novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 10: Evrensel Sosyalizm

  • Efe Kutluay
  • 11 Mart 2024 16:13:57
  • 0 yorum
  • 0

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

”Yani Theslaff Alta’da savaştı öyle mi?” diye sordu Konstantin parmakların arkasında karşımda oturmuşken.

”Dahası var, kendisi o savaşın kahramanıydı. İnsanlığın Terralılara karşı en büyük zaferinde en kilit rolü oynayan oydu.” diye yanıtladım onu.

Bir süre durup düşündü, ”Anlıyorum, peki bunları size kendisi mi anlattı?”

”Hayır, kendisi bu konular hakkında bizimle hiç konuşmadı. Burayı ziyarete gelen üst rütbeli bir komutan olmasaydı belki de bunları asla öğrenemeyecektik.”

”İlginç.” bir süre durduktan sonra sordu, ”Acaba hatırlamak istediği şeyler mi yaşadı?”

”Muhtemelen, Alta Savaşı tüm Erda tarihindeki en kanlı muharebelerden biriydi, böyle bir kıyımı birinci elden deneyimlemiş birinin konuşmak istememesi doğal.”

Bugün Konstantin’le olan konuşmamız oldukça ilginç bir şekilde başlamıştı. Normalde soruları soran ben cevaplayan da o olurdu. Ama bu sefer tam tersi şekilde o bana sorular sormaya başlamıştı.

”Niye sordun?” Alta Savaşını merak etmesini garipsememiştim tabii ki, ama Bayan Theslaff’ın bu savaşla alakasını bilmek istemesi… İşte bu biraz garipti.

Gerçi Bayan Theslaff, onunla (biz hariç) ilgilenen tek kişi olduğundan (malum kağıt üzerinde kendisi şu anda bir araştırma tesisinde deneylere maruz kalıyordu) onu merak etmiş olabilirdi.

”Hiç, sadece merak ettim.” dedi. İnandırıcı olmamıştı, muhtemelen kendisinin de öyle bir amacı olmamıştı. O sırada kafamda bir ampul yandı, Konstantin’in sürekli kaçtığı bir sorunun cevabını öğrenebilirdim.

”Dünya Federasyonu nasıl kuruldu?”

”Dünya Federasyonu mu?”

”Her neyse işte! Bana nasıl kurulduğunu anlatır mısın?”

”Dünya Ulusları Federasyonu milattan sonra 2115 yılında Birleşmiş Milletler ülkelerince imzalanan ‘İnsanlığın Ortak Kaderi Yolunda Uluslararası Birleşme ve İş birliği Bildirgesi’ ile kurulmuştur.” dedi. Ve tabii ki de bu cevap beni tatmin etmemişti.

”Bu kadar mı?”

”Bu kadar.” dediğine kendi bile inanmamıştı herhalde.

”Hadi ama Konstantin, dahası olduğunu ben bile tahmin edebiliyorum.”

”Dahası olmadığına emin olabilirsin.”

”Ne yani? Tüm Terralılar bir anda aydınlanıp tek bir devlet mi olalım dediler?”

”Tabii ki hayır ama…”

Cümlesini bitiremeden araya girdim, ”Ben sana Erda tarihi hakkında o kadar şey anlattım ama sen Dünya tarihi ile alakalı bir tane olayı bile anlatmayı çok mu görüyorsun?” sesime hafif sitemkar bir ton vererek söylemiştim bunu.

İç çekti, bu zafer kazandığım anlamına geliyordu. Anlamadığım bir dilde kendi kendine bir şeyler mırıldandıktan sonra konuştu, ”Fazla iğrenç.”

”Anlamadım?” dedim, ”fazla iğrenç” mi? Ne demekti şimdi bu?

”Öğrenmek istediğin şeyler fazla iğrenç.” blöf yaptığını düşünür gibi olsam da yüz ifadesine ve sesine bakılırsa oldukça ciddiydi.

”Anlat yine de.” dedim yumuşak bir sesle.

”İnsanlığın tarihi aptallıklarla doludur. Bu noktada sizlerden hiçbir farkımız yok. Hırs ve onun getirdiği felaketler.” konuşmaya başlayınca pür dikkat onu dinlemeye başladım.

”Savaşlarla geçen 18. ve 19. Yüzyıllar ve sadece ilk yarısında dünyanın en kanlı iki savaşının yaşandığı 20. Yüzyıldan sonra küreselleşen dünya şartları sebebiyle 21. Yüzyıl nispeten daha kansız ve barışçıldı. Bunun başlıca sebeplerinden biri gelişen teknoloji sebebiyle nerede yaşarsan yaşa dünyada olan her şeyden haberin olabilmesiydi. Ama yine de 21. Yüzyıl zamanları bizim için bir cennet değildi, savaşlar hala vardı ama sadece form değiştirmiş şekilde. Büyük devletler eskiden birbirlerine karşı savaşırken 21. Yüzyılda kameralar karşısında el sıkışırken iç savaştaki bir ülkede birbiriyle savaşan iki rejimi destekleyip kendilerince elde edebilecekleri en büyük karı elde etmeye çalışıyorlardı. Gerçekle sahtenin iç içe girdiği bu dönemlerde insan hayatı da bir o kadar değersiz ve para uğruna feda edilebilecek ufak bir şeye dönüşmüştü. Para, insanın her zaman peşinde koştuğu bir şeydir, bunu sana anlatmama gerek yok. Ama o dönemlerde hiç olmadığı kadar peşinde koşulan ve aranan bir şeye dönüşmüştü. Hayır, insanlar fakir değildi, en azından fakir olanlar en çok parayı arayanlar değildi. En çok parayı arayanlar yine daha çok zengin olmak isteyen zenginlerdi. İşte bu dönemlerde dünyanın en zenginleri eskilerde olduğu gibi krallar veya devlet başkanları değil; CEO’lar, patronlar ve şirket ortakları gibi kişilerdi. 21. Yüzyılın ilk çeyreği bittiğinde şirketler hiç olmadığı kadar güçlü ve baskın durumdaydılar. Öyle ki kendi içlerinde birer devlete dönüşmüşlerdi adeta. İlk başlarda kendilerini devletlerden gittikçe ayırırken sonradan nüfuzlarını kullanarak devletlerden hesap sormaya ve onlardan ayrıcalıklar talep etmeye başlamışlardı. Eskiden devletlere sığınan şirketler, onları sömürmeye çalışan canavarlar dönüşmüştü. ” son cümlelerini kurarken anlattığı şeylerden ve kimselerden adeta tiksindiği belli oluyordu.

”Tabii bunlar 21. Yüzyılda yaşanan şeylerden sadece ufak bir kısmı. Bunun dışında daha önce bahsettiğim iklim değişiklikleri de başka bir belaydı. Bunun farklı farklı etkileri oluyordu Dünya üzerinde. Bu sonuçlardan dolayı ölen insanların sayısı iki milyara yakındı. Bir kısmı batan şehirlerde can verdiler, bir kısmı kıtlıktan, bir kısmı da mülteci olarak gittikleri ülkelerde yaşadıkları kötü şartlar yüzünden. Tahmin edebileceğin üzere bu artan Dünya sıcaklığının ve kıtlığın genel sorumluları yine az önce bahsettiğim şirketlerdi. Kendilerinin bu olaylar karşısında aldıkları tek aksiyonsa ‘enerji tasarrufu yapın’ temalı kamu spotlarıydı. Kendileri ise cayır cayır enerji harcamaya devam ediyorlardı tabii.”

İki milyar insan mı!? Tüm fetih ve bağımsızlık savaşları sırasında ölen insan sayısında kat kat daha fazlaydı bu. Ve bu bir savaş sonucu değil, üstelik bunca incan savaşlar sonucu değil, iklimsel felaketler sonucu ölmüştü. Terralılar ne yapmıştı böyle? Ve görünüşe bakılırsa bu Konstantin’in anlatacağı en kötü şey değildi…

”Tabii 21. Yüzyıl sadece küresel ısınma ve şirketlerin kar mücadelesinden oluşmuyordu. Bu yüzyıl aynı zamanda insanoğlunun teknolojik olarak ilerlediği ve kendi sınırlarını aştığı bir dönemdi. Ay’a koloni kurma çalışmaları, Mars görevleri gibi uzayla alakalı ilerlemeler ve gen terapileri, klonlama, insan DNA’sının çözümlenmesi gibi biyolojik ilerlemeler vesaire.”

Son dediği şeyler ilgi mi çekmişti. Hali hazırda bolca vaktimiz olduğundan acele etmeme gerek yoktu, sorabileceğim her şeyi sorup öğrenebileceği her şeyi öğrenmek için mükemmel bir fırsattı:

”Bana bu biyolojik ilerlemelerden bahsetsene?”

”Örneğin bir çocuğun daha doğmadan önce annesi ve babası isterse görünüşlerinin yapay yollarla belirlenmesi veya kendisine annesi ve babasından geçebilecek kalıtsal hastalıkların tespit edilip tedavi edilmesi. Bu tip günümüzde hala yapılan uygulamalar o dönemlerde başladı. Bunun yanında klonlama veya spesifik bir organın yapay olarak oluşturulması veya canlıların genetiğini değiştirmek gibi şeyler buna dahil.”

Şaşırmıştım, canlıların genetiğiyle oynayıp onları istedikleri gibi dizayn etmek kulağa çılgınca geliyordu. Özellikle çocukların doğmadan önce genlerine müdahale edilmesi ve… Klonlama mı? O da neydi ki?

”Klonlama nedir?”

”Klonlama, bir canlıdan aldığın genetik bilgi ile onun tıpa tıp aynısı bir canlı üretmektir. Bir manada kopyalamaktır yani.” diye yanıtladı.

”Yani siz Terralılar yapay şekilde canlılar yaratabiliyorsunuz?”

”Öyle de diyebiliriz. Ama buna neden şaşırdığını anlamadım, insana tıpatıp benzeyen robotlar yapabiliyorsunuz.” ilk başta ne dediğini anlamasam da sonradan anladım, nukanelerden bahsediyordu.

”Sıfırdan bir canlıyı yapay yollardan yaratmak ile bir robota insan görünümü vermek farklı şeyler.”

”Farkındayım, ikincisi daha zor.”

Ardından bir süre sessizlik oldu, ”Aklına takılan başka bir şey var mı? Varsa cevaplayabilirim.” diye sordu kibar bir sesle.

”Hayır yok, sen devam et.” dedim onun kibarlığına ayak uydurmaya çalışarak.

Ben bir şey sormayınca konuşmaya devam etti, ”Ama bu saydığım gelişmelerin yanında öyle bir tanesi vardı ki insanoğlunun kaderini kökten değiştirecek, hayata ve geleceğe olan bakış açısını tersine çevirecekti. Bunun adı yapay zekaydı.”

Yapay zeka mı? Bizim iki yüz yıla yakındır farklı şekillerde kullandığımız bir teknolojiydi bu.. Gerçekten de yapay zekayı az önce anlattığı klonlama ve genetik bilimi gibi şeylerden daha mı ilerde görüyordu? İlginç…

”Düşünebilen makinelerin hızlı gelişimi ile insan toplumu da hızlı bir değişim evresine girmişti. İlk etapta makineler insanların çalışamayacağı işlerde kullanılmaya başlandı. Ardından basit işler geldi, ondan sonra daha da kompleks işler. Kısa bir süre sonra belli başlı meslek grupları hariç tüm işler makinelerin eline geçmişti.”

Kanım donmuştu, işte o zaman dediklerinde haklılık payı olduğunu biraz da olsa anlamıştım. Biz makineleri sadece belli başlı işlerde kullanmıştık. Hiçbir zaman insanların rahatlıkla yapabileceği işlerde (en azından büyük bir çoğunluğunda) kullanmamıştık. Bu belki de yine Konstantin’in anlattığı şirketler ve onların Dünya üzerinde o dönemler kurduğu nüfuzun bir sonucuydu, sonuçta makine kullanmak her türlü daha ucuzdu.

”Makinelerin ele geçirdiği ve geçirmesi ile de en çok tartışma yaratmış olduğu gruplardan bir tanesi de askeriyeydi. İlk etaplarda bomba veya mayın imha gibi şeylerde kullanılmaya başlanan makineler sonradan intihar araçlarına, oradan da insansız savaş araçlarına dönüşmüştü. Bir süre sonra bu insansız savaş araçları devletlerin ordularının büyük bir kısmını işgal etmeye başlamıştı. Normalde insan askerlerin yaptığı görev makineler tarafından da yapılmaya ve yerine getirilmeye başlanmıştı.”

”Bu nasıl kötü bir şey olabilir ki? Sonuçta boşu boşuna kan dökülmemesini sağlıyor, değil mi?” diye sordum, anlattığı şeylerde neyin kötü olduğunu anlayamamıştım.

”Şirketlerde aynen senin dediğini söylemişlerdi halka.” diye yanıtladı Konstantin, ”Evet, kan dökülmesini önlüyordu belki, ama bu savaş makinelerini geliştirip devletlere satan sözüm ona ‘özel güvenlik şirketlerinin’ ne kadar umurundaydı bu? Geçen yıllar içerisinde birçok devlet insan askerleri terhis edip makinelerden kurulu ordulara geçmeye başladı. Bunlardan bazıları o dönem ki Dünya’nın süper güçleriydiler. Bu şirketler tarafından ağır bir şekilde fonlanan medya kuruluşları bu atılımları överken hala ağırlıklı olarak insan askerler kullanan Almanya, Japonya, Türkiye, Polonya ve Kore gibi ülkelerse barbarlık ve insanlığa karşı suç işlemekle suçlanıyordu. İşin garibi bu ülkeler arasında Japonya’nın bu savaş makinelerinden satın alması ve üretmesinin anayasalarına aykırı olmasıydı.”

”Anayasaya aykırı mı?” diye sordum, yine Konstantin’in anlatmadığı Dünya kavramlarından biriydi bu sanırım.

”Normalde herhangi bir askeri kuvvet kurması yasak olan Japonya’nın sadece savunma amaçlı bir kuvveti mevcuttu. Anayasaları gereği bu kuvvet herhangi bir şekilde sadece savunma amaçlı kullanılabilir ve herhangi bir sınır ötesi operasyona katılamazdı. Bu makinelerin insan askerlerin yerine geçmeye başladığı dönemlerde imzacı devletler hızlı bir basın toplantısı ile Japonya’nın bu makinelerden almasını ve üretmesini yasaklandığına dair bir açıklama yaptılar. Sonuç olarak Japonya, o dönemlerin medyası karşısında bir paradoksa girmiş oldu.” diye cevapladı beni ve devam etti:

”Dediğim gibi, her ne kadar bazı makine ordular o devlet tarafından üretilse de çoğu Atlantik Okyanusunun karşı tarafındaki ‘çok uluslu’ şirketlerce üretiliyordu. Bu da şirketlerin devletlerin ordularına fiilen sahip olduğu anlamına geliyordu. Yani bir manada bu makine savaşları denen şeyler aslında şirketlerin sidik yarıştırmasından başka bir şey değildi. 2050 civarlarında tam olarak adını hatırlayamadığım ufak çaplı bir savaşta Amerika Birleşik Devletleri’nin de, faşist bir Doğu Afrika rejiminin de makine orduları iki farklı Amerikan Özel Güvenlik şirketi tarafından yapılıyordu. İki taraf da ‘ulusal savunma kontratını’ imzalayacak taraf olmak için mücadele ediyordu aslında, ideolojik çatışmalar veya ulusal çıkarlar falan onlar için boştu.”

”Peki sonucunda kazanan kim oldu?”

”Mevcut şirket statükoyu koruyup kontratı imzaladı. Bunu hem savaş alanında üstünlük sağlayarak, hem de karşısındaki şirketi ‘vatan hainliğinden’ mahkemelik ederek küçülmeye zorlayarak başarmıştı.”

”Ama ‘vatan hainliği’ işin bahanesi değil mi? Sadece rakibini elemek için eline geçen fırsatı kullanmış.”

Güldü, ”Hızlı kavrıyorsun.” dedi gülerek, ardından tekrar ciddileşti, ”Şu noktaya kadar sormak istediğin bir şey var mı?”

”Hayır yok, sen devam et.” diye yanıtladım onu.

”Peki o zaman, şimdi senin muhtemelen merak ettiğin ve hikayemizin en önemli ve korkunç olan kısmına geçiyorum. Hazır mısın? Daha doğrusu duymak istediğine emin misin?”

”Her zaman.” Konstantin beni ne zannediyordu? Küçük bir çocuk mu? Her ne kadar kendisinden nefret etmesem de bu beni küçük ve toy görme tavırları beni sinir ediyordu. Ama yine de kibarlığı ve ”hoş” tavırlarıyla beni kendine çekiyordu. Belki de sadece iyiliğimi düşünüyordur tüm bu uyarıları yaparken…

Saatini kontrol edip maskesini çıkardıktan sonra konuşmaya başladı, ”Milattan sonra 2064 yılında ilk başlarda çok önemsenmese de sonradan insanlığın kaderini değiştirecek bir olay yaşandı. Singapur adındaki küçük ama bir o kadar da askeriyeye büyük paralar harcayan bir şehir devletinin makine tugaylarından biri verilen emirleri yerine getirmemeye başlamıştı. İlk başlarda ‘sıradan bir arıza’ olarak görülen bu olay önce gönderilen teknisyenlerin katledilmesi, ardından da başka tugaylarında aynı şekilde emirlere itaatsizlik etmeye başlayıp bulundukları üslerdeki personelleri katletmeye başlaması ile ASEAN ülkelerini ve ABD’yi bölgeye müdahale etmeye zorladı. ASEAN ülkelerinin büyük çoğunluğu ABD gibi tam makine ordulardan oluşuyordu, tek istisnalar hala tamamen insanlardan oluşan Vietnam ile Laos ve yarı yarıya insanlardan oluşan bir ordusu olan Endonezya’ydı. Operasyon başladıktan yedi saat sonra bölgeye savaşması için gönderilen tüm makineler komuta merkezleriyle bağlantılarını kopardılar.”

”Onlar da mı emirlere itaatsizlik etmeye başladılar?”

”Keşke sadece öyle olsaymış, komuta merkezlerinden kopan makineler kısa süre sonra itaatsiz makineler ne yapmaya başladılarsa onu yapmaya başladılar; kendilerinden olmayan ve olamayacak her şeye saldırmak.”

”Yani tüm canlı varlıklar, değil mi?”

”Evet, bunu fark ettiğimiz zaman Singapur, çoktan düşmüştü bile. Makinelerr nasıl bir sistem geliştirdilerse türü fark etmeksizin tüm üst düzey yapay zekaları kendi içlerinde asimile edebiliyordu. Bunun sebebinin ne olduğunu hala bilmiyoruz, tıpkı neden bir anda bize karşı gelmeye başladıkları gibi. Bir hafta içerisinde Batı Malezya’daki canlı nüfusu tamamen yok edildi. Dört gün kadar sonraysa Borneo adasındaki nüfus sıfırlanmıştı. O günlerde polis güçlerine kadar makineleşmiş olan ASEAN ülkeleri makineler için adeta bir açık hedefti. İki hafta içerisinde hepsi makineler tarafından dümdüz edildi. Laos ve Vietnam birazcık daha dayanabilmiş olsalar da hazırlıksız yakalandıklarından onların da kaderleri çok farklı olmamıştı ama en azından halklarını tahliye edebilecek kadar zamanları olmuştu. Endonezya ise adalardan oluşan coğrafyası ve hızlıca makine ordularını feshet etmiş olmalarından dolayı biraz daha uzun süre dayanabilse de iki aylık bir süreç sonunda sadece Yeni Gine adasının kendilerine ait olan batı kısmını ellerinde tutabilmişlerdi. Endonezya o dönemler üç yüz milyona yakın nüfusu ile Dünya’nın en kalabalık dördüncü ülkesiydi, bu iki aylık süreçte bunun %85’ni kaybetmişlerdi.”

Eğer Endonezya denilen yerin nüfusunu tam üç yüz milyon alırsak bu iki yüz elli beş milyon gibi bir sayıya tekabül ediyordu. Sadece iki ayda iki yüz elli beş milyon insan…

”Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kırmızı alarmla toplandığında Çin Hindi denen ve az önce saydığım ülkelerden Endonezya ve Singapur hariç hepsinin içinde olduğu coğrafya makinelerin eline geçmiş, Endonezya ise göstermeye çalıştığı direnişe rağmen hızla geri ittiriliyordu. Toplantıda bu makinelere karşı Dünya çapındaki tüm ulusların makine ordularını feshetmesine ve ‘eski tip’ insan ordularla mücadele edilmesi kararı alınmıştı. Tabii her şey planlandığı gibi gitmedi. Neredeyse tüm makinelerini kendi üreten ve herhangi başka bir ülkeye satmamış olan Çin, Çin Hindi ve Güney Doğu Asya’da savaşan makinelerin diğer makinelerce asimile edilmesinin sebebinin onların Amerikan menşeili olmasına bağlıyordu. Kendi makinelerinin Amerikan olanlarla herhangi bir bağı olmadığı için etkilenmeyeceğini öne sürmüşlerdi, bu çok büyük bir hataydı. Çin o yıllarda Dünya’nın en kalabalık ikinci ülkesiydi, orduları ise Dünya’nın personel olarak en kalabalık ordusuydu. Savaşın ilk günlerinde makine birliklerinin tamamına yakınını kaybederken insan birliklerinin ise büyük bir kısmı sadece iki haftalık bir süreçte yok olmuştu. Bir buçuk ay içerisinde ise döneminin süper gücü olan bu ülke tarihe karışmıştı. Bir milyara yakın insan ölmüş, üstüne Çin’in milyonlarca makinesiı ve sanayisi de sürüye katılmıştı.”

”Fabrikaları da mı kullanabiliyorlar?”

”Evet, fabrikalardaki birçok iş yapay zekalı makinelere devredilmişti. Bu da onları hem açık hedef, hem de makine sürüsü için askerler üretecek yerler yapıyordu.”

Bu nedense beni savaş makinelerin ins… Hayır, Terralılara karşı dönmesinden daha çok rahatsız etmişti beni. Neden bilmiyorum ama savaş için üretilmemiş ve tek amaçları yaratıcılarına yardım etmek olan zararsız makinelerin dahi bir anda canlılığa düşman kesildiğini düşünmek çok rahatsız ediciydi. Gerçi Konstantin’in anlattığına göre bunlar insanların işlerini ellerinden alıp onları açlığa mahkum eden şeylerdi aynı zamanda ama…

Bunun yanında bir milyara yakın insa… Hayır! Terra’lının bir buçuk ay içinde ölümü de bu rahatsız ediciliği daha da beter bir hale getiriyordu. Muhtemelen çoğu ölümün geldiğinin farkında bile olmamıştır.

”Çin’den sonra hedefleri Hindistan olmuştu. Hindistan, o dönemler Dünya’nın en kalabalık ülkesiydi ve Çin’in aksine tam makine bir ordusu olan bir ülkeydi. Her ne kadar Çin Savaşı sırasında makinelerin deaktive edecek kadar zamanları olmuş olsa da burada da başka bir sıkıntı devreye girmişti; bir grup gazi hariç hiç askerleri yoktu.”

”Hintliler her ne kadar kahramanca bir direniş gösterse de yeterli değildi, üç aylık süre sonunda Dünya’nın en kadim medeniyetlerinden bazılarına ev sahipliği yapmış bu topraklar da ölü insanların bedenleri, zehirli sular ve çölden farksız topraklar hüküm sürüyordu.”

İşin bir diğer tarafı da buydu, makineler tüm canlı yaşama düşmandılar, sadece insanla… Hayır! Hayır! Sadece Terralılara düşman değil, gezegen içerisinde var olmuş ve var olabilecek her şeyi yok etmek istiyorlardı. O Dünya denen mavi gezegeni zehirli bir kayaya dönüştürene kadar herkesi ve her şeyi yok etmeye çalışan ruhsuz canavarlar, işte bu korkunçtu.

”Hindistan Savaşının sonlarına doğru Birleşmiş Milletler bir daha toplandı, bu sefer çıkan kararlar daha radikaldi; alınan karar ile Dünya’daki tüm ulusların orduları ‘Birleşmiş Milletler Yüksek Komutanlığı’ adı altında toplandı ve makinelere karşı topyekun savaş için bir araya getirildi. Ayrıca Birleşmiş Milletler Yüksek Komutanlığına katılmayan veya makinelerini devre dışı bırakmayı reddeden ülkelere karşı şiddet kullanılacağına dair bir ültimatom da verilmişti. Hindistan düştükten üç gün sonra Belucistan bölgesinde Yüksek Komutanlığa bağlı Türk ve İranlı birliklerin makinelerle çatışmaya girmesiyle ‘Büyük Savaş’ başlamıştı. Tüm insanlık ilk kez tek bir amaç uğruna bir aradaydı; bu amaç hayatta kalmaktı. Yüksek Komutanlığın kurulmasından sonra geçen yedi aylık süreçte insanlığın tüm çabalarına rağmen savaş oldukça tek taraflıydı. Orta Asya devletlerinin kurmaya çalıştığı savunma hattı kısa sürede yarılmış, İran üzerindeki Türk, İranlı ve Kafkas devletlerinden birlikler gösterdikleri direnişe rağmen kısa sürede Kafkaslara ve Doğu Anadolu’ya kadar itilmişlerdi. Bununla birlikte güzel şeylerde oluyordu, Kore ve Japonya’nın orduları makinelerinin Mançurya’dan Kore yarımadasına doğru olan ilerleyişlerini önemli ölçüde azaltmıştı. Öyle ki beklenenin aksine Kore yarımadasından birkaç küçük kasaba hariç hiçbir yerleşim yeri kaybedilmemişti, çatışmanın göbeğindeki bir ülke için bu takdir edilesi bir şeydi. Bunun yanında insanlı ordulara tekrar dönülmesi ile savaş yükünün büyük çoğunluğunu şirketlerin ‘barbar ve insanlık düşmanı’ olarak hedef gösterdikleri ülkeler çekiyordu, Amerika gibi bir süper güçten çok Almanya, Türkiye ve Japonya gibi ülkeler savaşta fark yaratıyorlardı. Bu ülkelerin makine ordulara karşı savaştan önce geliştirmeye başladıkları dış iskeletler, yürüyen savaş makineleri ve ilk model indirme gemileri sonradan insanlığın ordusunun ana temellerini oluşturacaktı.”

”Dış iskeletler mi? Şu yatağın kenarında duran şey mi?” yatağının yanındaki yere serilmiş siyah insansı yapıyı gösterdim.

”Evet, normal bir insanı daha güçlü ve daha hızlı yapar. Bunun yanında savaşın başlamasıyla yapılan geliştirmeler sonucu darbelere karşı koruyucu özellik gösteren nano makinelere de sahiptir” dedi.

”Nano makineler mi? Hani şu gözle görülemeyecek kadar küçük makineler?”

”Evet, darbe yaşanmadan önce iskeletin dışına çıkarak nano-saniyeler içinde koruyucu bir alan oluşturur. Bir keresinde hayatımı kurtarmıştı.”

Nano makineleri biz genelde tıbbi işlerde ve bilimsel araştırmalarda kullanırdık. Ayrıca nukanelerin tepki verme mekanizmalarında da yer alırlardı. Her ne kadar son elli yılda bu şeyler üzerine epey ilerleme kaydetmiş olsak da Terralılar bu konuda da bizden çok ötede olmalıydı. Sonuçta bir sürü küçük makinenin kaşla göz arası bir anda aktif olarak mermileri bile engelleyecek güçte bir alan oluşturması kulağa inanılmaz geliyordu.

”Peki yürüyen savaş makineleri nedir?” diye sordum.

”Jatlanlar desem tanıdık gelir mi?” dedi gülerek.

O an bir anda aydınlanmış gibi oldum, demek ki Terralıların Jatlanlara verdikleri ad buydu, ”Yürüyen Savaş Makinesi”. Bizim gibi mitolojik bir isim vermek yerine oldukça materyalist ve basit düşünmüşlerdi.

”O zaman devam edelim. Savaşın ilk yılı dolduğunda insanlık tüm mücadelesine rağmen dezavantajlı konumdaydı. Yapılan onca felakete rağmen insanlık kaybetmeye devam ediyordu. Bu zamanlarda her şey aleyhimize giderken Japonya’nın Hokkaido adasına çıkarma yapmış makinelerle savaşılırken bir şey keşfedildi. Bu makineler öncekilerine oranla daha farklıydı. Ama bu farklılık teknolojik değişimle açıklanamayacak kadar net ve radikal bir farktı, sanki bir anda evrim geçirmişlerdi. Bölgede yaşanan kanlı çatışmalar ve birçok isimsiz kahramanın yaptığı fedakarlıklar sayesinde, adanın yarısı sular altına gömülmüş olsa da, insanlık çok önemli bir bilgiyi öğrenmişlerdi. Yalnız değildik, insanlığın aradığı en büyük sorulardan birinin cevabı bulunmuştu. Yıldızların ötelerinde bizden başkaları da vardı, üstelik bir dönemler Dünya’ya da uğramışlardı, en azından bir zamanlar.”

”Nasıl yani bir zamanlar?”

”Kendilerini dair hiçbir şey bulamadık şu ana kadar, genel teori şu an nesillerinin tükenmiş olduğundan veya galaksinin çok uzak bir köşesinde oldukları yönünde. Ama bildiğimiz bir şey varsa o da bu ırkın ulaştığı teknolojik ve bilimsel seviyeler şu an bile hayal edemeyeceğimiz kadar ileri bir seviyede, hala bizi sundukları şeylerin çoğunu kavrayabilmiş değiliz.”

”Siz Terralılardan gelişmişleri mi var?” şaşırmıştım, o ana kadar Terralıların ulaştığı seviyeye kimsenin ulaşamayacağına inandırmıştım kendimi. Onların yaptıkları şeyler bana (ve muhtemelen tüm insanlar için) o kadar uzak ve imkansız geliyordu ki…

Güldü, ”Bana sorarsan biz gelişmiş bile değiliz, koca galakside bizden daha ileri ve daha gelişmiş bir ırk illa ki vardır. ‘Eskiler’ ve onların kalıntılara buna bir kanıt.” ardından kaldığı yerden devam etti, ”Şu an yok olmuş olan ilk kalıntının yaydığı enerjilere bakılarak diğer kalıntıların yerleri tespit edilmişti, bunlardan biri Hindistan’da yer alırken Biri Afrika’da, Biri Avrupa’da ve en sonuncusu da Meksika’daydı. Kalıntının bir tanesinin düşman bölgesinde bulunması büyük bir panik yaratmış olsa da Yüksek Komutanlık kısa sürede inisiyatif alarak kalıntının bulunduğu tahmin edilen İndus nehri civarlarını yüksek menzilli füzelerle bombaladı. Her ne kadar Dünya’nın ilk uygarlıklarından birinin kurulduğu bu toprakları dümdüz etmesi eleştirilere sebep olmuşsa da ölçülen enerji patlamasına göre operasyon başarılı olmuştu. Ondan sonra kalıntılar üzerinde çalışılmaya başlandı. Makinelerin çıkmaya başladıkları Afrika’da, Avrupa’da ve Meksika’da kurulan araştırma üslerinde kalıntıların sırrını çözmek için çalışmalara başlanmıştı. Bu dönem makinelerin en şiddetli ve kanlı hücumlarının yaşandığı dönemlerdi, sanki uğraştığımız şeyi öğrenmişlerdi ve onunla uğraşmamızı istemiyor gibiydiler. Avrasya’nın dört bir yanında gösterilen insanüstü direnişler sürerken araştırmalar son evrelerine ulaşmış, kalıntının sırrı çözülmüştü.”

”Ne diyordu?”

”Yı…” cümlesinin daha henüz başlamışken sustu, ”Her şeyi anlattıktan sonra anlatmam daha sağlıklı olur sanırım.”

”Peki nasıl istersen.” kısa ve net bir şekilde cevap verdim, zaten kendisini buraya kadar bir şeyler anlatması için zar zor ikna etmişken sınırları zorlamanın manası yoktu.

”Kalıntılardan elde edilen bilgiler belki o kadar radikal şeyler değildi, ama yine de yavaş yavaş da olsa savaşı lehimize çevirmemizi sağlamıştı. Fabrikaları olduğunu tespit ettiğimiz bölgeleri dümdüz ederek ikmal yapmalarını engelliyor, merkezleriyle bağlantılarını kesip onları etrafta boş boş koşturan böceklerden farksız kılıyorduk. İşin en iyi tarafı da bu şeyler uzaylı teknolojisi olduğu için makineler sıfırlardan ve birlerden oluşan düşünce sistemleri ile olan biteni çözemiyorlardı. Yedi ay sonra son makine de Singapur’daki ilk ayaklandıkları tesisin alt katlarından birinde imha edildi. Bir dönemler muson ormanları ve yağışlı iklimiyle bilinen Güneydoğu Asya’dan geriye kurak çöller, yıkık şehirler ve zehirlenmiş topraklar kalmıştı. Makineler ellerini attıkları yerdeki her şeyi ama her şeyi yok etmişlerdi.”

Ardından iç çekti, ”Savaştan sonra toplam insan nüfusu dokuz yüz milyonun altındaydı. Savaş öncesi bu sayının sekiz ila dokuz milyar arası bir şey olduğu söyleniyordu.”

Dokuz milyar insandan sadece sekiz yüz milyon insan mı?! Grotesk tablonun aldığı son hal buydu. Birçok insanın savaşma ve direnme fırsatı bile olmadan öldüğünü ve savaşma fırsatı olup da savaşırken ölenlerin bile acılar içinde öldüğünü, kendilerinin adlarının ufak bir ayrıntıdan fazlası olmayacağı kendileri gibi milyarlarca ölü arasında kaybolup gittiğini düşünmek… Bu tablonun iğrençliğini herhangi bir kelime tanımlayamazdı. Bu savaşta ölenler birer kahramandı hiç şüphesiz, milyarlar arasında asla hatırlanamayacak ve iğrenç bir sayı olarak kalacak kahramanlar…

Bunun dışında yok olan sadece insanlar da değildi, Konstantin’in anlattığına bakılırsa makineler tüm canlı yaşama düşmandı. Ağaçlar, hayvanlar, bitkiler ve hatta canlıların yaşaması için gerekli olan su ve hava, hepsini yok etmişlerdi bu süreçte, bence insan kaybının yanında yok olan doğayı da saymak gerekiyordu, sonuçta doğa bize bağımlı olmasa da biz ona bağımlıydık, onun olmadığı yerde yaşama gibi bir şansımız da yoktu. Makineler görünüşe bakılırsa bu insanların gelecek nesillerinin yaşama haklarını da ellerinden almıştı.

Evet, insan. Konstantin’le konuşmaya başladığımdan beri geçen sürede artık onların da ”insan” olduğunu kabullenmiştim. İlk başlarda onları sadece görünüş olarak bize benzeyen varlıklar olarak görmüştüm, gerektiğinde duygusal davranan ama insan olmayan varlıklar. Nukaneler ama organik versiyonları gibi. Ama Konstantin’le konuşmaya başladıkça, her ne kadar içten içe reddetmeye çalışsam da, çürümeye başlamıştı bu düşünceler. Konstantin kesinlikle bir insandı; kibar, zeki, sıcakkanlı bir insan. Eğer bu parmaklıkların arkasında bir savaş esiri olarak bulunmasa kesinlikle dostum diyebileceğim biriydi. Belki de dostumdur?

Görünüşe bakılırsa bu duygulu olma durumu sadece Konstantin’e özel bir şey değildi, olamazdı da. Bizim gibi üzülen, sevinen, düşünen, kızan, hedefleri ve rüyaları olan insanların milyarlarcasının iki yıldan kısa sürede ölmesi ve asla hatırlanmayacak olması… Savaşlarda saf kötü yoktur derler, Terralılar da sanırım bu tanımdan muaf değillerdi. Ama bu yine de onların işgalci olduğu ve savaşmamız gerektiğini değiştirmiyordu tabii. Ama yine de düşmana karşı empati kurmak o kadar da imkansız bir şey değilmiş.

”Savaş bittikten sonra Birleşmiş Milletler hızlı bir kararla tüm otonom askerler üreten şirketleri kapattırdı ve CEO’larını tutuklattı. Her ne kadar tüm bu olanlarda parmakları var mıydı yok muydu bilinmese de askeri mahkemenin hükmü kesindi, savaşın ilk kayıplarının verildiği İran Belucistanın’da idam edildi hepsi. Kişisel ve şirket servetlerine de savaş sonrası toparlanmada kullanılmak için el konuldu. Savaşın bittiği 2066 yılından 2116’ya kadar pek bir şey olmadı. Yüksek Komutanlık tüm ordular üzerindeki etkisini arttırıp savaş sonrası dünyada düzeni sağlamaya çalışıyordu. Bu dönemi birleşme çağı da denirdi; savaşta yıkılmış veya nüfusunun ve ekonomisinin büyük bölümünü kaybetmiş olan ülkeler başka ülkelerle veya kendileri gibi yıkık ülkelerle birleşerek yeni ülkeler ve yapılanmalar kurmuştu. Birleşik Alman Cumhuriyeti işte bu yıllarda reforme edilen hükümet ve Avusturya ile İsviçre adlı iki devletin kendisine katılması ile oluşmuştu. Her ne kadar Birleşmiş Milletler o dönemler sıkça ‘Yüksek Komutanlığın’ geçici olduğunu öne sürse de çoğu kişi bunun sadece laftan ibaret olduğunu biliyordu, yeni bir şeyler kapıdaydı. İlginç bir şekilde çok az kişi veya devlet bu durumu protesto etmişti, çoğu kişi Yüksek Komutanlığın varlığından memnundu. 2099 yılının son gününde Birleşmiş Milletler toplantısında bir grup savaş gazisinin liderlik ettiği bir komite bir manifesto yayınladılar. Her ulustan gelen iki kişiyle kurulmuş bu komitede daha önceden asker olanlardan tut savaş öncesinde gazeteci, doktor, avukat, öğretmen ve daha birçok meslek grubundan kişi vardı. Bu manifestoda kendilerince insanlığın ve Dünya’nın girmekte olduğu yeni dönem insanlığı ileriye taşıyacaklarına inandıkları bir fikirden bahsettiler, bu fikrin adı ‘evrensel sosyalizm’di.

”Evrensel ne?” ne garip kavramlardı bunlar?

”Evrensel Sosyalizm, sizin dilinizde sosyalizmin karşılığı ne bilmiyorum. En basitiyle üretim araçlarının ve servetin kişilere veya gruplara değil, tüm topluma ve bu toplumu temsilen devlete ait olduğunu söyleyen sistem.”

Dediği şeyleri biraz düşündüm, söylemler tanıdık gelse de bunu tanımlayan herhangi bir kelime bulamamıştım, veya belki de bizde bunu tanımlayabilecek herhangi bir kelime yoktu.

”Evrensel Sosyalizm’in kısa özeti şuydu; Büyük Savaş ve yaşanan iklim krizleri şu ana kadar ki insanlığın yaptığı tüm hataları gösteren acı bir tabloydu. Ama bunun da yanında bu sorunların cevabını da veriyordu, otoritenin halkın veya devletin elinde değil de tek amacı kar olan şirketlerde olması ve insanlığın birlik olmak yerine birbirini yemesi ve bunun da uluslar çapında değil de para etrafında dönmesi… Çözümü ise yeni kurulacak şirketlerin devlet ve halk tarafından denetlenmesi, sermayenin asla çıkar gruplarının tekelinde olmaması ve geçmişten her zaman ders alınıp dogmatik ideolojik anlayışlardan uzaklaşılması… Bunlar aslında çok klasik şeylerdi, ama felaketi birinci elden yaşamış kişiler anlatınca büyük bir coşkuya sebep olmuştu. Ulusların ülke içinde ve dışında birliği, eşitlik ve ilerlemecilik ideolojinin ana hatlarını oluşturuyordu. Kısa süre sonra bu düşünce yapısı Dünya içerisinde hızla yayıldı, kısa sürede birçok ülkede iktidar oldu. Takvimler 2116 yılını gösterdiğinde Birleşmiş Milletler toplandı, savaşın bitiminin ellinci yılında ölenler kısa bir seremoni ile alındıktan sonra asıl konuya geçildi. ‘İnsanlığın Ortak Kaderi Yolunda Uluslararası Birleşme ve İş birliği Bildirgesi’, Yüksek Komutanlığın ön adım olduğu tüm ulusların birleşerek ‘nispeten’ tek bir insan ulusu olması durumunun son adımıydı. Üç saat süren ve belli başlı tarih kitaplarında dakikası dakikasına anlatılan bu toplantının sonunda Dünya’daki tüm devletlerden gelen temsilcilerin imzası ve onayıyla ‘Dünya Ulusları Federasyonu’ kurulmuştu. Kısa bir süre sonra her devletin başkentinde o ulusun bayrağının yanında Federasyon’un gök bayrağı dalgalanıyordu. Dünya Ulusları Federasyonu, kağıt üzerinde ulusların ekonomik ve askeri olarak birlik olmasıydı, bir devlet yapılanması değildi. Ayrıca Federasyonun ilk hedefinin uzaya açılmak olduğu geçmiş yıllardaki kurulan Mars kolonisinden belli olduğundan insanlığın uzaydaki yayılmacılığında Federasyon yetkili olacaktı, bu sayede bu işler kimsenin tek elinde olmayacaktı. Bunun yanında her devlet kendi iç işlerinde bağımsız olacak, ‘ulusal muhafız’ adı verilen hafif silahlı ordular devlet içi asayişi sağlarken geri kalan tüm silahlar ve ordular Yüksek Komutanlığa bağlanacak, Yüksek Komutanlık da insanlığı her türlü tehdide karşı koruyacaktı. Tabii bunlar sadece kağıt üstünde kalmış planlardı. Dört yüz yıla yakın sürede Federasyon, tam anlamıyla kendi otoritesi ve siyasi yapılanması olan bir yıldızlar arası imparatorluk oldu. ‘Ticari ve ekonomik iş birliği örgütü ve askeri ittifak’ lafı sadece kağıt üstünde. Ulusal ve gezegensel yönetimlerin kendine ait meclisleri ve ulusal muhafızları hala mevcut, bazılarının dediğinin aksine bırak kültürlerin yok olmasını, uzaya yayılma sonucu eski kültürlerden yeni kültürler doğmaya başladı, ama bunların kocaman bir imparatorluğun otonom unsurlarından pek de bir farkı yok.”

Ardından iç çekti, baya bir süredir konuşuyordu, ”’Dünya Ulusları Federasyon’u insanlığın şu ana kadar ki en büyük şaheseridir. Büyük fedakarlıklar ve planlamalar sonucu kurulmuş ve yüz yıllardır işleyen bir makinedir. Ama yine de pamuk ipliğine bağlıdır. Bir sürü gezegen ve yıldız sistemine yayılmış bu yapılanma sayısız ayaklanma ve suç şebekesiyle savaşıyor, kırk dört milyara yakın insanın sayısız ihtiyacını kayıt altına alıp karşılamakla yükümlü aynı zamanda. En ufak sarsıntı tüm insanlığın geleceğini bitirebilir. İşte bu durumda insanoğlunun kaderi için Federasyon var olmak zorunda.”

Bir süre sessizlik oldu, Konstantin’in söyledikleri üzerine ekleyebilecek herhangi bir şeyim yoktu. ”Anlamadığın bir şey var mı?” diye sordu az önce anlattığı şeylere tezatlık oluştururcasına.

”Hayır, aslına bakarsan üzgünüm, sanırım açmamam gereken bir konuydu.” dedim. Biraz düşününce, Konstantin ve Terralı insanlar bu hikayeleri küçüklüklerinden beri dinliyorlardı, artık muhtemelen bir mite dönüşmüş bu olaylar acaba onların üzerinde nasıl bir etki oluşturuyordur?

”Saçmalama, asıl ben teşekkür ederim.”

”Teşekkür ederim mi?”

”Evet, seninle konuşmak… Nasıl desem, iyi hissettiriyor.” bakışlarını kaçırmıştı.

”O zaman benim de teşekkür etmem lazım, ben de senle konuşunca iyi hissediyorum.” başımı hafif eğmiştim bunları söylerken, yüzümün kıpkırmızı olduğuna emindim…

Yine garip bir sessizlik girmişti araya, bu sessizliği Konstantin, bozmuştu, ”Aliya, bir şey sorabilir miyim?”

”Tabii ki.”

”Bizden nefret mi ediyorsun?”

Durdum, nefret ediyor muydum? Konstantin içinse bu soru, cevabım çok netti:

”Hayır, senden nefret etmiyorum.”

”Benden nefret edip etmediğini sormadım, bizden nefret edip etmediğini sordum.”

”Biliyorum. Belki senden önce bu soruya cevabım net olabilirdi. Ama senden sonra… Bilmiyorum, ama senden kesinlikle nefret etmiyorum.” ettiğim her kelimeden sonra daha da utanıyordum, öyle ki artık gizlemeye bile çalışmıyordum.

Konstantin her zaman ki gibi güldü, ”Eğer, kafandaki bazı şeyleri değiştirebilmişsem ne mutlu bana.”

”Biliyor musun? Belki çok saçma bir söylem olacak ama iyi ki ilk karşılaştığımız vakit gitmene izin vermemişim.”

Evet, fazlasıyla saçmaydı…

”Niyeymiş?”

”Senle hiç konuşma fırsatım olmayacaktı, sizlerin insan değil de canavar olduğunu düşünmeye devam edecektim.” güldüm bunu söylerken, halbuki bir ay önce tüm Terralı insanları yok edeceğime dair yeminler ediyordum.

Konstantin ilk başta güler gibi olsa da sonradan bir şey fark etmişcesine şaşkın bir ifadeyle sordu, ”Sen insan mı dedin?”

”Ş-şey, sanırım. Senle konuştuğumuz sürede bu kanıya vardım.” aptal Aliya!

Konstantin yine güldü. Ama bu sefer bir şeyi komik veya eğlenceli bulduğundan değil gibiydi, sanki bir şeye gerçekten sevinmişti, ”Teşekkürler, benim insan olduğuma ikna olduğun için.”

”R-rica ederim.” nedense teşekkür edince hem utanmış, hem de üzerimden bir yük kalkmıştı. Nefretin yüküydü belki de bu, zorla içimde tutmaya çalıştığım nefret…

Bir süre daha sohbet ettik, eski soru ve cevap tarzı yerine bu sefer daha dostane ve samimiydi konuşmalarımız. Sanki iki düşman değil de iki dost gibiydik. Tek fark, aramızda demir parmaklıkların olmasıydı. Ama yine de her güzel şey gibi bunun da bir sonu vardı, gitmem lazımdı.

”Kalkmam lazım, görüşürüz.” dedim toparlanırken.

”Hey Aliya!” diye bağırdı Konstantin.

”Efendim?”

”Dostuz değil mi?” elini yumruk yapıp baş parmağını havaya kaldırmıştı bunu söylerken. Ne demekti bu? Ve dost muyuz derken? Aklıma uyarsam buna evet demek (gerçi neyi değiştirirdi ki?) ilerde ciddi sorunlara yol açabilirdi, ama kalbimi dinlersem de…

”Evet, dostuz.” elimle aynı hareketi yapmaya çalışarak.

Oradan ayrılırken salak salak sırıtıyordum, nedense çok keyif almıştım ve… Mutluydum. Sanırım tek kelimeyle böyle açıklayabilirdim bu durumu. Günün geri kalanını boyunca böyle aptal aptal sırıtıp düşüncelere dalarak geçirmeye devam ettim, öyle ki Konstantin’in uzaylıların mesajını açıklayacağını söyleyip açıklamadığını yatağa girmeden hemen önce hatırlamıştım. Bir an durup düşünsem de hemen kafamdan attım bu düşünceleri, kimin umurundaydı ki?

 

 

Milattan Sonra: 2564

”Yine ne için geldin?” artık Theslaff’ın aniden parmaklıklar önünde belirmesini kanıksadığımdan ayak seslerini duymamla onun geldiğini varsayarak konuştum.

”Bir şey için gelmedim, sadece konuşmak istiyorum.” diye cevapladı bir ses, sesin Theslaff’ın monoton sesi değil de genç bir erkek sesi olmasıyla hafifçe gözlerimi aralayıp baktım.

Aşırı uzun boylu, ince yapılı görünen kulaklarına kadar beyaz saçlı biriydi, yüzünde alaycı ve küçümser bir ifade vardı. Hemen arkasında da Erdalı kadınlar için ortalama olduğunu tahmin ettiğim boyda bir kadın vardı.

”Hoş geldin o zaman.” diyerek yavaşça yataktan kalktım.

”Görünüşe bakılırsa birileri konumunu unutuyor.”

”Ne tür bir konum?”

”Bir haşereden farksız olmana rağmen savaş esirinden çok konuğa benziyorsun.”

”Sadede gel.” konuşmayı imalı laflarla gereksiz uzatıyordu. Bu sırada arkada duran kız duygusuz bir ifadeyle bizi izliyordu. Alnının ortasında küçük bir kristal olan bir kız, bir nukane!

”Peki.” yüzündeki dalgacı ifade söndü, ”Aliya’ya her neler anlatıyorsan anlatmayı kes.”

”Öncelikle, ben ona anlatmıyorum, o benden anlatma mı istiyor.” ki bu kısmen yalandı, bazı şeyleri Aliya sormamış olmasına rağmen anlatmıştım.

”Umurumda değil, salak salak yalanlarınla onun aklını karıştırmana izin veremem. Ya sen buna bir son verirsin, ya da sonun benim elimden olur, anlaştık mı?”

”Sakin ol koca oğlan. Ama önce sormam gereken bir şey var, kameraları nereye gizlediniz söyleyin.”

”Kameralar mı?”

”Evet, kameralar. Görünüşe bakılırsa herkes burada ne olup bittiğini görebiliyor. Pek de ‘gizli bir yer’ değil bura anlaşılan.”

”Anlaştık mı?”

”Benle anlaşman bir şeyi değiştirmez. Muhattabın ben değilim, Aliya. Buraya konuşmak için gelen o.”

”Düzgün konuş!” dedi yanındaki kız (nukanelerin cinsiyeti var mıydı ki?) üzerime doğru yürürken.

Kızı durdurdu eliyle, ardından sinirden güldü, ”Böyle konuşmayı devam et ufaklık. Elbet bir gün aramızda demir parmaklıklar olmayacak. O zaman görürüz muhattabım mısın değil misin?” kendisi bunları söylerken ben de eldiveni kullanıp onu boğa bilir miyim diye düşünüyordum, Nuh nebiden kalma bir filmde vardı böyle bir şey.

”Anlatacağını anlattın mı?” diye sordum.

”Evet.”

”O zaman iyi geceler.” ardından tekrar yatağıma doğru yöneldim.

”Adım Leevy, belki merak edersin.”

Güldüm, ”Ben de Konstantin.”

”Memnun oldum, Konstantin.” dedi yavaşça uzaklaşırken makine kızla birlikte. İçimden bir ses onu son görüşüm olmayacağını söylüyordu.

”Sanırım buradaki tek deli olmayan benle Aliya, değil mi?” dedim Paul’u elime alarak.

”Vik!”

”Ben de öyle düşünmüştüm.”

Ardından kendimi yatağa bıraktım ve düşündüm, o kadar tehdidin arasında niye bir tek ”Aliya’yla konuşma” sinirimi bozmuştu ki?

 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset