemiyorumdur… 

 

Her şeyin hazır olduğuna emin olduktan sonra hangarın kapısına doğru ilerlemeye başladım. Tam o sırada hangar kapısının önünde bir anda beliren bir figürle olduğum yerde durdum, bu Bayan Theslaff’tı! 

 

”Çok ilginç değil mi? Ben şahsen bir günden daha kısa süre sonra böyle bir şeye girişirsin diye düşünmüştüm.” dedi kinayeli bir ses tonuyla. Hiçbir cevap vermedim, diyecek bir şeyim de yoktu gerçi… İyi tarafından bakarsak muhtemelen tek başınaydı. 

 

”Sana seni buna iten şeyi sorarak vakit kaybetmeyeceğim. Bunlar önemsiz ayrıntılar asıl önemli olan şey daha farklı, daha soyut bir şey.” eliyle yaklaşmamı işaret etti. 

 

Yavaşça Jatlanın gövde bölümünü onun hizasına yaklaştırıp kokpiti açtım, yüzüme koyabileceğim en kararlı ifadeyi yerleştirip karşısına geçtim.

 

”Söylesene Aliya, olacaklardan sonra geriye dönüp baktığında pişman olmayacaksın, değil mi?”

 

”Hayır, olmayacağım.” bir anda ve hiç düşünmeden söylemiştim bunu. İlk başta garip gelse de mevzu Konstantin’le alakalı şeyler olunca bu ilk kez olan bir şey değildi bu. Ve üzerine düşününce de değişen pek bir şey yoktu. 

 

Bayan Theslaff sadece güldü bu cevabımın üzerine. Ben şahsen sinirlenmesini beklemiştim… ”Peki, o zaman sana engel olmayacağım.” bunu demesiyle içime adeta su serpilmişti. 

 

”Son olarak, bunu al.” bana küçük bir bez parçası ve küçük, kartala benzeyen bir heykelcik verdi. 

 

”Bu nedir?” 

 

”Alta’dan sonraki karşı taarruz sırasında Terralılardan aldığım ufak emanetler. Buradan sağ salim çıkarsanız Konstantin’e verebilirsin.” 

 

”Anlaşıldı.” ardından yine bir süre sessizlik oldu, nedense içime bir hüzün çökmüştü. 

 

”Görüşürüz hocam.” 

 

”Görüşürüz Aliya. Şimdi acele et, Konstantin’i daha fazla bekletme.” ardından önümden çekilip uzaklaştı oradan. 

 

Onun uzaklaşması ile kokpiti kapatıp önüme döndüm ve hemen dışarı fırladım, Konstantin’i daha fazla bekletmenin bir lüzumu yoktu sonuçta… 

 

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

 

Milattan Sonra: 2565 

 

 

 

 

 

 

 

Kendisine savurduğum dolap kapısını pençeleriyle parçalayıp konuştu, ”Çok tahmin edebilirsin.” ardından ben daha tepki bile veremeden tekmeyi bastı, ”Ve çok da yavaş…” yine fırlayıp yere kapaklanırken bu sefer acı hissetmiştim… 

 

”Söylesene Konstantin, nedendir bu çaba?” 

 

Yavaşça olduğum yerden kalktım, her defasında daha çok acı veriyordu bunu yapmak… 

 

”Sürekli deniyorsun, birçok farklı şeyi, ve her defasında başarısız oluyorsun. Ama yine de denemeye devam ediyorsun. Neden?” bir cevap bile vermemi beklemeden beni tek yumrukla duvara yapıştırdı. Ağzıma kan tadının gelmesi ile lanet ettim, görünüşe bakılırsa İyla beni direkt öldürmektense yavaş yavaş öldüğümü hissettirmenin daha iyi bir cezalandırma yöntemi olduğunu düşünmüş. Pek de yanlış sayılmazdı gerçi… 

 

”Çünkü…” yavaşça ayağa kalktım, sanırım bu sefer bir cevap vermemi bekleyecekti. Bir süre kurabileceğim her türlü cümle kombinasyonu düşünüp durdum. Sonunda ise ağzımdan çıkan çok kısa ve net bir şey olmuştu: 

 

”Çünkü ben bir insanım!” 

 

İnsan yapısı gereği pek rasyonel bir canlı değildi, öyle olmaya çalışsa da sıklıkla tökezlerdi bu konuda. Ama bu aynı zamanda bizim için büyük bir avantajdı, bu bize durum ne olursa olsun ayağa kalkıp mücadele etmek için sınırsız bir şevk ve istek verirdi. Durumlar ne kadar aleyhimize olursa olsun… 

 

”İnsan mı? Sen gerçekten bir insan olduğunu mu düşünüyorsun?” 

 

”Senden daha insanım, o kesin.” 

 

”İnsan olmak büyük bir onurdur, ben bu büyük onura sahip kişilerin bir hizmetkarıyım. Senin gibilerin bunu anlamaması normal!” sesi bu sefer hiddet doluydu.

 

”Üzgünüm, ama yanıldın.” dedim ve zaten hafiften kırılmaya başlamış kaskımı çıkarttım, gaz maskemi de kemerime takıp devam ettim, ”Bizler de insanız, tıpkı Erdalılar gibi. Hayır, bu fiziksel olarak benzerliğimizden dolayı değil; kişiliklerimizden, hedeflerimizden, hırslarımızdan ve daha önemlisi senin asla anlayamayacağın bazı şeylerden… Kısaca her şeyi gayet iyi bir şekilde anlayabiliyorum, senin aksine!” 

 

Düşündüğümden iyi konuşmuştum. Belki de kafama bir anda oksijen gitmesi sayesinde kafam açılmıştır… 

 

Maskemi çıkarmam sadece şovdan ibaret değildi, elimdeki son kozumdu. Konrad bana buradaki yüksek oksijenin bizim kondisyonumuzu ve gücümüzü arttırdığını söylemişti. Sonradan birkaç kere bunu deneme şansım olmuştu. Belki de bu sayede onun hızına ve gücüne az da olsa yetişebilirdim. 

 

Tabii bu durumun handikapları yok değildi, en iyi ihtimal her şeyin ortasındayken baygınlık geçirmek, en kötüsü ise dövüş sırasında vücudumun iflas etmesiydi. Ama eğer buradan çıkmak istiyorsam bu ”riskleri” almam gerekliydi. 

 

”Öyle diyorsan…” cümlesini tamamlamasıyla tekrardan pençesini çıkarıp üzerime atladı. Hemen sağ tarafa doğru kaçıp üzerine doğru atıldım, kendimin de şaşıracağı bir hızla hareket ederek karnına bir yumruk geçirmeyi başardım. 

 

Gerçekten de çok… Çok farklıydı bu. Sanki sonsuza kadar etrafta hoplayıp zıplayabilecekmişim gibi hissediyordum. 

 

Attığım yumruktan sonra hızlıca toparlanıp üzerime koşturdu, önce pençesini salladı, bundan hızlı bir şekilde sıyrıldım. Ondan sonra diğer kolundaki kılıcını kaldırdı. Kılıcı bana savurduğu sırada kılıcı dış iskeletim sayesinde kolumla engelledim. Ardındansa hızlı bir hamleyle diğer kolumu kullanıp kılıcı kırdım. Kendisi neler olduğunu anlamaya çalışırken ona sert bir tekme sallayıp kendimden uzaklaştırdım. O sırada afallamasından faydalanarak kaçmaya devam etti. 

 

Bir katı daha kazasız belasız (!) çıktım. Burası sanırım çatıya çıkmadan önceki son kattı, etrafta sınıflardan ziyade içinde belli başlı eşyaların olduğu odalar vardı. Etrafa bakındım. Kimsecikler yoktu, İyla bile… Bu tedirgin ediciydi. Köşede duran ve levye olduğunu tahmin ettiğim bir şeyi daha alıp yavaş adımlarla ilerlemeye başladım.

 

Özgürlüğüme gittikçe yaklaşırken içime yine bir rehavet duygusu çökmüştü, halbuki sevinmek için henüz çok erkendi. Aliya’yı beklemem lazımdı sonuçta ki onun da başarıp başaramayacağı belli değildi. Ayrıca İyla’nın şu noktada peşimi bırakmış olması imkansızdı, sessizlik gittikçe daha tedirgin edici bir hal alıyordu… 

 

Kapının önüne geldiğimde gelen giden var mı diye arkama bir süre baktım, kimsenin olmadığına emin olunca tedirgin bir şekilde kapının kulpuna uzandım. Kapıyı açınca karşılaştığım şey yüzüme çarpan rüzgarlar ve Erda’nın insanı bir garip eden havasıydı. Gece yeni yeni çöküyordu. Etraftaki birkaç saksı bitkisine bakılırsa insanlar buraya uğruyordu.

 

”Sonunda özgür…” cümlemi tamamlamama fırsat kalmadan hissettiğim inanılmaz bir acı ile ayaklarımın yerden kesilmesi bir oldu, ardından sert bir şekilde bitkilerin olduğu yere düştüm.

 

”Dürüst olacağım, verdiğin mücadele taktire şayandı.” dedi İyla bana doğru yürürken. ”Ama benim taktirim yetmiyor elbette. Sonuçta buradasın, ve öleceksin.” sağ elindeki pençesini çıkarıp yürümeye başladı. 

 

Nasıl gelmişti buraya?! Gerçi bu çok da önemli değildi, yolun sonuna gelmiştik, direnmenin bir anlamı yoktu… 

 

O bana yavaş adımlarla yaklaşırken bunun ne kadar acınası bir son olduğunu düşündüm. İçime çektiğim her nefes ciğerlerimi yakıp kafamı ağrıtırken bu son anlarımda hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu… 

 

Ama en çok da buraya geldikten sonra olanlar; sanki biz her türlü teknik detayı biliyormuşuz gibi benle teknik detaylar hakkında konuşup hiçbir şey anlamayınca sitem eden Ain, sürekli duygularımız ve hislerimi hakkında sorular soran İko, bizim hakkımızdaki uçuk teorilerini bana anlatıp doğru mu yanlış mı diye soran Mahleyn ve onun zıttı bir kişiliğe sahip olup sürekli ”spesifik bir kişinin” resmini çizmemi isteyen ama o kişinin kim olduğunu söylemediği için çizemediğim Zak, sadece çok kısa süre konuşmuş olsam da en az bunlar kadar aklımda yer etmiş İstaf, kağıttan gemi yaptığım çocuklar ve hatta bana türlü türlü tehditler savuran Leevy ve şu an canımı almak üzere olan İyla… Ve pek tabii ki de Aliya… Tek başına tüm bu hepsinden daha çok yer edinmişti aklımda ve kalbimde, ve sanırım ölürken aklımda olan kişide o olacaktı… 

 

Saatlermiş gibi geçen bir süreden sonra yanıma geldi, ”Görüşürüz Konstantin.” dedi ve pençesini havaya kaldırdı. Refleks olarak gözlerimi kapadım ve adeta idamını bekleyen bir suçlu gibi ölümümü beklemeye başladım. Havanın delinmesiyle ile çıkan çirkin ses ve… Cızırdama patlama karışımı bir ses, ardından ise kollarımın arasında hissettiğim bir cisim… Cesaret edip gözlerimi açtığımda ise az kala şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım; Bu İyla’nın koluydu! Kafamı kaldırınca kopmuş kolundan mavi bir sıvı akan İyla’nın yüzünde sadece ”şaşkınlık” olarak adlandırabileceğim bir ifade ile gerilemesini izlerken gözümün önünde bir yazı belirdi: 

 

[KALKAN JENARATÖRLERİ YENİLENDİ] ardından ise başka bir yazı: 

 

[MEVCUT ENERJİ: YÜZDE 56] 

 

O an hayattaki tüm şansımı kullandığıma emindim. Yaşanabilecek tüm ihtimaller arasında en iyinin iyisiydi bu!

 

Ama sevinmek için erkendi. Kendimi toparlayıp ayağa kalktım, Tanrı bana ikinci bir şans vermişti, onu kullanmam lazımdı. Hemen yerdeki levyeyi kendime çekip üzerine koşturdum. Kalkanım her türlü bir darbeye daha dayanabilirdi, bu da işlerim benim lehime döndüğü anlamına geliyordu. 

 

Benim koştuğumu görünce o da kendini savunmak için pençesini kaldırmıştı ama bu sefer daha hızlı olan bendim. O daha pençesini tam kaldıramadan levyeyi omzuna geçirip geri çekildim, o an çok büyük bir hata yapıp pençesini bana salladı. Kalkanımın etkisiyle pençesi yamulurken ben de hızla ileri atıldım. Önce bir dizine attığım sert bir tekmeyle onu kendi hizama getirdim, ardından bana yumruk atacakken kolunu tutup sert bir hamleyle kırdım. Ondan sonra omzuna sapladığım levyeyi çıkarıp sertçe yüzüne savurdum. Ben vururken yüzünde yine sadece ”şaşkınlık” olarak adlandırabileceğim ifade vardı. Son olaraksa göğsüne attığım (Dizleri üzerindeyken boyu benden çok az kısa kalıyordu) bir tekmeyle merdivenlerin sağındaki duvara mıhladım.

 

Ondan sonrasıysa… Derin bir sessizlik. Kazanmıştım, her şey benim için bitmek üzereyken hem de… Bu… Tek kelimeyle akıl almaz derecede inanılmaz ve korkunçtu, tek bir olayla her şey tersinde dönmüştü. 

 

”Nasıl…” dedi İyla, sırtını yasladığı yerden. Ayağından biri kırıldığı için yürüyecek durumda bile değildi, şu noktada tamamen savunmasızdı. Bu sefer yüzündeki ifade tam anlamıyla düş kırıklığıydı, tabii böyle bir duyguyu hissedebiliyorsa.

 

”Sadece birkaç saniye sürdü… Birkaç saniye…” 

 

”Tıpkı hayat gibi değil mi?” diye sordum.

 

”Bilmiyorum, o kadar deneyimleme fırsatım olmadı.” 

 

”Üzülme, ben de çok deneyimli sayılmam.” 

 

”Ama denemeye devam edecek kadar biliyordun.” bunu dedikten sonra bir süre yine sessizlik çöktü ortama, hafiften gökyüzünden damlacıklar dökülmeye başlamışken ikimizde sadece sessizce olduğumuz yerde duruyorduk. 

 

Bir anda yüzünde bir tebessüm oluştu, ”Teşekkür ederim.”

 

”Niçin?” artık böyle ani çıkışlara alıştığımdan şaşırmıyordum. 

 

”Çünkü sayende en çok aradığım sorulardan birinin cevabını buldum sanırım, insan olmanın ne demek olduğunu.” 

 

İşte bu şaşırtıcıydı, az önce beni öldürmeye çalışan şeyin bir anda ”sayende insanın ne demek olduğunu anladım” demesi oldukça garipti. Hem bunu diyenin bir ”makine” olması ise işi bir tık ürkütücü yapıyordu. 

 

”Neymiş insan olmak?” 

 

”Kadere baş kaldırmak. İnsanın tarihin başından beri yaptığı şey budur. Tarihi okurken hep insanların neden kendileri için çizilen yollardan gitmediğini düşünmüştüm. Halbuki öyle olsa birçok insanlık dramı yaşanmaz, şu an oldukları yerden belki daha az gelişmiş olacak olsalar dahi hem daha basit, hem de daha barışçıl bir yaşama sahip olurlardı.” 

 

Kadere baş kaldırmak, kulağa oldukça hoş geliyordu itiraf etmek gerekirse. 

 

”Ama insanlık, her zaman kendisine çizilenin ve kendisine ön görülenin dışına çıktı. Bu bazen bencilliklerinden, bazense ilerlemeye duydukları arzu, bazen de cesaretti. Erda’dan göç eden atalarımız, İmparatorluğun kuruluşu, ulusların isyanı, bizim size karşı olan savaşımız ve pek tabii az önce yaşananlar… Hepsi kadere karşı bir baş kaldırının örneğidir. Ve bu yüzden Konstantin, haklısın. Sen kesinlikle bir insansın.” 

 

”Sonunda ortak bir paydaya varmış olmamız sevindirici.” 

 

”Bence de.” güldü bunu dedikten sonra, ruhsuz ve robotik bir gülü… Yağmur şiddetini iyice arttırırken ben de anlattıklarını düşündüm. Haklıydı, aslında ilk başta benim de kastetmeye çalıştığım şey kabaca buydu. İnat, cesaret, irade; bu üçü insanları en iyi anlatan kelimelerdi, hem bizi hem de onları… 

 

”Konstantin, senden ufak bir ricam olacak.” 

 

”Nedir?” 

 

”Beni öldürdükten sonra Leevy’yi bul. Ona sonunda cevabı bulduğumu söyle. Onun kafasını bu soru ile çok ağrıtmıştım zamanında.” 

 

Tam bir şey diyecekken duyduğum motor sesleri ile arkamı döndüm, bir YSM süzülerek çatının yakınına gelmişti. 

 

”Konstantin!” diye bağırdı YSM’yi kullanan Aliya, ardından elini uzattı, ”Gel hadi gidiyoruz.” 

 

İyla’ya döndüm, ”Kendin anlatırsın.” hemen maskemi takıp Aliya’nın YSM’sine doğru hızlı adımlarla yöneldim.

 

”Konstantin!” diye bağırdı arkamdan İyla. 

 

”Evet?” ona döndüm yine. 

 

”Bu muhtemelen son görüşmemiz olmayacak.” 

 

”Bence de.” ben bunu dedikten sonra kopmamış ama kırılmış ve epeyce hırpalanmış elini zorla şah damarının (normal bir insanda şah damarının olması gereken yer demek daha doğru olur) üzerine götürdü. Ben de karşılık olarak elimi alnıma götürüp selam durdum, iyi bir dövüştü diye geçirdim içimden, sanki az önce ölümden dönmemişim gibi… 

 

Hiç vakit kaybetmeden Aliya’nın uzattığı ele çıktım. Beni hızlıca kokpitinden içeri aldı, ”Arkadaki yere geç ve sıkı tutun.” arkada bir koltuk-sedye karışımı bir yeri gösterdi. 

 

”Anlaşıldı.” hemen gösterdiği yere geçtim. Geçmemle YSM’nin adeta fırlaması bir oldu. Akademiden uzaklaştığımıza emin olmaya çalıştığım bir süre boyunca diken üstünde bir şekilde bekledim, hiçbir şey olmadı. Omzumdan büyük bir yükün kalktığını hissettim, sonunda özgürdüm…

 

 

No results available

Reset