novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 11: Zıtlıklar

  • Efe Kutluay
  • 12 Mart 2024 13:22:36
  • 0 yorum
  • 2

Milattan Sonra: 2564 

 

 

 

 

”Şah.”

 

Aliya, filini (en azından onu temsil etmesi için seçtiğimiz bir taşı) oynatıp sordu, ”Anlatsana Konstantin, uzay nasıl bir yer?” 

 

Bugün Aliya gelirken yanında bir tür kutuyla gelmişti. Kutudan 8×8 boyutlarda ve mavi kahverengi renklerden oluşan bir tahta ve aynı renklerden oluşan otuz iki tane taşın ve bir tane de altıgen zarın olduğu bir oyun çıkmıştı. Aliya’nın söylediğine göre bu ”karay” adlı ve en az otuz bin yıldır oynanan bir oyundu. 

 

Her ne kadar satrançta fena olmasam da bu oyunda farklı olarak şans faktörü de olduğundan (ve ben iş özellikle zar atmaya geldiğinde umutsuz vakayımdır) taşların hareketleri ile yapılması ve yapılmaması gereken şeyleri öğrenmeme rağmen oynadığımız beş elden birini bile kazanamamıştım.

 

Satrançtan farklı olarak bir taşı oynatmak için belli bir miktarın üzerinde zar atman gerekiyordu. Aynı şekilde bir taşın gidebileceği maksimum yerlere göre de belli bir sayının üzerinde zar atman gerekiyordu. Kısaca iş çoğunlukla şansa bağlıydı (belki de beceremediğimden kendimi avutmak için böyle düşünüyorumdur). 

 

Beşinci elden sonra Aliya’ya satranç öğretmeyi teklif ettim. Satranç gibi şans faktörünün olmadığı bir oyunda Aliya gibi oyunu ilk kez oynayacak birini mağlup edeceğime emindim. Karayın kendi taşlarını satrançtaki taşların rollerine koyup oynamaya başladık. 

 

Sonuç; oyunu öğrenmesi için oynadığımız ilk el harici oynadığımız tüm ellerde mağlup olmuştum. Sanırım Aliya’nın bu tip oyunlarda doğuştan bir yeteneği vardı. 

 

Hamlemi yaptıktan sonra yanıtladım onu, ”Cevaplaması zor bir soru, ben bile uzaya sadece bir kez gittim. Ama söyleyebileceğim bir şey varsa o da kesinlikle Dünya’dan veya Erda’dan göründüğünden çok daha güzel.” 

 

”Ama sonuç da en az altı ay boyunca uzaydaydın değil mi? Bence az bir süre değil.” atını oynadı. 

 

”O iş pek öyle işlemiyor.” fili oynadım. 

 

”Nasıl işlemiyor?” 

 

”Şöyle ki, sen o altı ayın çoğunda uyuyor oluyorsun.” 

 

”Nasıl oluyor o?” 

 

”En kaba tabirle seni donduruyorlar, yolculuk boyunca vücudunun metabolizması duruyor. Bu sayede gemi daha az erzakla daha fazla yol alabiliyor.” 

 

Geminin gerekli mürettebatı hariç tüm herkes yolculuk boyunca uyutulurdu. Amaç malzemeden tasarruf yapmak ve görevli personelin kullanım süresini arttırmaktı. ”Kullanım süresini arttırmak” biraz garip bir tabir olsa da Federasyonun el kitaplarında da böyle geçerdi. 

 

”Demek donduruyorlar ha? Garip, ama düşününce de pek mantıksız değil.” diye yorum yaptı cevabıma, o sırada kalelerinden birini ileri sürdü. 

 

”Zaten uyumuyor olsan bile göreceğin çok bir şey yok bu altı aylık sürecin büyük çoğunluğunda karanlık uzaydasın. O da adı gibi sadece karanlıktan oluşuyor.” dedim atımla kalesini yerken.

 

”Peki uyanık olduğun süre boyunca gördüklerin? Onlardan bahseder misin?” dedi misilleme olarak kalemi veziri ile yerken.

 

”Dediğim gibi, buradan görebileceğinden çok daha güzel. Uzay koskoca bir okyanus. Yıldızlar, gezegenler, nebulalar… Hepsi onun içini süslüyor.” biraz duraksadıktan sonra devam ettim, ”Dünya’yı fotoğraflardan veya uydu görüntülerinden görmekle ile uzaydan kendi gözlerinle görmeyi emin ol karşılaştıramazsın bile. Doğup büyüdüğün yerin küçük bir nokta bile kadar yeri olmadığı, senin gibi milyarlarca insanın yaşadığı yeri görmek, sanki elini uzattığında onu tutabileceksin kadar yakın ve küçük görünmesi gözüne… Ondan sonra Dünya’dan uzaklaştıkça onun da aslında çok daha büyük bir resimdeki küçük bir parça olduğunu fark etmek, o da karanlık yavaş yavaş küçük bir parıltıya dönüşürken…” 

 

Tam o sırada Aliya’yla göz göze geldim, benim kendimi kaptırmış gördüklerimi anlatmamdan zevk aldığı belli olurcasına sırıtmış beni izliyordu. ”Ş-şey, yani demek istediğim…”

 

Utanmış bir şekilde durumu toparlamaya çalışırken kendisi gülerek konuştu, ”Sıkıntı yok, gayet iyi ve içten anlattın. Görünüşe bakılırsa siz Terralı insanların gerçekten ilginç bir ‘hitap tekniği’ var.” 

 

Terralı ve Erdalı insanlar; birbirimizin ”ırklarına” artık bu şekilde hitap ediyorduk. Muhtemelen ikimiz için de kabullenmesi pek kolay olmamıştı ama ikimizde insandık. Gerçi kavram hala eksikti biraz ama…

 

”Aslına bakarsan Terralı insan kavramı pek doğru değil.” 

 

”Nasıl yani?” 

 

”Şöyle ki, Federasyonun Dünya yani Terra dışında yaşamış yaşayan ve yaşayacak olan insanların büyük kısmı asla Dünya’yı yani Terra’yı göremez.” 

 

”Girmelerine mi izin verilmez mi?” 

 

”Sadece Dünya’ya özel bir şey değil. Kırk dört milyar nüfusu besleyip barındırabilmek kadar bu nüfusunun yaşadıkları yerlere göre dengelerini sağlayabilmek ve artışlarını kontrol etmek de önemlidir.” 

 

Biraz düşündü, ”Yani Federasyon kimin nerede yaşayacağına, ne iş yapacağına ve kaç çocuğu olacağına karar veriyor değil mi?” 

 

”Gibi gibi, yaşadığın gezegenden başka bir gezegene veya ne bileyim uyduya taşınacaksan bu genellikle ancak Federasyon isterse veya senin onlara gönderdiğin dilekçe kabul edilirse olabilir. Aynı şekilde kaç çocuğun olup olamayacağı durumunu yine Federasyon ‘nispeten’ belirliyor.” 

 

”Bu ‘nispeteni’ açıklar mısın?” sesi biraz huzursuz ama aynı şekilde düşünceli gibiydi. 

 

”Misal yaşadığın gezegen, uydu veya istasyona göre bu ‘nispetenler’ değişir. İstasyonlar da sadece genetik olarak sağlıklı ve ortalamanın üstü zeka seviyesi ortalamanın üstünde kişilerin birden fazla çocuk yapma hakkı vardır. Gezegen ve uydular yapısına göre bu tür şeyler değişmekle birlikte temel olarak aynıdır.” 

 

”Yani Federasyon, güçlünün çoğalmasını istiyor, değil mi?” az önce şah çektiğim atımı kalesiyle yedikten sonra sormuştu bunu. 

 

”Böyle de diyebiliriz.” 

 

Biraz düşününce rahatsız edici ve ”sosyal darwinist” bir düşünce yapısı gibi gelse de mantıksız değildi. Sonuçta genetik hastalıkları olan kişilerin yine bu hastalıklara sahip çocukları olmasını kimse istemezdi. Aynı şekilde annesi ve babasından genetik olarak zekasını alacak çocukların doğum oranının artmasını yine herkes ”orta zekalı” ve ”aptal” ebeveynlerin çocuklarının artmasından daha çok isterdi. Tabii bu genetik durumlar o ebeveynlerin çocuklarının yüzde yüz aptal veya zeki olacakları anlamanı taşımıyor olsa da en nihayetinde gen faktörü belirleyici bir şeydi. Düşününce acımasız gibi geliyordu ama yine de Federasyonun bunu yaparken ki düşüncelerini anlamak zor değildi. 

 

”Biraz fazla, acımasız.” diyebildi sadece Aliya, net bir tiksinti vardı sesinde. 

 

”Böyle düşünen tek kişi sen değilsin.” dedim, ben de üzerine çok düşününce tiksintiden başka bir şey duymuyordum. Ama yine de devlet yönetmek etik değerler üstüydü, beğensek de beğenmesek de. 

 

”Sen Dünya’da doğmuştun değil mi?” 

 

”Evet.” 

 

”Dünya’da doğanlar daha mı ayrıcalıklı bir yaşama sahip?” 

 

”Hayır, Dünya ve diğer kolonilerde yaşayanlar arasında hukuksal ve devlet bazında bir fark yok. Ama yine de Dünya’daki yaşamın daha lüks olduğu bir gerçek, aynı şekilde kolonilerde yaşayan birinin Dünya’ya gitmesi ne kadar zorsa orada kalma iznine sahip olması onun belki de bin katı kadar zordur.” 

 

”İşte, Dünya’da yaşayanlar daha ayrıcalıklı.” 

 

”Hayır sadece Dünya’da yaşayanların maddi imkanları…”

 

Sözü mü yarıda kesti. ”İşte, daha ayrıcalıklılar. Sen yasal olarak istediğin kadar onlara eşit vatandaşlık hakları verebilirsin. Ama vatandaşın bakacağı en temel şey elindeki maddi imkandır.” 

 

”Federasyon tüm vatandaşlarına eşit hizmetleri veriyor ve onların aç kalmaması için uğraşıyor, bir Dünya’lı ile bir Mars’lının demokratik hakları eşittir.” 

 

”Demokratik hakların insanların ihtiyaç duyduğu şey olduğunu sanmıyorum.” 

 

”Anlamadım?” 

 

”Kendin de itiraf ettin, kolonilerdeki insanlar temel hizmetleri alabiliyorlar, ama Dünya’dakiler çok daha fazlasını alıyor. Aynı şekilde genetik hastalıkları olanların evlenip çocuk yapamayacaklarını söylemiştin değil mi? Ama aynı zamanda siz Terralılar bu genetik hastalıkları rahatlıkla ortadan kaldırabildiğini biliyoruz. Neden bazıları bu olanağı kullanırken bazıları sadece ‘çocuk yapamamak’ ile sınırlandırılıyor.” 

 

”Bu herkesin sahip olabileceği bir olanak değil.” utana sıkıla demiştim bunu, Aliya’yı haklı çıkaracak olsa bile bu durum için diyebileceğim başka bir şey yoktu.

 

”İşte, demek ki bazıları her hakka sahip değilmiş.”

 

”Ama yine de Federasyon kolonilerin temel ihtiyaçlarını karşılayıp onların kendilerini temsil etmesine olanak sağlıyor, kırk dört milyar insan üzerine düşünürsek bu gayet yeterli.” son bir kez kendimi savunmaya çalıştım. 

 

”Ama bunun adı eşitlik değil.” dedi Aliya, ardından devam etti, ”Senle konuştuğum kadarıyla anladığım şey siz Terralı insanlar ‘eşitlik’, ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ kavramlarına epey bir önem veriyorsunuz. Bu kavramları her şeyden öte tutup bu kavramları savunmayı büyük bir erdem sayıyorsunuz.” 

 

”Değil midir?” 

 

”Öyledir, ama bu kavramlar ütopiktir. Eşitliği hukuksal ve anayasal olarak sağlayabilir, onları fırsat eşitliği sunabilirsin. Ama ne yaparsan yap iki insanı aynı kategoriye getiremezsin. Biri her zaman diğerinden daha iyi yaşar. Onlara oy kullanma ve seçilme hakkını verebilirsin, ama bir oy asla onların kaderini değiştiremez. Özgürlükse ucu açık bir kavram, herkes tam anlamıyla özgür olsaydı devlet denen mekanizma ortada kalmazdı. Kısaca bu üç şeyi asla tam anlamıyla sağlayamazsın.” 

 

Düşündüm, eğer bu kavramları direkt tam kelime anlamı üzerinden düşünürsen Aliya haklıydı. Eşitlik, özgürlük ve demokrasi tam olarak imkansızdı, bildiğimiz insanlık makine gibi tamamen mantık üzerinden hareket etmeye başlamadığı sürece olamazdı da. Ama bu kavramların önemini düşürmezdi. 

 

”Peki sence bu durumda ne yapılabilir?” diye sordum. Aliya’nın cevabı kısa ve netti: 

 

”Hiçbir şey.” 

 

”Nasıl hiçbir şey?” 

 

”Dediğim gibi, bunlar ütopik kavramlar. Nispeten uygulansa bile asla tamamen uygulanamaz, buna da gerek yoktur zaten. Hukuk ve fırsat eşitliği, devlet otoritesini sarsmayacak derecede bir özgürlük yeterlidir. Söylediğine göre sizin Federasyon bu şartları hayliyle karşılıyor.” 

 

”Demokrasi? O nerede?” 

 

”Bence demokrasi insanın ihtiyaç duyduğu bir şey değildir.” 

 

Bir anda bunu söyleyince şoke olmuştum. Nedense Aliya’dan böyle bir şey demesini beklemezdim. 

 

”İnsanların kendilerini temsil etmesinin ve kendi kaderlerini tayin etmelerinin nasıl ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu söyleyebilirsin?” 

 

”Hangi temsil? Belli başlı partilerin ve o partilerin kendince ‘halkı temsil etmesi’ için aday ettiği milletvekillerinin temsili mi? İşçi partisi, milliyetçi parti, muhafazakar parti, şu parti, bu parti vesaire. Belki bunları kaçı gerçekten belli bir ideolojik kesim hariç halkı temsil edebilir ve koruyabilir. Ama temsil, işte o zor. Çünkü toplum yapısı sadece milliyetçi, işçi, sermayeci gibi dallarla ayrılamaz. Eğer herkesin kendini temsil etmesini istersen bu tek bir mecliste on binlerce farklı görüşün bulunması anlamına gelir ki ‘çoğunluğun’ esas alındığı bir sistemde zaten bu imkansızdır.” 

 

”Peki halkın kendi kaderini tayin etmesi, o konuda ne diyeceksin? Tek bir adamın veya grubun yönetimini mi tercih edersin?” 

 

”Halk hiçbir zaman kendi kaderini tayin etmez, en azından devlet yönetiminde. Demokrasi denen kavramın bence saçma olan kısmı budur, devleti halk yönetmez, halkın önüne seçmesi için sunulan vekiller yönetir. Ayrıca ikinci dediğine gelirsek, devlet halkını koruyor ve düzeni sağlıyorsa evet, tek bir adamın yönetimini tercih ederim.” 

 

”Yani diktatörlükten yanasın?” bunu söyleyince yüzü birazcık ciddileşmişti.

 

”Kısmen. Yetenekli ve halkını düşünen birinin ülkeyi otoriter ve müşfik bir şekilde yönetmesi tercihimdir. Babam her zaman halkın temsiliyetten öte güvende hissetmek ve onurlu bir şekilde yaşayabilmek istediğini söylerdi. Eğer sen halkına bu imkanları vermiyorsan onları istersen devletin direkt kontrolünü ver, yine de boş.” 

 

”Baban kim?” diye sordum aniden.

 

Bu soruyu beklemediği barizdi, ”Babam mı? Şey, önemli biri değil, boş ver.” dedi panikle, sanki hem ben sormamam gereken bir şeyi sormuş, hem de o konuşmaması gereken bir konu hakkında konuşmuştu. 

 

”Sen Segin İmparatorluğunun vatandaşıydın değil mi? Oralarda bir İmparatorun mutlak otoritesi söz konusuymuş herhalde.” . 

 

Anladığını belli edercesine birkaç ses çıkarttı, ”Halkını seven yetenekli ve zeki bir İmparator.” 

 

”Eğer gerçekten öyleyse sevindim. Peki kendinden sonra gelecek kişinin onun kadar iyi biri olup olmadığını nereden biliyorsunuz?” 

 

Bu sefer yüzü huzursuzluğunu belli eden bir ifade aldı, ”Ne demek istiyorsun?” 

 

”Şu an ki yönetici iyi biri olabilir, ama peki onun varisleri? Kızı, oğlu vesaire. Onların kar amacı güden yoz kişiler olmadıkları ne malum? Belki de halkını önemseyen İmparatorun çocukları aynı halkı ancak hayvanlar kadar değerli görüyordur.” 

 

”Yani diyorsun ki varisleri olan kişilerin babalarının aksine müşfik ve yetenekli kişiler değil de yozlaşmış ve çıkarcı kişiler olması durumunda tüm devlet mekanizmasının ister istemez onların eline geçeceğini ve bununda az önce saydığım iyi şeylere tam tersine çevireceğini söylüyorsun.” 

 

”Aynen öyle, demokraside devlet mekanizmaları ayrıldığından kimse tek bir yetkiye sahip olamaz, bu yüzden de yozlaşmış kişi yine yasal yollardan indirilebilir. İmparatorluk hakkında okuduğum şeyler tarihinizde bu tip insanların sıkça yönetime geçtiği ve etkisi hala devam eden bir dizi felakete sebep olduklarını gösteriyor. Onları durdurabilen şeylerde ancak yönetime el koyan ordu veya ecelleri oluyordu, kısaca bir şiddet unsuru veya hayatın gerçeği ancak bu bile yıllar alıyordu. İşleyen bir demokraside bu süre dört veya beş yıldır, ayrıca bu dört-beş yıllık süreç otokraside olduğuna oranla devlete daha az zarar verir.” 

 

İç çekmekle yetindi Aliya, dediklerim karşısında, birkaç dakika önce de ben onun dedikleri karşısında daha fazlasını yapamıyordum. 

 

”Kısaca Aliya, en kötü demokrasiyi en iyi otokrasiye tercih ederim.” 

 

”Anlıyorum. Haklı olduğun konular var, fikirlerine saygı duyuyorum.” yüzündeki huzursuz ve gergin ifadeye rağmen oldukça sakin bir sesle konuşmuştu, ama bu ifade çok kısa süre sonra yerini kendinden emin bir gülümsemeye bıraktı ve vezirini oynadı, ”Mat.” 

 

Şaşkınlıkla bir küfür salladım, ”Nasıl ya?!” deyip tahtayı inceledim, harbiden de mat olmuştum. Üstüne üstlük otokrasi ve demokrasi konusundaki muhabbetimiz sırasında neredeyse hiç hamle yapmamıştık. Demek ki Aliya planını çok önceden kurgulamıştı. 

 

”Üzülme Konstantin, elbet bir gün beni yenersin.” dedi gülerek, sesinde tatlı ve dalgacı bir ton vardı. Ardından tahtayı toplayıp kalktı olduğu yerden.

 

”Nereye gidiyorsun?” diye sordum.

 

”İşim var, akşama doğru vakit bulursam yine gelirim.” diye yanıtladı.

 

”Peki, rövanşa hazır ol!” 

 

”Emin olabilirsin!” 

 

O gittikten sonra masanın yanındaki sandalyeye oturdum, Paul’u elime alıp sordum, ”Peki sence hangisi? Demokrasi mi, otokrasi mi?” 

 

”Vik!” 

 

Güzel cevap.

 

 

 

 

… 

 

 

 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

 

 

 

”Peki bu nasıl?” dedi İko, üzerinde mavi elbisesiyle kabinden çıkarken.

 

”Fena değil. Ama fazla kabarık sanki.” diye yorum yaptı Ain, onun da üzerinde az önce deneyip beğendiği beyaz bir elbise vardı. 

 

”Ama bir öncekine de fazla düz demiştin?” 

 

”Sızlanma İko, senin için en mükemmeli bulmaya çalışıyorum.” dedi ona yine mavi renkte başka bir elbise uzattırken. Ain’e direnmenin bir faydası olmadığını bilen İko, başı öne eğik bir şekilde tekrardan kabine girdi. 

 

Ardından sinir bozucu bakışlarını üzerime döndürdü Ain, ”Ee Aliya, sen nasıl bir elbise istersin?”

 

”Bir şey istediğimi söyleyen kim?” dedim.

 

”Hadi ama Aliya! Güzel görünmeye bu kadar alerjin olmasın.” ardından elimden tutup elbise seçmek için sürükledi. 

 

Yine su gibi geçen bir yıldan sonra bir eğitim yılının daha sonuna yaklaşmıştık. Eğitim yılının sonlarında olan bir olay ise ”yıl sonu balosu” idi. Bu her sınıftan öğrencinin stresli bir yılın (özellikle savaşın ortasında) ardından eğlenip kaynaşabildiği bir etkinlikti. Ayrıca son sınıf öğrencileri için de (misal ağabeyim) bir mezuniyet balosu gibiydi. Dışarda yaşanan savaş ve yıkımı bir nebze olsun unutturabilen bir şeydi bu. 

 

Ben, Ain ve İko’nun ikinci balosuydu bu. Bir öncekinde her ne kadar kendileri ellerinden geldiğince eğlenmeye çalışmış olsa da benim tek yaptığım bir şeyler içip eğlenenleri seyretmek olmuştu, öyle ki herkes şu anda da içinde bulunduğumuz kasabaya gidip elbiseler veya takılar satın almışken ben gündelik üniformamla katılmıştım. 

 

Bunun aslında tek bir temel sebebi vardı, benim için balolara yanında biriyle katılman gerekirdi. Gerçekten sevdiğin ve değer verdiğin biriyle… Biliyorum, söyleyince biraz garip geliyor ama böyle biri olmadığı zaman bu tip etkinlikler benim için eksik kalıyordu. 

 

Tabii ki de benim için böyle biri yoktu. Aslına bakılırsa pek de sosyal bir insan olmadığım için böyle birinin olmaması normaldi. Genel olarak Ain ve İko dışında konuştuğum kimse yok gibiydi. Gerçi son zamanlarda bu ikisinden çok Konstantin’le konuşuyor ve onun hakkında düşünüyordum gerçi ama… 

 

”Bence bu sana çok yakışır!” dedi Ain, elindeki siyah elbiseyi bana göstererek. Elbiseyi elinden alıp incelemeye başladım, ”Merak etme küçük boy seçtim.” 

 

Kısa boyumla dalga geçmesini görmezden gelerek elbiseyi incelemeye devam ettim, oldukça şirin gözüküyordu aslına bakılırsa.

 

”Aliya elbise mi giyecek?” dedi İko, yeni giydiği elbisesiyle kabinden çıkıp yanımıza gelirken. Sanki kainatın en şaşırtıcı şeyini görmek için gelmiş gibi bir hal vardı.

 

”Deneyeceğim.” dedim elbiseyle kabine girerken. 

 

Üstümdekileri çıkarıp elbiseyi giyerken onların konuşmalarına kulak kesildim: 

 

”Bu olmuş mu?” diye İko. 

 

”Olmuş olmuş.” dedi Ain, ardından o sinir bozucu ve alaycı gülüşünü attı, ”Baloda Zak’ın seni görünce yüzünün alacağı ifadeyi şimdiden merak ettim.” 

 

”N-ne diyorsun?!” dedi İko panik ve heyecanlı bir sesle. İko, duygularını gizlemekte berbat bir insandı, kendisini okuması aşırı kolay olmakla birlikte saklamaya çalıştığı duygularını da genellikle daha çok belli ederdi. 

 

”Hadi ama İko, bilmiyormuşuz gibi davranma. Seni baloya davet ettiği zaman nasıl da heyecanlandığını hepimiz hatırlıyoruz. Ayrıca bana sorarsan Zak da senden çok hoşlanıyor, sonuçta insan sevdiğiyle uğraşırmış değil mi?” 

 

”Ain!” 

 

İko’yla Zak’ın ilginç bir ilişkisi vardı. Sıcak kanlı ve duygusal İko ile soğuk kanlı ve rasyonel Zak, kedi ve fare gibiydiler. Sürekli birbirleri ile uğraşır, birbirlerine laf sokuşturmaya çalışırlardı. İko’nun söylediğine göre Zak’la aynı yetimhanede büyümüşlerdi, kendisini bildi bileli de böylelermiş. Ama ilginç bir şekilde çok da iyi arkadaşlardı, bu zıt kişiliklerine rağmen birbirlerini destekler ve arkasında dururlardı. Şahsen birbirlerine bir şeyler hissetmeleri hiç de şaşırtıcı olmazdı. 

 

Tabii iş milletin ilişkilerine gelince aşk doktoru kesilen İko’nun iş bu sefer kendi hislerine gelince utançtan yerin dibine girmesi de ayrı bir olaydı. İko’nun bu konudaki utangaç ve kararsız tavırları kendisini Ain için açık hedef yapıyordu. Bu durumda da İko’ya yardım etmesi gereken kişi sanırım ben oluyordum: 

 

”Sen de İko’dan pek farklı değilsin, burada İstaf’a güzel görünmek için bin tane elbise deneyen sensin.” 

 

O an perdelerin arkasından yüzünü göremiyor olsam da üç aşağı beş yukarı nasıl göründüğünü tahmin edebiliyordum, ”İ-istaf mı? Y-yok canım yanlışın var! O-olmaz benim öyle şeylerle işim!” sesi İko’dan bile daha panikti. 

 

”Deme öyle Ain, sonuçta zıtlıklar birbirini çekermiş değil mi?” dedi İko, Ain’in meşhur alaycı sesini taklit etmeye çalışarak, birkaç dakika öncesinin intikamını almaya çalışıyordu. 

 

Ain ve İstaf da birbirlerine oldukça zıt kişiliklerde kişilerdi aslında. İstaf’ın gururlu, fazla ciddi ve soğuk kişiliğinin yanında Ain, oldukça rahat, alaycı ve uygun ortamda herkesle arkadaş olabilecek biriydi. Öyle ki kısa sürede İstaf gibi biriyle bile arkadaş olabilmişti. İstaf kesinlikle kötü biri değildi, ama vatanına olanlar ve Terralı insanlara (onun için basitçe ”şeytan”) karşı beslediği intikam duygusu onun ister istemez diğer insanlarla arasına mesafe koymasına sebep oluyordu. 

 

Tüm bu durumlar arasında Ain’inle olan ilişkisinin onu iyi yönde etkilediğini söyleyebilirdik. Sonuçta tüm hayatını etrafındakilerden izole bir şekilde saf nefrete bağlı yaşamaktansa yanında konuşacak ve derdini paylaşabileceğin birinin olması daha iyiydi. Gözlemlediğim kadarıyla Ain de İstaf da bu ilişkiden oldukça memnundular, İko’nun yakıştırmaları pek de boşuna değildi. 

 

Ayrıca dürüst olmak gerekirse bu ikisinin sevgili falan olması durumunda aralarında oluşacak yeni ilişkiyi oldukça merak ediyordum. İstaf, birçok Teokrasi vatandaşı gibi oldukça dindar biriydi, Ain’se İmparatorluk vatandaşı olmasına rağmen dinsiz biriydi. Hatta bu konularda ”dinler zenginler tarafından fakirlere ve aptallara ağlamasınlar diye verilmiş bir emziktir” diyecek kadar da açık sözlü ve net biriydi. 

 

Tabii ki dinin aşk için bir engel olduğunu düşünmüyordum, zaten büyük ihtimalle birbirlerinin bu görüşlerinden haberleri vardır. Sadece bu iki zıt kutbun birbiri ile olan ilişkisi oldukça ilgi çekiciydi açık konuşmak gerekirse. 

 

”Bana laf atacağına giyinmeyi bitirsene be!” diye bağırdı Ain konuyu değiştirmek istercesine. 

 

”Peki peki.” elbiseyi biraz düzelttikten sonra kabinden çıktım, ”Nasıl olmuş?”

 

İkisi de dona kalmıştı, bir süre hiçbir şey demediler.

 

”N-ne oldu?” diye tedirgin bir şekilde sordum, acaba kötü mü durmuştu üzerimde? 

 

”Aliya.” dedi Ain, sesi sorgular bir tondaydı. 

 

”E-efendim?” 

 

”Sen salak mısın?” 

 

”Anlamadım?” çok ani olmuştu bu, daha sonra söyleyeceği şeyse daha da ani olacaktı: 

 

”Niye daha önce hiç elbise giymedin.” 

 

… 

 

Milattan Sonra: 2564 

 

Elimdeki karakalem çizimine bakarak konuştum, ”Bu bir valkür olmalı, tabii ben de pek emin değil.” 

 

”Fevkalade araçlar.” dedi Mahleyn adındaki uzun saçlı oğlan.

 

”Ama elinizdeki en korkunç araçlar kesinlikle şu atmosferden çıkıp girebilenler. Kesinlikle harikalar.” dedi yanındaki ve onun zıttı bir görünüşe sahip olan Zak adlı kişi. Bu eşsiz savaş makinalarına ”düşmanlarımızın” dahi hayranlık duyması ilginç bir gurur hissiyatı vermişti.

 

Çantamı biraz karıştırıp zamanında Pervyy, için çizdiğim yıldız kuşu resmini gösterdim, ”Ufak bir arkadaşım için çizmiştim bunu.” 

 

Bir kahkaha patlatıp yanındaki Mahleyn’e döndü, ”Resim çizme konusunda sana rakip çıktı.” 

 

”Fena değil, ama daha kırk fırın ekmek yemesi lazım.” 

 

Zak ve Mahleyn, beni o malum çatışmadan sonra buraya kadar götüren (en azından buranın dışarı açılan kapısına kadar) kişilerdi. Birkaç ay öncesine kadar (o kadar olmuş muydu?) bana hayvan ve muhtemelen ”şeytan” muamelesi yapan kişilere göre oldukça dostane bir konuşma dönüyordu şu ana kadar.

 

Genel olarak konuştuğumuz konular Dünya’daki ”heyecanlı” gençlerinde sık sık konuştuğu konulardan bazılarıydı, silahlar, askerlik vesaire. Dürüst olayım, hiçbir zaman silahlara bir ilgim olmamıştı. Belli başlı şeylere bilsem ve ilgim olsa da bu konular bana oldukça yabancıydı. ”Bin yıl düşünsem senin asker olacağını düşünmezdim” derken haksız değildi Konrad. 

 

”Başka çizimlerin var mı?” diye sordu Zak, konuyu pek de anlamadığım askeriyeden çıkarabilecek olmak memnuniyet vericiydi.

 

”Tabii, görmek ister misin?” 

 

”Evet, sorun olmayacaksa.” 

 

Not defterimi açıp çizdiğim karalamaları gösterdim, ”Burada çok yok gerçi, bundan bir beş-altı tane daha Dünya’da var.” defterimin içinde Dünya’dan ayrılmadan birkaç ay önce (neredeyse dokuz-on ay) çizdiğim şeyler ve buraya geldikten sonra görüp de çizdiğim birkaç şey vardı. Çocukluğumda gördüğüm ve rutin olarak çizdiğim oyun, manga, çizgi roman karakterleri, Konrad’ın çok sevdiği ve tabii ki de Konrad’ın sevdiği her şey gibi yüzlerce yıl önce çıkmış bir kutu oyununun alevden kılıçlı efsanevi karakteri, yarı zamanlı ders verdiğim öğrencilerden birkaçının portreleri. 

 

”Portre çizebiliyorsun yani?” diye sordu Zak, en son çizdiklerimi görünce.

 

”Evet, çizebiliyorum. Çizdirmek istediğin biri mi var?” 

 

”Şey, var aslına bakarsan. Tabii senin için sorun olmayacaksa…” 

 

Bunu deyince Mahleyn, kahkahayı bastı, ”Dinleme bu dallamayı, kız arkadaşını falan çizdirir yüksek ihtimalle!” 

 

”Sen ne anlarsın bu işlerden? Hem henüz kız arkadaşım da değil, ufak bir hediye çok mu kötü olur?”

 

”Benim için sıkıntı yok.” ısmarlama resim çizen biri değildim aslına bakılırsa, ama yine de böyle bir isteği kırasım gelmemişti. 

 

”S-sağ ol.” adeta yüzünde çiçekler açmıştı ben bunu deyince. 

 

Tam kimi çizmemi istediğini soracakken odaya giren üçüncü bir kişinin sert bir şekilde boğazını temizlemesi sonucu ikisi birden sol tarafa döndüler, dönmeleriyle ikisinin de yüzünde korku dolu ifadeler oluştu. 

 

İkisi de bir anda ayağa kalktılar, ilk başta Theslaff’ın geldiğini düşünsem de o kişinin konuşması ile bunun kim olduğunu anladım:

 

Leevy, geçenlerde beni ”Aliya’yla konuşmamam hakkında” tehdit eden kişiydi bu.

 

”Sizle sonra konuşacağım, şimdi bizi yalnız bırakın.” sesi oldukça sertti. Mahleyn ve Zak, hızlı adımlarla oradan ayrıldılar.

 

Bense sadece gülmekle yetindim, ”Yine ne oldu?” dedim oturduğum yerden kalkarken. 

 

”Bir şey olması mı lazımdı?” kendisi belirdikten sonra yanındaki nukane kızda belirdi. 

 

”O zaman beni özlediğinden buradasın?” 

 

”Laf cambazlığı yapma.” 

 

”O zaman ne yaptığımı söyleyerek başlayabilirsin.” bana laf cambazlığı yapma diyen herif altı üstü bir derdini bile direkt açıklamaktan acizdi.

 

”Aslına bakarsan burada olmamam gerekiyordu.” 

 

”Yapma ya?” 

 

”Leevy ile düzgün konuş ukala herif seni!’ ‘adamın arkasında duran kız (sanırım) göz açıp kapayıncaya kadar parmaklıkların önünde belirdi ve hiddetle bağırdı.

 

”Kız arkadaşını biraz kızdırdım galiba.” dedim gülerek.

 

Bu çocukluğumdan beri yaptığım bir şeydi, sana bağıran ve belli başlı şeylerle tehdit eden ama bulundukları ortam gereğince sana asla bir şey yapamayacak kişileriı ciddiye almaktansa onlarla dalga geçmek ve alay etmek her zaman daha eğlenceliydi. En azından seni o ”tehditlerini” gerçekleştirebilecekleri yerlerde yakalamadıkları sürece… Ben lisedeyken bir keresinde karşısında bu olayın suyunu çıkardığım bir kişi tarafından bir grup arkadaşıyla beraber tenhada kıstırılmıştım. Herif sinirden öyle bir kudurmuştu ki sağlam bir dayak yiyeceğim kesindi. İşte tam bu sırada Konrad son anda beni kurtarmak için yetişmişti. Sonuç mu? İkimiz birden dayak yemiştik. 

 

Bu son dediğimle birlikte adamın yüzünün kıpkırmızı olması bir olmuştu, kızsa anlamsız bir ifadeyle bir bana bir de ona bakıyordu, olayları çözmeye çalışıyordu sanırım. Bu kadar ”asarım keserim” diye dolaşan (en azından bana görünen şekliyle) birinin bu kadar ufak kolay bir şekilde utanması garipti.

 

”Saçmalamayı kes! Biraz olsun ciddi ol.” diye bağırdı ve devam etti, ”Malum olaydan sonra hepimiz bir yemin ettik, senin varlığını unutacak ve sen yokmuşsun gibi davranacaktık. Bir kere bile olsun senin hakkında konuşmayacaktık. Kimsenin sözünü tam anlamıyla tutmayacağını adım gibi biliyordum. Ama en azından kimsenin buraya kadar gelip senle konuşmayacağına emindim. Ama gördüğüm kadarıyla bırak buraya gelmemeyi, senle fazla bile samimi olmaya başlamışlar.” 

 

”Fazla samimi mi?”

 

”Bak cüce, diğerleriyle ne yaptığın umurumda değil, ama Aliya’yla yaptığın umurumda. Diğerlerine saçma sapan hikayelerini veya fikirlerini anlatabilirsin, ama onun kafasını karıştırmana izin veremem.” 

 

”Bunu daha önce de anlatmıştım, onları buraya ben çağırmıyorum veya gelmelerini istemiyorum. Onlar kendileri geliyor ve benden dinlemek istiyorlar. Ayrıca onlara bir şeyler yaparken amacım onların kafasını karıştırmak veya beyinlerini yıkamak değil, sadece bildiklerimi anlatıyorum o kadar. Hem bu Aliya’yı senin için bu kadar önemli yapan ne? Önce onu bir açıkla istersen.” 

 

Bu herif her kimse Aliya’yla epey yakın bir ilişkisi olmalıydı. ”diğerleri umurumda değil ama Aliya…” diye bir cümle kurmak için o kişinin sana epey yakın biri olması gerekirdi. 

 

Tam ağzını açacağı sırada ikimizde duyduğumuz sesle olduğumuz yerde kalakaldık. Ses Aliya’ya aitti, söylediği kelime az önceki sorumu cevaplar nitelikdeydi: 

 

”Ağabey!”

 

”Ah, sen de geldin demek…” Leevy diyeceğini tamamlayamadan Aliya, ağabeyinin kolundan tuttu ve götürdü, yüzünde sesinden de anlaşılan sinirli ifadenin yanında mahcup olmuş bir ifade de vardı, en azından gördüğüm kadarıyla böyleydi. 

 

”Aliya bekle!” nukane de Leevy ve Aliya’yı takip edip çıktı oradan, ilginç düşüncelerimle yalnız başıma kalmıştım yine. Ağabeyi ha? Her şey yerli yerine oturmuştu şimdi…

 

… 

 

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244 

 

Utançla ağabeyimi çekiştirdim, yeteri kadar uzakta olduğumuza kanaat getirince

 

Birçok farklı şey beni sinirlendirmişti, ağabeyimin sanki ben saf biriymişim gibi Konstantin’e aklını karıştırma demesi, işlerime burnunu sokması ama en kötüsü de Konstantin’e kötü biriymiş gibi davranmasıydı. Onla yaptığım saatlerce konuşma ve tartışmadan sonra onunla tam anlamıyla arkadaş olmuştuk ve kimse arkadaşına kötü davranılmasını istemezdi. En azından ben öyle düşünüyordum… 

 

”Senin akıl edemediğini.” deyip elini kurtardı tek bir hamleyle. O sırada İyla da bize yetişmişti. ”Sen zeki birisin Aliya, şahsen beni hayal kırıklığına uğrattın.” 

 

”Ne konuda?” 

 

”O herifin kim olduğunu unutman konusunda.” 

 

”Kimmiş açıklasana?” ne diyecekti? O bizim düşmanımız falan mı? Öyle bir durumda amacımın düşmanımız hakkında bilgi toplamak olduğunu söyleyebilirdim, gerçi bunu pek yiyeceğini sanmıyordum. Sonuçta Konstantin’le ”soru-cevap” aşamasını çoktan geçmiştik…

 

”O bir Terralı.” 

 

”Ee?” 

 

”Ne ”ee?”si aptal! Yıllardır savaştığımız şeylerden biri o!”

 

”O… O farklı!” diye bağırdım, neden bilmiyorum ama ağlayacak gibi hissediyordum…

 

Normalde ağabeyimden farklı düşünmezdim, ama Konstantin’le tanıştığımdan ve onla konuşmaya başladığımdan beri her şey gibi bu fikirlerim de tepe taklak olmuştu. Ama işin garibi (belki de kötüsü), bundan ötürü rahatsız değildim.

 

Benim bağırmamdan sonra abim sadece acıyan gözlerle bana baktı, ardından da güldü, ”Öyle olsun, pişman olacağın bir şey yapma sadece.” dedi ve başka hiçbir şey demeden çekip gitti.

 

İyla ise bana dönüp ağzını açacağı sırada, ”Hayır İyla, şimdi sırası değil.” diyerek konuşmasını engelledim, şu an dinlemek isteyeceğim son şey İyla’nın robotik bir şekilde öğütler vermesiydi. 

 

”Peki…” dedi sadece ve gitti, yüzünde sanki hayal kırıklığına uğramış bir ifade vardı.

 

Bense abimle yaptığım bu kısa konuşmanın üzerimde bıraktığı ağırlıkla derin bir iç çekip Konstantin’in kaldığı yere doğru yürümeye başladım. Aklımdansa ondan nasıl bir özür dileyebileceğimi geçiriyordum. 

 

Hücrenin önüne gelip ona döndüğümde maskesini takıyordu, benim geldiğimi fark edince bana döndü ve maskesini geri çıkardı. Yüzünde herhangi bir kırgınlık ifadesi yoktu, muhtemelen üzgün olduğunu göstermek istemiyordu, yani sanırım…

 

”Bir sorun mu var?” diye sordu her zaman ki kibar sesiyle.

 

”Şey, ben…” söylemeyi düşündüğüm her kelimeden sonra daha da utanmıştım, burada savaş tutsağı olmasına ve çoğumuzun ona olan bakışına (bir miktar değişmiş de olsa) rağmen bize karşı her zaman kibardı, bana karşı kibardı… 

 

Son düşünceyle kafamı mahcubiyetle eğip hızlıca konuşmaya başladım, ”Ağabeyim adına özür dilerim, kendisi biraz fazla…” tam olarak nasıl bir kelimeyle durumu açıklayacağımı bilemiyordum…

 

”Korumacı?” ben düşünürken yardımıma yetişen yine kendisiydi. Hiçbir şey diyemedim, sadece onu onaylamak için kafamı hafifçe aşağı yukarı salladım.

 

Peki kendisi ne mi yaptı? Her zamanki gibi güldü ve, nasıl yapıyorsa, beni kendine çeken tebessümlerinden birini yüzüne yerleştirdi, ”Özür dileyecek bir şey yok, ağabeyin haksız değil.” diye konuştu.

 

”Ama yine de seni böyle tehdit etmemesi veya ağır ithamlarda bulunmaması gerekiyordu.” dedim kendimi onun o ”tebessümünün” etkisinden kurtarmaya çalışırken.

 

”Benim için sorun değil. Sonuç da ağabeyinin tek amacı seni korumaktı, anlayabiliyorum.” bunları dedikten sonra bir anda ciddileşti, ”Ayrıca, pek de haksız olduğunu söyleyemem, sonuçta teknik olarak düşmanınım değil mi? Buradan kaçmak uğruna seni manipüle edemeyeceğimin veya sana zarar vermeye çalışmayacağımın bir garantisi yok…

 

”Hayır, öyle bir şey yapmazsın!” diye bağırdım sözünü bitirmesine izin vermeden. Neden bilmiyorum ama Konstantin’in az önce bahsettiği ihtimal benim için imkansızdan bile öteydi. Evet, muhtemelen ona karşı böyle bir güven beslemem (ki hayatım boyunca sadece birkaç kişiye karşı böyle bir güven duygusu beslemiştim) çok büyük bir hataydı. Ama yine de… Bilmiyorum, olamazdı sadece… Konstantin’in böyle bir amacı olamazdı…

 

”Neden yapmazmışım?” diye sordu, az önceki ani çıkışımdan sonra şaşırdığı belli oluyordu.

 

”Çünkü… Çünkü sana güveniyorum.” diyebildim sadece yüzüm kıp kırmızı olurken.

 

Ben bunları deyince durdu, gözlerindeki ciddi ifade bir anda çözüldü. Dediğim şeye hazırlıksız yakalanmış gibiydi. Ardından gözleri tekrardan neşeli bir ifade aldı, ama bu sefer daha farklı bir neşeydi.

 

”Teşekkür ederim Aliya.” dedi duygularını açıkça belli eden bir ses tonuyla, ”Ben de sana güveniyorum.”

 

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset