Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244
”Yani burasının eskiden kırmızı çöllerden ibaret olduğunu söylüyorsun, öyle mi?” diye sordum ”Mars” adlı gezegenin tavana yansımış görüntüsüne bakarken.
”Öyle, toprağının bolca demir oksit içermesinden dolayı ‘kızıl gezegen’ denirmiş buraya. İnsanlık buraya ilk geldiği zamanlar atmosferinin yoğun oranda karbondioksit içermesi ve iklimin çok dengesiz olmasında dolayı kolonilerini üstü kubbeli şehirlerde veya yerin altında kurmuştu. Mars’ın başkenti diyebileceğimiz Cydonia Şehri de aslen yerin altına kurulmuş bir şehirdi. Yüz yıldan uzun süren ‘Dünyalaştırma’ çalışmaları sonrası gezegenin atmosferi ve iklimi son üç yüz yıldır yaşama elverişli. Eski yer altı şehirleri ve kubbelerin kalıntıları da o dönemlerin bir hatırası olarak varlığını sürdürüyor.”
”Dünyalaştırma sanırım sizin bir gezegeni kendi yaşayabileceğiniz duruma getirmeniz oluyor.”
”Aynen, yüzlerce yıllık süreçte yirmi kadar gezegeni veya uyduyu Dünyalaştırdık. Bunların en ünlüleri az önce bahsettiğim Mars, Titan ve Alpha Centauri’deki Yeni Marsilya’dır.”
Bugün yaptığımız şey biraz farklıydı. Işıkları söndürmüş, yan yana yere uzanmış bir şekilde Konstantin’in ”odak” denen bir cihazdan tavana yansıttığı görüntülere bakıyorduk. Terralı insanların kolonileştirdiği gezegenleri ve uyduları gösteriyor ve onlar hakkında konuşuyordu.
Benim asıl dikkatimi çeken şeyse anlattığı şeylerden öte bunları anlatış tarzıydı. Yüzünde maske olmasına rağmen (maskesini çıkarıp da gülümsemesini görmeyi sabırsızlıkla bekliyordum) gözlerinden okunan bir mutluluk vardı, muhtemelen kendisinin anlattıklarına ilgi gösterdiğimi bildiğinden mutlu oluyordu. Sesindeki kibar, anlayışlı ve sıcakkanlı tonu ise anlatmama gerek yoktu sanırım, her ne kadar anlattıkları ilgimi çekse de beni asıl kendine çeken şeyler bunlardı. Onla konuşmaya başladığım günden bu yana geçen aylar içerisinde bu ”garip hissi” kabullenmiştim.
”Hey Konstantin, Dünya’daki yaşamın nasıldı?” diye sordum. Bu adamın ırkı ile alakalı anlattığı onca şeyden sonra yeni ve daha kişisel bir merak uyanmıştı içimde:
Konstantin kimdi?
”Nereden aklına geldi bu şimdi?” diye sordu.
”Hiç, sadece buraya gelmeden önce ne yapıyordun merak ettim. Her ne kadar üç aya yakındır burada olsan da senin hakkında ‘Terralı’ olman dışında bir şey bilmiyorum.”
Uzandığı yerden bana baktı, ”Neden öğrenmek istiyorsun ki kim olduğumu?”
Ben de ona döndüm, ”İnsan dostunun kim olduğunu bilmeli sonuçta değil mi?”
”Peki, ama sende kendini anlatacaksın, anlaştık mı?”
”Anlaştık.” dedim, her ne kadar ona tam olarak kim olduğumu anlatmamış olsam da bir şeyler uydurabilirdim. Her ne kadar yalan söyleyecek olmak ister istemez kendimi kötü hissettirse de… İkimizin iyiliği için de lazımdı bu.
”Neler anlatabilirim ki? Sıradan, doktorasını yeni tamamlamış biriydim işte. Öyle ahım şahım bir hayatım yoktu.”
”Bir dil bilimci olduğunu söylemiştin, bizim dilimiz hakkında araştırmalar mı yapıyordun?”
”Yani, genel olarak sizin dillerinizle benzerlik gösteren Ural dilleri üzerine bir eğitimim vardı, hatta lisansımı da onlar üzerine yapmıştım. Muhtemelen bu yüzden Segince ile alakalı araştırmalara çağırıldım. İnanır mısın? Hayatımdaki ilk iş deneyimiydi.”
”Başka?”
”Başka da anlatabileceğim pek bir şey yok, zaten altı üstü beş ay gibi bir süre çalıştım. Eğer iş dışındaki hayatımı soracaksan, o daha da boş…”
Bu iş böyle olmayacaktı…
”Kaç yaşındasın” diye sordum.
”Kaç gösteriyorum?” diye soruma soruyla karşılık verdi.
”Yirmi bir veya yirmi iki?”
”Keşke, yirmi altı yaşındayım. Sen kaç yaşındasın?”
Yirmi altı mı? Düşündüğümden büyükmüş.
”On dokuz.” diye cevapladım.
”O zaman çok da bir fark yok aramızda?” dedi.
Dünya ile Erda’nın etrafında dönüş süresi farklıydı. Erda, Dünya’ya oranla hem kendi çevresinde hem de yıldızının etrafında daha uzun sürede dönüyordu. Bundan dolayı bizim on dokuz yaşımız ile onların on dokuz yaşı aynı olmuyordu.
”Ama yine de benden daha çok şey yaşadın, hayata dair bildiklerini ve yaşadıklarını göz önüne alırsak benden daha büyüksün.”
”Yaşlandığımı yüzüme vurma.” bu son dediğine ikimizde gülmüştük.
Gülmeyi bıraktıktan sonra sordum, ”Ailenden bahsetsene biraz, mesela hiç kardeşin var mı?”
”Bir tane ikizim var.” dedi.
İkiz mi?
”İkiz derken?”
”İkiz işte.” ardından şaşırmış bir şekilde bana baktı, ”Cidden bunun anlamını bilmiyor musun?”
”Bir şeyden iki çift olması durumu değil mi?”
”Evet, anlamadığın şey ne ki burada?”
”Senin dediğin şekilde düşünürsek… Sen iki tane mi doğdun?” yanlış bir şey söylemekten korka korka söylemiştim bunu.
Ben bunu dedikten sonra kahkahayı patlatmıştı, ”Sanırım öyle de diyebiliriz.”
”Neye gülüyorsun be?” dedim sert bir şekilde, altı üstü bir soru sormuştuk!
”Pardon pardon.” dedi kendini toparlamaya çalışarak. ”İkiz, aynı gebelikten doğan iki çocuğa denir.”
Nasıl yani? Terralı insanlar tek seferde birden fazla çocuk doğurabiliyor mu?
”Sizde hiç ikiz çocuk doğmaz mı?” diye sordu, bu sefer şaşırma sırası ondaydı.
”Hayır, siz Terralılar tek seferde iki çocuk mu çocuk doğurursunuz?” diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
”Her zaman değil. Çoğunlukla tek çocuk doğar.”
”Peki bu ‘ikizler’ nasıl oluyorlar?”
”Eğer doğal yollar için konuşuyorsak iki şekilde; tek yumurta ve çift yumurta ikizi. Çift yumurta ikizleri aynı anda doğmalarına rağmen birbirlerine benzemezler. Cinsiyetleri farklı olabilir veya görünüşleri.”
”Sen bunlardan biri misin?”
”Hayır, ben tek yumurta ikiziyim. Ben ve benim gibiler kardeşlerine aşırı benzerler.”
”Çok ilginç.” diyebildim sadece. Aynı anda iki çocuğun doğması mı? Hem de Konstantin’in dediği gibi bazılarının birbirine aşırı benzemesi, vay be…
Ardından Konstantin tabana bir fotoğrafı yansıttı. Kafalarında ilginç, dikdörtgenimsi bir şapka olan ve cübbe giymiş iki kişi vardı. Sağ tarafta duran ve gülen kişinin Konstantin olduğunu tahmin ediyordum. Sol tarafta da görünüş olarak birebir benzeri gibi gözükse de onun aksine suratsız bir tip vardı, kardeşi buydu herhalde.
”Sağdaki sensin değil mi?”
”Evet, soldaki de kardeşim Konrad. Benziyoruz değil mi?”
”Korkutucu derecede.”
Cevabıma tebessüm ederek konuştu, ”Bunu söyleyen ilk kişi değilsin. Lisede öğretmenlerimiz bizi birbirimizden ayırt edebilmek için farklı saç stilleri kullanmamızı isterdi hep.”
”Çok ilginç, tabiri caizse bir kopyanın olması ilginç bir his olsa gerek.”
”Dışardan bakıldığında öyle geliyor olabilir. Ama aslında pek de öyle değil.”
”Nasıl yani?”
”Görünüşlerimiz ne kadar benziyor olsa da kişiliklerimiz bir o kadar zıt.” kendisi bunu deyince tekrardan tavandaki fotoğrafa baktım, aslında sadece fotoğrafa bakılarak bile bu fark edilebiliyordu. Konstantin’in yüzünde kocaman bir tebessüm varken Konrad denen adam ise biraz fazla ciddi bir yüz ifadesine sahipti.
”Anlıyorum, senin aksine biraz soğuk biri sanırım.”
”Öyledir, gençliğimizde kimseyle arkadaş olamazdı. Fazla mükemmeliyetçi biriydi, en ufak hatada bağırıp çağırmaya başlardı. Konuşkan biri olmamasını bırak, konuşmaya tahammülü olmayan biriydi, kendisiyle hiçbir alakası olmayan sıradan konuşmalara bile sinirlenirdi bazen. Güldüğü tek anlarsa ya birilerini bir konuda mağlup ettiğinde veya benle dalga geçtiği zamanlar olurdu.”
”Pek anlaşamıyordunuz o zaman?”
”Öyle de değildi pek, her ne kadar öyle aşırı yakın bir ilişkimiz olmasa da en nihayetinde kardeşimdi o benim. Tartışsak da, birbirimizden taban tabana zıt kişiliklere sahip olsak da… Hayatım boyunca ne olursa olsun yanımda olan oydu sonuçta.”
Terralı insanların da kardeşleri ile ilişkileri (en azından Konstantin’in) de bizden pek farklı değildi. Doğduğundan beri yanında olan ve hayatının birçok evresinde eksikliğini hissetmediğin o kişilerle bir gün yolun ayrılınca senin için ne kadar önemli olduklarını anlardın. Benim abimle ilişkim Konstantin’le Konrad’ın aksine oldukça yakındı. Ama yine de kendisi Valher’e ilk katılıncaya kadar onun eksikliğini hissedeceğimi pek düşünmemiştim.
”Peki şu an kendisi nerede?” diye sordum.
”Burada.”
”Erda’da mı?”
”Evet, kendisi bir albay. Benim aksime asker olan o.” dedi gülerek. İkisinin de sağ olduğunu ve ayrı olmadıklarını bilmek nedense beni mutlu etmişti.
”Peki annen ve baban, onlardan ne haber?”
”İkisi de sizlere ömür.”
Bunu deyince bir anda buz kesmiştim, ”Ü-üzgünüm, bilmiyordum.”
”Neden özür diliyorsun ki? Sen mi öldürdün?” bu berbat şakadan sonra ufak bir sessizlik oldu. Ardından yüzünü tekrardan tavana dönüp konuşmaya başladı, ”Annem bundan sekiz sene kadar önce kalp krizi geçirerek vefat etmişti. Ölümü o kadar ani olmuştu ki hiçbir şey yapamamıştık.”
”Peki baban?”
”O buraya gelmeden iki hafta önce vefat etmişti. Epey bir süredir hastalıklarla cebelleşiyordu, her ne kadar yeni teknolojilerle tedavi olacak kadar serveti olsa da yaptırmak istememişti.”
”Neden?”
”Bilmiyorum, son yaptığımız konuşmada Tanrının kendisine verdiği ömrünün sonuna geldiğini ve daha fazla ilerlemek istemediğini söylemişti. Tabii aklından tam olarak ne geçiyordu bilmemiz imkansız, ihtiyar her zaman ilginç bir adam olmuştur.”
”Görünüşe bakılırsa ailenin maddi durumu iyiydi?”
”Öyle, ailemizin yüz yıllardır süre gelen bir savunma sanayi şirketi vardı. Birleşmiş Milletler Uzay Kuvvetlerinin ve Birleşmiş Almanya Ulusal Muhafızlarının hafif silahlarının birçoğunu üretiyordu.”
”İlginç, adı ne?”
”Falken GmbH, 1868’den beri.” tarihi bir pazarlamacının sesini taklit etmeye çalışarak söylemişti.
1868, Konstantin’le konuştuğum süre boyunca miladi takvimi ve Dünya yıllarını az da olsa çözmüştüm. Miladi takvime göre 2564 yılında olduğumuzu varsayarsak bu oldukça eski bir tarihti.
”Bu çok eski bir tarih.”
”Evet, şirket neredeyse birleşik Alman tarihine denk, ailem ise Kutsal Roma İmparatorluğuna kadar gidiyor.”
”Yani soylusun?” şaşırmıştım, kendi soyluluğumu gizlediğim kişinin (gerçi ne kadar denkti tartışılır) de kendi toplumunda bir soylu olması ironikti.
”Öyle de diyebiliriz, her ne kadar yüz yıllardır soyluluk pek bir önem arz etmese de yine de içinde tarihi bir miras taşıyor. Von Falkenmayer soyadı Alman tarihinin en önemli anlarından bazılarını şahitlik etmiştir; Otuz Yıl Savaşları, Napolyon’un seferleri, Yedi Hafta Savaşı, Alman İmparatorluğunun kuruluşu ve çöküşü, İkinci Dünya Savaşı ve daha nicesi, hepsinde von Falkenmayerler bir şekilde var.”
Kendisi tüm bunları anlatıp hiçbir şey bilmediğim tarihi olayları sıralarken benim aklıma takılan tek bir şey vardı:
”Soyadı nedir?”
Bir anda bana bir şeyler anlatırken ki girdiği ilginç transtan çıkıp şaşırmış bir şekilde bana baktı, ”Gerçekten bilmiyor musun?”
”Hayır, senle dalga mı geçtiğimi düşünüyorsun?”
”Hani şu ilk isminden sonra gelen isim, genellikle babandan alırsın.”
”Sadece babadan değil, hem anne hem babamızın adını alıyoruz.” yine birimizin bir şeyler anlatıp da diğerinin anlamadığı garip anlardan birindeydik.
Birden gözleri durumu anlamış gibi açıldı, şu ana kadarki konuşmalarımızdan anladığım kadarıyla bu bir şeyleri anladığı anlamına geliyordu, ”Leytham ve Niyana, babanla annenin adı değil mi?” diye sordu.
”Ne sanmıştın şu ana kadar?” diye yanıtladım, bir yandan da bu konu üzerinde yapacağı açıklamayı bekliyordum.
”Sizin aksinize biz bu ismi anne ve babamızın isminin kombinasyonu olarak almıyoruz. Biz genel olarak babadan çocuğuna geçen soy isimlere sahibiz.”
”O zaman babanın soy ismi de ‘von Falkenmayer’di” değil mi?”
”Evet, onun babasının ve dedesinin de soyadı buydu.”
”Ben Von’u babanın adı, Falkenmayer’i annenin adı zannetmiştim.” utana sıkıla söylemiştim bunu, acaba böyle düşünerek istemeden de olsa saygısızlık etmiş miyimdir?
”Sorun değil, ben de senin annenle babanın ismini iki kelimenin birleşimi zannetmiştim.” dedi, ”Falkenmayer benim soy adım. ‘Falken’ Almanca’da ‘doğan’ demek. Von ise soyluluk unvanı.”
Von bizdeki ”Ver” gibi bir şeydi anlaşılan, ayrıca soyadı nedense çok hoşuma gitmişti; ”von Falkenmayer”, çok hoş bir tınısı vardı.
”Peki annenle ve babanla aran nasıldı? Sanırım iyi bir ilişkin vardı onlarla, değil mi?’
Derin bir iç çekti, ”Pek iyi diyemesem de öyle kötü de değildi, geriye dönüp baktığımda, özellikle babamla olan ilişkim… Sadece boş.” gözlerinden anladığım kadarı ile morali bozulmuştu.
”İstemiyorsan konuşmak zorunda değiliz…”
Sözümü yarıda kesti, ”Yok yok, benim için bir sıkıntı yok. Sana anlatırken kötü hissetmiyorum.”
Bu son ettiği laf üzerine istemsizce kızarmıştım. Kendisi bana aldırmadan devam etti:
”Annem her ne kadar bizle oldukça ilgili biri olsa da oldukça pasif biriydi aynı zamanda, babamın sözünden asla çıkmaz, ne derse ikiletmezdi. Babamın beni ve Konrad’ı azarladığı zamanlar hiçbir zaman bizi savunmazdı misal. Belki de annemin istediği yaşam buydu, o yüzden kızamıyorum kendisine.”
İçimde bir tiksinti oluşmuştu, kocalarının sözünden çıkmaya ve onlara bir eşyaymış gibi dayanılmasına müsaade eden kadınlardan nefret ederdim. Adı üstünde eşindi o senin, hayatının bir diğer yarısı olması gereken kişinin senin sahibinmiş gibi davranmasına göz yummak bir manada istekli kölelik değil midir? Kendimi bildim bileli bu tip insanlardan nefret etmiş, ilerde asla onlar gibi olmayacağıma yemin etmiştim. Belki de annemden aldığım bir özellikti bu hisler ve fikirler.
”Babam ise… Tek kelimeyle ilgisizdi.”
”İlgisiz mi?”
”Bize karşı kötü davrandığını söyleyemezdim. Ara sıra azarlaması dışında herhangi bir şey yapmamıştı bize. Ama bunun yanında çok daha kötü bir özelliği vardı, çoğunlukla biz yokmuşuz gibi davranırdı. Tüm hayatı işleri olan aşırı ciddi bir adamdı. Mesela ben küçüklüğümden onunla alakalı hiçbir şey hatırlamıyorum, küçüklüğümüzün çoğunu dadılarımızla, bazen de annemle geçirmiştik. Onun dışında yok gibi…”
Düşününce çok kötü bir his olmalıydı bu. Baba sevgisine uzak olmak… Benim için hayal etmesi epey zordu, babam savaş öncesi hem ben hem de abime aşırı düşkündü, boş zamanlarının hepsini bizle geçirirdi. Savaş başladıktan sonra bile o stresli günler içerisinde bir baba olarak bizi el üstünde tutmaya devam etmişti.
”Açık konuşmak gerekirse bu beni pek yaralayan bir durum değildi, üzülsem de pek bozuntuya vermemeye çalışırdım. Ama Konrad… O babamın bu huylarından, benim aksime, inanılmaz bir öfke duyardı. Özellikle kendisi askeri akademiyi kazanıp da babamdan en ufak bir takdir görmeyince bildiğin düşman olmuştu ona. Kayışı en son koparan nokta ise Konrad askeri akademiden mezun olduktan sonra babamın seremoniye katılmayışıydı. Her ne kadar onu seremoni sırasında diğer mezunlarla eğlenmesi için ikna etmeye çalışsam da beni dinlemek istememişti. Hızlıca dışarı fırlamış ardından köhne bir köşeye saklanıp ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıklar içerisinde babamıza hakaretler sallıyor, ondan ne kadar nefret ettiği ve hayatı boyunca bir daha asla görmek istemeyeceğine dair konuşuyordu.”
Herhalde bir ebeveyn için olabilecek en kötü şeylerden biri çocuğunun ondan nefret etmesidir. Bir çocuğun babasına nefret kusması o baba için kahredici olmalıydı.
”Peki sonra ne oldu?”
”Bu olaydan birkaç ay sonra Konrad Yeni Tallinn adlı bir koloniye atandı. Tam da o gün dediği gibi, babamla bir daha hiç konuşmamış, hatta görmemişti bile. Babamın da pek umursadığını söyleyemezdim tabii, herif her zaman ki gibiydi.”
Ardından bir süre durdu, iç çekti ve devam etti, ”Babamın aşırı önem verdiği bir olay vardı; ne olursa olsun Konrad ve benim iyi geçinmemiz. Söylediğine göre ne olursa birbirimizi yalnız bırakmamamız , kendisiyle anlaşamasak bile birbirimizle anlaşabilmemiz gerektiğini söylerdi. Bana verdiği vasiyette buydu. Buraya gelip onun yanında olmam.”
”Yani buraya gelmenin tek sebebi babanın sana verdiği vasiyetti, öyle mi?” düşününce çok ilginçti, normal şartlarda karşılaşmamın ve konuşmamın imkansız olduğu biri tamamen babasının verdiği bir vasiyet üzerine buraya geliyor ve tüm fikir ve duygularımı alt üst ediyor…
”Öyle de diyebiliriz.”
O sırada bizim gibi yere uzanmış olan Paul, ayağa kalkıp Konstantin’in kucağına atlamıştı. Konstantin, bir yandan Paul’u severken sordu, ”Ee, senin ailenden ne haber?”
Konstantin’i dinlemekten ve düşünmekten o ana kadar bir hikaye uyduramamıştım, o yüzden ağzıma gelen ilk şeyi söyledim:
”Ailemin elma tarlası vardı, Segin’in elmaları aşırı ünlüdür.”
Aptal Aliya!
”Getirdiğin kitaplardan birinde yazıyordu, bir gün denemek isterim.”
”En yakın zamanda!” ardından anlatmaya devam ettim, ”Babam, kendisine ailesinden kalan elma tarlasından ekmeğini kazanıyordu, annemse bir ziraat mühendisiydi, özellikle ağaçların aşılanması veya haşereler konusunda babama çok yardımcı oluyor.”
”Tencere düşmüş kapağını bulmuş desene.” dedi gülerek Konstantin.
Şu ana kadar anlattıklarımı pek sorgulamadan kabul ettiğini görünce aklımdan geçenleri arka arkaya dizercesine konuşmaya devam ettim, ”Aynen öyle, zaten dedemin zamanında ağaçları kontrol etmek için çağırdığı birinin çırağıymış annem, o zaman tanışmışlar babamla.”
Bu son dediğim pek de yalan sayılmazdı aslında. Annem gerçekten de bir ziraat mühendisiydi, babamla tanışmaları da dedemin o dönemler saray botanikçisini çağırması ve botanikçinin kendisine yardımcı olarak annemi getirmesi ile olmuş.
Segin tarihinde bırak bir prensi, düşük seviyeli bir asilzadenin bile sıradan halk tabakasından biri ile evlenmesi eşine az rastlanır bir olaydı. Prensle ise düşünülemezdi bile. Ama aşkın gözü körmüş derler, babam evlenebileceği onca alımlı asilzade kız varken oldukça dik başlı ve elde tutulması zor annemi seçmişti.
”Peki senle abin buraya nasıl geldiniz?” diye sordu.
”İkimizin de asker olma hayali vardı, siz gelmeden önce dahi orduya katılmak istiyorduk. Siz gelince ise bu bir hayal olmaktan çıkıp bir onur meselesi haline geldi.” bu da çok yanlış değildi, tek fark ben küçükken her ne kadar askeri şeylere ilgi duysam da asker olmak gibi bir amacım yoktu.
”O zaman hayalinizi gerçekleştirmişsiniz diyebilir miyiz?”
”Daha değil, ama yakında.”
Gerçekten de geçmişe dönüp bakınca, her ne kadar tam olarak hayal ettiğim bir Terralı ile ailevi meselelerimi (nispeten sahte de olsa) konuşmak olmasa da, hiç de fena bir durumda değildim. Geçmişte olduğum ve olmak istedğim insandan çok farklı olsam da bu farklılıktan rahatsız değildim açıkçası.
Ardından bir süre sessizlik oldu, Konstantin’in aile meselelerimi daha fazla eşelemeyip beni daha çok yalan söylemek zorunda bırakmadığı için mutluydum. İşte o sırada aklımda bir soru belirdi, öyle bir soru ki düşünmesi bile yanaklarımı al al etmeye yetiyordu. Bu soruyu sormamak uğruna verdiğim inanılmaz mücadeleden sonra nefsime yenik düşüp konuştum:
”Konstantin.”
”Efendim?”
”Hiç, Aa… Nasıl desem… Kız arkadaşın var mıydı?” bunu söylerken yüzümün nasılda renkten renge girdiğini tahmin edebiliyordum.
”A-a ş-şey…” Konstantin de ben bu soruyu sorunca hemen bakışlarını kaçırdı, ”Y-yok tabii ki.”
”S-sadece merak ettiğim için sordum, rahatsız olmadın değil mi?”
”Y-yok yok, ne rahatsızı.” ardından sordu, ”P-peki senin erkek arkadaşın var mı?”
Topu bir anda bana atınca panikle cevap verdim, ”Y-yok elbette, sen beni ne zannettin?”
”İlginç, aslında güzel kızsın…”
Konstantin bir anda bunu deyince kalbim duracak gibi olmuştu, ”Ne?” dedim uzandığım yerden doğrularak, bu sefer yüzümün utançtan ne hale geldiğini tahmin edemiyordum.
O sırada ”derin” düşüncelerinden uyandığı belli olan Konstantin, hemen yerinden fırlayıp konuşmaya başladı, ”Y-yani demek istediğim b-beğenilesi birisin… Y-ya şey birçok erkeğin senden e-etkileneceğini d-düşündüğümden dedim… H-hayır hayır y-ani şey güzel o-olmadığını ima etmiyorum y-yanlış anlama lütfen sadece…” en son kafasını eğip konuştu, ”Özür dilerim.”
”Ş-şey özür dilemene gerek yok, bence sen de gayet yakışıklısın.”
Ne demiştim ben?
”S-sağ ol.” dedi Konstantin, sesinden benim gibi onun da utandığı açıkça belli oluyordu.
Bu garip andan sonra biraz düşündüm, Konstantin bana ”güzel” olduğumu söyleyince yaşadığım his… Çok garipti, hayatım boyunca hiç yaşamadığım kadar garip ama yaşadıkça da daha çok yaşamak istediğim bir histi. Ayrıca ben de Konstantin’e ”yakışıklı” demiştim, bunu o kadar net ve düşünmeden söylemiştim ki dediğim şeyin farkına birkaç saniye sonra varmıştım. İşin komiği biraz düşününce Konstantin gerçekten de oldukça yakışıklıydı, Terralıların sahip olduğu ”egzotik” saç ve göz rengi ile birlikte oldukça beğenilesi ve çekici bir yüzü vardı, en azından benim için…
”Ş-şey ben gitsem iyi olur sanırım, sonra görüşürüz.” dedim hızlı bir şekilde, içinde bulunduğumuz durumu ikimiz içinde zorlaştırmak istemiyordum, görünüşe bakılırsa ben ne kadar utanmışsam o da utanmıştı.
Anlamadığım bir dilde bir şeyler dedi Konstantin, hızlı bir şekilde. Benim anlamsız bakışlarımı görünce toparlamaya çalıştı, ”Bis bald, bu Almanca da görüşmek üzere demek.”
”Ha, o zaman bis bald!” diye beceriksiz bir şekilde dediğini tekrar edip hızlı adımlarla uzaklaştım.
Dışarı çıkıp hızlı bir şekilde nefes almaya başladım, kalbim hızla çarpıyordu. Neydi bu?
…
Milattan Sonra: 2564
Tauranlar, insanlığın en büyük düşmanıdır. Onların kainattaki varlıkları insanlık için en büyük tehdittir, ne olursa olsun yok edilmelidirler.
İnsanlığın bu savaştaki gazileri her bir savaşa gidip döndüklerinde on yıllar geçmektedir, tanıdıkları ve sevdikleri dünya, yok ettikleri Tauranlar gibi birer hatıradan ibarettir artık.
20. Yüzyılda başlayan savaş neredeyse bin yıl sonra sonuçlanır, tüm bu savaşın sebebi ufak bir yanlış anlaşılmadır sadece. Tauranların insan ırkını yok etmek gibi bir amacı asla olmamıştır. Bu durum anlaşıldığında ise ne insanlık bizim bildiğimiz insanlıktır, ne de Dünya bizim bildiğimiz Dünya.
Joe Haldeman, eski bir Vietnam gazisi olarak orada yaşadıklarından ve savaşın döneminin toplumu üzerinde yarattığı etkilerden yola çıkarak yazmıştı ”Bitmeyen Savaş” kitabını. Vietnam savaşında Amerika’nın yaptığı propaganda, tek amacı topraklarını korumak olan Vietnamlıların neredeyse insanlık dışı gösterilmesi ve çok büyük bir tehdit olarak lanse edilmesini ve birçok insanın doğdukları topraklardan çok uzaklarda bu ”tehdide” karşı ölmesine neden olmuştu.
Bizler ve Erdalı insanların bu hikayeye göre insanlar mı Tauranlar mı; Amerikalılar mı Vietnamlılar mı olduğu ise neresinden bakarsan bak net bir cevap alamayacağın bir durumdu. Bizler işgalci taraftık, Erdalı insanlarsa topraklarını savunmaya çalışan taraf. Ama bir yandan da ”insanlığın en büyük tehdidi” propagandası Erdalılarca kullanılıyordu, onlara göre bizler şeytanlar, canavarlar veya artık akla gelebilecek herhangi bir şeydik.
Bu benim savaşım değildi, hiçbirimizin savaşı değildi. Akelarium belki de gerçekten Federasyon için aşırı gerekliydi, sonuçta yıldız seyahatleri insan medeniyetinin temel taşıydı, ama bunun için savaşmaya gerek var mıydı? Sonuçta onların deyimiyle yıldız elması sadece bir takı malzemesiydi, onlarla iletişim kurup iki taraf içinde çıkar sağlayabilecek bir anlaşmayla iki medeniyet birden gelişebilirdi.
Tabii bu işler bu kadar kolay olmazdı belki de, biz onlarla anlaşmak istesek dahi onlar bize karşı düşmancıl tavırlar sergileyebilirdi, sonuçta insan bilmediğinden korkar değil mi? Aliya, Ain, iko, Mahleyn, Zak ve hatta Leevy; hepsi benle karşılaşana kadar onlara öğretilmiş korkuyla yaşadılar ve savaştılar, ne olduklarını bilmedikleri bir düşmana karşı savaşmak için eğitiliyorlar.
Biraz düşününce, her şey bu kadar basit gelişseydi belki de asla Aliya’yla tanışamazdım… Hayır, asla tanışamazdım. Babamın vasiyeti gereği yine Konrad’ın yanına gitmem gerekecekti, kim bilir nerede olurdu savaş olmasaydı (asla Konrad’ın yanına atanamama ihtimalimde vardı gerçi, onların dilini konuşabilmem sayesinde buraya atanmıştım sonuçta).
Ve bu tüm olanlardan daha rahatsız ediciydi, o hafif çekik ve kızıl renklerdeki gözleri ilk gördüğüm an bir şeyler olmuştu bana, düşmanım dahi olsa önüne geçemediğim bir şeyler, geçmek istemediğim şeyler… Onun düşmanım olup olmaması umurumda değildi, ne olursa olsun sadece… Bilemiyorum, sadece umurumda değildi…
”Saçmalık!” diye söylendim kendi kendime. Aliya’yla benim düşman olmam tam anlamıyla saçmalıktı! Ama saçma olmasının yanı sıra, bana verdiği acı da bir o kadar gerçekti… Belki de bambaşka koşullarda başka bir şekilde tanışmış olsak…
”Vik!” masanın üzerinde uzanmış Paul’un parmaklıklara dönerek kabarması ile yüzümü oraya döndüm. Parmaklıkların arkasında biri vardı. İlk başta bu oldukça sivil kıyafetler giymiş bu kaküllü suratın kim olduğunu anlamasam da sonradan tanıdım onu; buradaki ilk günümde bana karşı öfke kusan oğlandı bu, adı neydi ki? İstvaf mıydı?
”Tanıyamadın mı?” diye sordu, sesi buz gibiydi, alışmıştım artık.
”Hatırladım hatırlamasına da, ismini hatırlayamadım.” diye yanıtladım onu olduğum yerden kalkarken.
”İstaf, adım bu. Seninki de Konstantin’miş sanırım, değil mi?”
”Adımın bilinmeye başlamış olması gururumu okşadı.” ardından tokalaşmak için elimi uzattım.
Elime tiksinti dolu bir bakış atıp konuştu, ”Valisten Teokrasisini duydun mu hiç?”
”Duymuştum, niye sordun?” diye sordum, içimden bir his bir anda sorduğu bu sorunun kötü bir yere bağlanacağını söylüyordu.
”Benim memleketimdi orası. Yem yeşil ormanları, bereketli ovaları ve bereketli topraklarıyla Erda’nın ilk düzenli ulusuna yakışır bir güzelliğe sahipti. Yetiştirdiğimiz üzümler ve onlardan yaptığımız şerbetler tek kelimeyle benzersizdi.”
”Bunları bana niye anlatıyorsun?” tek amacı memleketinden bahsetmek miydi?
Hayır…
Tam o sırada anlamıştım, Konrad’ın bana ülkelerden bahsederken ufaktan değindiği ama devamını getirmediği şey geldi. Teokrasi artık yoktu, onu biz yok etmiştik…
Az önce sorduğum soruyu görmezden gelerek devam etti:
”Bundan dört yıl önceydi, İmparatorluğun başkenti Saray-Kurma’dan memleketim olan Kuhis’e dönüyordum. İçim tek kelimeyle sevinçle doluydu, elimde erkek kardeşim için aldığım tahta bir oyuncak ve annemin turta yapması için Segin’den aldığım elmalar vardı. Annemin bana yazdığı mektuba göre başkent savunma kuvvetlerinde yer alan babam da eve dönmüştü. Uzun süre sonra ailecek birlikte olacak olmanın verdiği heyecanla eve gidiyordum. Tüm o heyecan ve mutluluğum şehrimin olması gereken yerde dev bir toprak yığınında başka bir şey bulamam ile söndü, ilk başta yanlış bir yere geldiği sandım, o kendi kendine oluşması imkansız toprak yığınları arasında dolaştım. Koca bir alan içerisinde gördüğüm tek şeyin bu olması içimi korku ve endişeyle doldurmaya başlamıştı. Belirsizliğin içimde yarattığı rahatsız verici hisle etrafta dolarşırken bir şeye bastım, bakmak için kafamı çevirdiğimde ise… Bir bebekti bu, ölmüş ve paramparça olmuş bir bebeğin cesedi… O an yaşadığım hisleri kelimelere dökmenin bir yolu yok, kötü olarak değerlendirebileceğin tüm duyguları aynı anda yaşamıştım. Evim, ailem, arkadaşlarım; her şey o toprağın altındaydı. Çılgınlar gibi toprağı eşelemeye başladım, imkansız olduğunu bilmeme rağmen belki aileme dair bir şeylere ulaşırdım diye… Bölgeye bir grup asker gelene kadar saatlerce, ellerim kanamaya başlayıncaya dek uğraştım. Askerler beni götürmeye çalıştıklarında da yalvardım, en azından ailemin cesedine ulaşmak istediğimi söyledim. Birazcık direndiğimi hatırlıyorum, ama ondan sonrası karanlık. Herhalde sakinleştirici falan vermişlerdi. Uyandığımda kendimi bir askeri hastanede bulmuştum, ilk başta yaşanmış her şeyin bir kabus olduğunu düşünüp sevinsem de sevincim kısa soluklu olmuştu, hiçbir kabus bu kadar gerçekçi olamazdı. Oradan geçen bir doktora ne olup bittiğini sordum. Söylediklerine göre tüm Valisten Teokrasisi yok olmuştu, sizler tek bir hamleyle onu ve halkını yok etmiştiniz.”
Konrad’ın ufaktan bahsedip sadece ”bir grup subayın yaptığı tatsız bir olay” diye nitelendirdiği şey buydu herhalde. Ne olabilirdi ki? Nükleer veya yörüngesel bir saldırı mı? Sanmam, tüm bir ülkeyi yok edemezdi bunlar sonuçta.
”Sana niye tüm bunları anlattığımı merak ediyorsun, değil mi? O günden itibaren siz şeytanlara karşı nefret besledim. Ailemi, dostlarımı, vatanımı ve sevdiğim her şeyi benden en ufak tereddüt etmeden aldınız. Sizlerden biriyle karşılaşacağım günü sabırla bekledim, halkıma yaptığınız her şeyi misliyle yaşatacak, siz kibirli ve bencil yaratıklara cehennemi yaşatacaktım. Birkaç ay önce senle karşılaştığımızda bu şansa sahip olmuştum, birinizi de vurmuştum hatta. Tam geri kalanlarınızı da kurşuna dizecekken Leevy, beni durdurdu. Neymiş? ‘Tehlikelilermiş’. Hadi oradan! Eğer gitmeme izin verse hepinizi geldiğiniz cehenneme çoktan yollamıştım.”
Sesi tamamen nefretle doluydu, aklıma insanların din için savaştıkları dönemlerde birbirine olan bakış açısı geldi. Kafirler, şeytanlar… Çocuk korkutucu derecede samimiydi anlattıklarında.
”Ondan sonra ne yapıp edip arkadaşlarını kaçırdın, o dumanlar yayılırken Leevy’ye yine saldırmamız gerektiğini söyledim, yine dinlemedi. Ondan sonrasında ne olduğunu açıklamama gerek yok sanırım? Saf İko, burnu bir karış havada Zak ve sözde üst sınıf öğrencisi iki adet beceriksizi hakladın. En sonunda beni de o türlü hilelerin ve oyunlarınla yenmeyi başardın, sanırsam seni tebrik etmem gerekiyor. Ondan sonrası ise daha büyük bir komedi, seni bayılttıktan sonra bizzat Bayan Theslaff’ın emri ile seni canlı ele geçirmemiz istendi. Ondan sonraysa seni bilim adamlarının kobay faresi yapmamız gerekirken seni burada tutmaya devam ettik, hem de tüm yönetmeliğe karşı çıkarak. Bitti mi? Hayır! Birazcık da olsa insana benzediğin için bizim aklımıza girmeye çalıştın. Aliya’yı kandırman pek zor olmamıştır herhalde, sizinle arkadaş olabileceğine tüm kalbiyle inanan İko’yu da öyle. Anlattığın bir iki şeyle diğerlerini de kandırmışsındır. Ama Ain… İşte onun gibi birini bile kandırabilmiş olman senin şeytan olduğunun bir numaralı kanıtıdır.”
Ain’in Aliya’dan sonra benle konuşmak için en istekli ikinci kişi olduğunu söyleyesim gelse de gergin ortamı daha da germemek için sessizliğimi korumayı sürdürdüm.
”Uzun lafın kısası, bazı şeyler için geç kaldık. Yine de ne derler? Geç olsun güç olmasın, ben de işin daha fazla güçleşmemesi için buradayım.” ardından bir anda bir tabanca çekip bana doğrulttu, ”Son sözlerini alayım.”
İşte iş şimdi ciddiye binmişti, dalgaya almak eğer karşınızdaki kişi o an size bir şey yapamayacaksa mantıklı bir yöntemdir, ama şu an karşımdaki kişi gayet de tek bir hareketle kafamı dağıtabilirdi. Sessizliğimi korudum, kin dolu konuşma tarzına bakılırsa, illa ki bir şey dememi istiyordur. En azından böyle umuyorum.
”Ne oldu? Dilini kedi mi yuttu? Yoksa korkudan şoka falan mı girdin?” dedi, bense sadece yüzüne bakmakla yetindim.
”Beni ciddiye almadığını mı ima etmeye çalışıyorsun? Yoksa ölümden korkmadığını falan mı? Belki de cehennemdeki arkadaşlarının yanına geri döneceğin için mutluluktan şoka girmişsindir.”
Bir süre daha bu gergin havada ona dik dik bakmaya devam ettim. Tahmin ettiğim gibi, bir şeyler dememi bekliyordu.
”Anlaşıldı, sen susacaksın. Ne yapalım, aptallığa çare yok.” diye konuşsa da ateş etmedi. Duygusal olarak pek dengeli biri olmadığını (ki tamamıyla haklıydı bu öfkesinde) ilk günümden hatırlıyordum, şu ana kadar böyle sakin kalmış olmayı başarmış olması da büyük bir başarıydı kendisi için.
Kısa süre sonra ise tam da tahmin ettiğim gibi kontrolü kaybetti, ”Konuşsana be şeytan herif!”
İşte aradığım fırsat buydu, sinirden bağırırken elini az da olsa gevşetmişti. Hemen eldiveni kullanıp silahı elinden aldım, kendisi silahı kaybetmenin şaşkınlığıyla kendini hemen geriye attı.
”Dur.” diye bağırdım silahı ona doğrultarak.
Silahı ona doğrulttuğumu görünce olduğu yerde kalıp bana nefret dolu bir şekilde bakmaya başladı, dokunsan ağlayacak vaziyette gibi görünüyordu. Bana baktığından emin olunca hiç vakit kaybetmeden silahı birkaç parçaya ayırıp (buradaki askeri eğitimden ne kadar öğrenebildiysem) kullanılmaz hale getirdikten sonra yerden ona doğru fırlattım.
Yüzündeki öfke ifadesi bunu yapmamla şaşkınlığa dönmüştü, ”Neden böyle bir şey yaptın?”
”Çünkü seni öldürmek istemiyorum.” diye yanıtladım onu.
”Aptal mısın sen?”
”Muhtemelen.”
”Benimle dalga geçme! Elinde beni öldürmek için mükemmel bir fırsat vardı ama sen onu hiç düşünmeden geri teptin, neden?”
”Aliya’yı da öldürmek için fırsatım vardı ama öldürmedim.”
Biraz durdu, karşısında nefret kustuğu kişinin kendisine aynı karşılığı vermemesi kafasını karıştırmış olmalıydı.
”Anlıyorum, bu da oyunlarından bir tanesi öyle mi? Kendinin iyi biri olduğuna inandırmaya çalışıyorsun.” dedi yüzünde zorlama bir gülümseme ile.
”İstediğine inanabilirsin, sana samimiyetimi kanıtlamak gibi bir zorunluluğum yok. Ben sadece kendi yaptığımdan sorumluyum sonuçta.”
Hiçbir şey demeden bakmaya devam etti, o bir ley söylemeyince tekrardan konuştum, ”Düşmanınız olabilirim. Ama size karşı kişisel olarak bir nefretim yok, bu yüzden de hiçbirinizin ölmesini istemiyorum. Sen, Aliya, Aİn, İko, Leevy; hiçbirinizin ölmesini istemiyorum.”
Bir süre yine sessizlik oldu, İstaf’ın yüzündeki sert ve öfkeli ifadesi yavaştan çözülmeye başlamıştı. ”Niye?” ben cevap veremeden konuşmaya devam etti, ”Niye? Niye böyle davranıyorsun? Onca olandan sonra dediğin tek şey bu mu? Aptal mısın sen?!” ardından bir anda gülmeye başladı, Hayır, kesinlikle bu da bir plan olmalı! Evet… Kesinlikle bir plan, ne planladığını bilmiyorum ama kesinlikle çok aptalca bir plan olmalı bu!” ve ardından ağlamaya, ”Şerefsiz herif… Neden?! Ne yaptığını sanıyorsun be?”
Dizlerinin üstüne çöküp parmaklıklara dayandı, o öfkeli ve hınç dolu ifade yerini tam anlamıyla yıkılmış ve harap olmuş bir ifadeye bırakmıştı. Tüm hayatını üzerine kurduğu nefretin aslında pek anlamsız olduğunu görmekti belki de bunun sebebi. Ya da sadece bir sinir kriziydi. Onu suçlayamazdım, bu noktada belki de en masumlardan biri kendisiydi.
Ama kesin olan bir şey vardı, o da savaşın en net tanımının bu oluşuydu; hayal kırıklığı, öfke ve acı…