novel oku, bölüm oku, roman oku, hikaye oku, kitap oku, sosyal, akış

Bölüm 1: Valher

  • Efe Kutluay
  • 2 Mart 2024 13:26:12
  • 0 yorum
  • 8

Erda-Yal takvimi ile 134.466, fetih takvimi ile 554, bağımsızlık takvimi ile 244

 

 

 

 

”Bence…”, diyerek başladı Ain, Terralıların ne olduklarına dair uçuk teorilerinden bir yenisine, ”Bence kendileri zamanında daha gelişmiş bir ırkın silahlarıydı. Sonra da kontrolden çıktılar ve o türe dair her şeyi yok ettiler. Şimdi ise gök diyar üzerinde bulunan ırkları yok etmeye başladılar. Şimdi ise buradalar. Belki de onlar gelmeden önce herhangi bir ırkla temas kuramamamızın sebebi onların zaten hepsini yok etmiş olmasıdır.” diye devam etti.

İnsanların bilmedikleri konularda tahminler yapması sıradan bir şeydi. Sonuçta herkes bilinmezliğe merak duyar ve onun ne olduğu hakkında düşünürdü. Bu yüzden en yakın arkadaşımın bu tavrını anlayabiliyordum, sonuçta o da bilmediğimizi kendince aydınlatmak istiyordu. Ama yine de ellerinde en ufak bir bilgi olmadan tahminler yürütmek ve her hafta bambaşka sonuçlara çıkmak…

”Geçen haftada onların uzay göçebeleri olduğunu söylemiştin. Amaçlarının da gezegenleri yağmalayıp gitmek olduğundan bahsetmiştin.” dedi alaycı bir ses tonuyla küt kesim saçlara sahip bir oğlan olan Korin.

”Düşündükçe az önce söylediğim daha mantıklı olduğuna kanaat getirdim.” dedi Ain, ciddi bir yüz ifadesiyle gözlüğünü düzeltirken.

”Bence sadece anlaşmayı bilmiyoruz. Belki onlar başlangıçta bizle anlaşmaya çalıştılar ama yanlışlıkla bizi bir tehdit olarak gördüler.” dedi İko, kendisi uzun saçlı şirin bir kızdı. ”Jatlan” kullanmadaki yetenekleri ise bu iyimser ve barışsever kişiliğine tezatlık oluşturacak seviyedeydi.

”Bu iyimserliğini Terralılar bilse acaba ne olurdu?” diye sordu alayla Zak. Kısa saçları olan ve tek hobisi İko’yla dalga geçmek olan bir oğlandı kendisi.

”Sen ne dersen de, bence daha fazla kan dökülmeden bu sorun çözülebilir. Sadece birbirimizi anlamamız gerekiyordur belki de.” diyerek kendini savundu İko. Tam ikisi birbirine laf atmaya başlayıp o meşhur atışmalarından birine başlayacakken ben araya girdim:

”Bence, Terralılar her neyse düşündüklerimizin hiçbiri. Elimize net bir şey geçene kadar ne dersek diyelim doğru olmayacaktır. Ayrıca bizler askeri öğrencileriz, Terralılar her ne olursa olsun bizim için fark eden bir şey yok.”

Ben bunları söyledikten sonra tam Ain ağzını açacakken de sınıfın kapısı açıldı. Giren kişi biz acemilerin uçuş eğitmeni olan Bayan Theslaff’dı . Uzun saçlarını bir taçla toplamış orta yaşlı bu kadın üç yıl önceki Alta Savaşında savaşmış biriydi. Savaşmış demek az kalırdı, tam anlamıyla savaşın kahramanlarından biriydi. Şehir üzerindeki Terralı gemisini yok ederek insanlığın onlara karşı ilk büyük zaferlerini kazanmasında kritik rol oynamıştı. başardığı bu işle askeriyede yüksek rütbelere çıkabilirdi. Tabii kendisi bunları reddetmiş, onun yerine bizim gibi Valher Akademisindeki acemilere eğitmen olmayı seçmişti.

Kendisi girince hepimiz ayağa kalkıp selam durduk. ”Oturabilirsiniz.” dedi Bayan Theslaff her zamanki ruhsuz ve melankolik sesiyle. Ardından sınıfa bir göz gezdirerek eksik olup olmadığımızı kontrol etti. Herkesin tam olduğunu teyit ettikten sonra herhangi bir ekstra bir şey demeden konuşmaya başladı:

”İko, bana Jatlanların hangi tarihte icat edildiklerine ve savaş sırasındaki gelişimlerinden bahseder misin?” diye sordu İko’ya. Kendisinin derse girdikten sonra aklına estiği yerlerden sorular sorması alıştığımız bir durumdu. Derse başlamadan bizleri yoklamayı severdi.

”Jatlanlar, ilk olarak dini takvim ile 134.549, bağımsızlık takvimi ile 227 yılında inşaat, yapılmışlardır. Terralı Savaşının başlaması ile de hali hazırda Terralıların da kullandıkları savaş makinelerinden tersine mühendislikle alınan teknolojilerle birleştirilerek şu an ki seviyesine ulaşmıştır.” diye yanıtladı İko.

Eski kıta ulusları arasında kullanılan üç temel takvim vardı, bunlar ”Erda-Yal, Fetih ve Bağımsızlık” takvimleriydi. Erda-Yal takvimi Erda-Yal dinine göre ”Göksel göçü” esas alıyordu, eski Teokrasinin resmi, İmparatorluğun ise iki resmi takviminden biriydi. Fetih takvimi ise İmparatorluğun tüm eski kıta ele geçirmesi ile başlayan takvimdi. Eski şanından geriye çok az şey kalmış İmparatorluğun resmi takvimiydi. Ayrıca İko gibi diğer uluslardan gelenlerin pek kullanmayı tercih etmediği bir takvimdi. Bağımsızlık takvimi ise İmparatorluk altında yaşayan ulusların kurdukları koalisyonla başlattıkları bağımsızlık savaşı ve İmparatorluğun kıtasal hakimiyetinin çöküşü ile başlayan takvimdi.

Valher Akademisi hem eski hem de yeni kıtadan birçok öğrenci bulundurduğundan bu takvimler bazen karışıklık yaratabiliyordu. Karışıklıktan öte, öğrenciler arası kültürel ve siyasi atışmalara sebep olabiliyordu. Çünkü diğer ulusların tamamına yakını İmparatorluğumuzu kendilerini asimile etmiş (eski kıtada konuşulan tek dil Segin diliydi) barbar bir toplum olarak görüyordu. Yeni kıta ulusları ise bizi başarısız işgal girişimimiz ile tanıyordu. Ama şanslıydım ki benim sınıfım içerisinde bu tip tarihi ve siyasi olaylar çok bir sorun yaratmıyordu.

”Aliya.”

Bayan Theslaff’ın adımı söylemesiyle hemen kalkıp selam durdum.

”Bana nukaneler hakkında bilgi verir misin? Ne zaman ortaya çıktılar ve Terralılar ile olan savaşa etkileri nelerdir?”

Sorunun bildiğim yerden gelmesinin rahatlığı ile konuşmaya başladım, ”Nukaneler, fetih takvimi 357’de İmparatorlukta ilk düşünebilen makinenin yapılması ile ortaya çıkmış mekanik insansı varlıklardır. İlk başlarda can güvenliğinin riskte olduğu sivil işlerde kullanılmaya başlanan nukaneler, Terralı savaşının başlaması ile verilen yoğun insan kayıplarını telafi etmek amacıyla savaşın üçüncü yılında sahaya sürülmüşlerdir. Hem bize hem de Terralılara oranla fiziksel olarak daha kuvvetli olmaları, acıyı veya korkuyu hissetmemeleri ve en önemlisi emirleri tam anlamıyla sorgulamadan yerine getirmeleri sayesinde Terralılara karşı insanlığın en önemli silahlarından biri olmuşlardır.”

Bayan Theslaff’ın yüzünde bir gülümseme oluştu, bu genellikle ”beyin yakıcı” bir soru soracağı zaman yüzünde oluşan ifadeydi, kendimi gelecek soruya hazırladım.

“Peki senin onların ruhsuz olduğunu düşündürten nedir?” diye sordu bana.

“Duygular ve hisler insanlara özgüdür.” diye net bir şekilde cevap verdim.

“Ama günümüz şartlarında bir nukane ile insanı ayırt etmek neredeyse imkansız, hem görünüş hem de duygu ve tepki olarak.”

”Sadece taklit, bizim onlara öğrettiğimiz şeyleri uyguluyorlar. Ama sadece bizim öğrettiğimiz şekilde, insan duyguları her haliyle değişkendir ve sadece bunların ne olduğunu bilmek duyguları yaşamaya yetmez.”

Bayan Theslaff’ın yüzünde çok tatmin olmuş bir ifade yoktu, ”Peki.” demekle yetindi sadece. Ardından kısa süreli güler yüzü tekrardan eski melankolik haline döndü.

Ardından birkaç öğrenciyi daha kaldırdı, Ain’e savaşın cephelerini, Zak’a Terralıların saldırı taktiklerini, Kiyn adındaki varlığıyla yokluğu bir olan bir oğlana ”Terralı hastalığını” Milek adındaki kısa saçlı, orta boylu ve samimi olunması imkansız birine de bu savaş taktiklerine karşı uygulanabilecek şeyleri sordu. Son sorularını da sorduktan sonraysa en sonunda derse geçti.

 

                                                                                                        …

 

Tüm dersler bitip de herkes yatakhanelerine çekilene kadar geçen süre serbest zamandı. Bu süre içerisinde herkes kendince hobileriyle uğraşırdı. Kütüphanede kitap okuyanlar, düşünce kulübünde fikirler ortaya sürüp tartışanlar veya saatlerce etrafta volta atanlar. Bense… Herhangi bir işim yoksa veya biriyle konuşmayacaksam çatıya çıkıp gün batımını ardındansa yıldızları izlerdim.

Yıldızlar, çocukluğumdan beri en sevdiğim şeylerdi desem yalan olmaz. Gök diyarın sonsuz karanlığında parıldayan ve insan aklının alamayacağı kadar çok sayıdaki bu varlıkları izlemek küçüklükten beri tutkumdu. Bu varlıklar parıltılarıyla birlikte soruları ve saatlerce kurulacak hayalleri de getiriyordu. Bu sorulardan en önemlisi de bizim gibi bu yıldızların arasında yaşayan canlıların olup olmadığıydı. Küçükken yıldızları izlerken sürekli şu soruyu düşünürdüm:

”Acaba başka bir gezegende benim gibi yıldızlara bakarak bu düşünceleri kuran biri var mıdır?”

Bu aslında evrende zeki yaşam var mıydı anlamına gelen bir soruydu. Bizim gibi düşünen ve belki de duyguları olan canlılar. Terralıların gelmesiyle gök diyarda yalnız olmadığımızı öğrenmiştik, peki onlar zeki canlılar mıydı? Teknolojik olarak çok ileri olduklarını biliyoruz, ama bu zekilikle veya iradeyle bağlantılı bir şey midir? Belki de gerçekten de başka bir ırk tarafından yaratılmış silahlardı onlar. Veya sadece savaşmayı bilen barbarlar. Belki de tüm bu düşüncelerimiz yanlıştı…

”Yine ne düşünüyorsun bücür?”

Bu alaycı sesle düşüncelerimden uyandım, arkamı dönüp konuştum, ”En azından Terralılardan uzunum.”

”Bence bu çok da bir marifet değil, orta okullu çocuklar bile çoğu Terralıdan uzun.”

Yanıma oturup ben küçükken çok yaptığı şekilde saçlarımı karıştırarak konuştu, ”Tahmin edeyim, yine elinden asla bir şeyin gelmeyeceği konular hakkında düşünüyorsun, değil mi?”

Ağabeyim Leevy Furstas Leytham-Niyana Ver Segin, Kutsal Segin İmparatorluğunun prensi ve varisiydi. Aynı zamanda akademinin son sınıf öğrencisiydi. Normalde devletin üst kademeleri askere alımlardan muaf tutulabiliyorlardı. Tabii ne abim ne de ben böyle bir şeyi istememiştik. İkimiz içinde Terralılarca katledilmek, sarayımızda lüks içinde ölmekten daha iyi bir ihtimaldi.

”İyla! Niye orda bekliyorsun? Gelsene yanımıza.” diye seslendi abim çatıya çıkan kapının önünde emir eri gibi bekleyen nukaneye.

”A-affedersiniz m-majeste… Yani Leevy.” dedi İyla. Ardından koşuşturarak yanıma oturdu. ”Merhaba, Aliya. Nasılsın?” dedi güler yüzle.

”İyiyim İyla, sen nasılsın?” diye yanıtladım nukaneyi.

”Ben de iyiyim Aliya.” dedi tatlı ama bir o kadar yapay sesiyle.

İyla, ağabeyim akademiye yazıldıktan sonra babam tarafından kendisini koruması için gönderilmiş bir nukaneydi. Ağabeyimle yaptığım ilk konuşmalarda anlattığına göre aşırı derece sinir bozucu buluyormuş İyla’yı. Öyle ki ondan kaçmak amacıyla her türlü fırsatı kovalıyor ama ne yaparsa yapsın nukaneden kaçamıyormuş. Ama işin ilginci ben akademiye geldikten sonra gördüğüm kadarıyla ikisi oldukça iyi anlaşıyordu, hatta ağabeyim İyla’ya bir ”arkadaş” gibi davranıyordu. En azından olmaya çalışıyordu. İlya’nın devreleri hala ağabeyimin ona davranışlarını pek iyi anlayamıyordu anlaşılan.

”Bazen Aliya, bazen sadece olayları akışına bırakman gerekir. Her konuda plan yapamazsın.” dedi.

”Her konuda plan yapmaya çalışmıyorum. Ama düşünmeye çalışıyorum.” diye itiraz ettim.

”Çocukluğundan beri böylesin, yapmaktan çok düşünürsün.”

Güldüm, haksız sayılmazdı.

”Bunu iltifat olarak alacağım.”

Biz konuşmaya devam ederken hava çoktan kararmış, Erda’nın üç uydusundan ikisi olan Ensi ve Mas, parıldamaya başlamıştı. Mas, dev bir kaya parçasıyken Ensi, ise kendi atmosferi, faunası ve florası olan bir uyduydu. İnsanların nefes alamayacağı bir atmosfere sahip olsa da insanlık uyduya gidebilmiş ve ilk atmosfer dışı koloni de burada kurulmuştu. Tabii iş Terralıların gelmesi ile değişmişti. Onlar gelince koloni Terralıların eline geçmiş, kolonide çalışan insanlar da Erda’ya gönderilmişti. İlginç bir şekilde hiçbiri ölmemişti ama ne yaşamışlarsa konuşmayı reddetmişlerdi. Terralıların koloniye gelmesi ile eski yeşil koloni ormanlık alanlarının çoğunu kaybetmişti, sanırım Terralıların da bizim gibi pek doğaya saygısı yok.

”İyla, sence Terralılar ne?” diye sordum nukaneye. Çok bir şey demesini beklemiyordum ama hayatı kodlama sembolleri üzerine kurulu bir varlığın yorumunu merak etmiştim doğrusu.

”Elimizdeki bilgilere göre gök diyardan gelmiş ve insan ırkına tehdit oluşturan varlıklar.” dedi.

”Peki senin düşüncen nedir?”

”Mevcut bilgilerimle kendi düşüncelerimi belirtmem doğru olmaz Aliya.”

”Anladım.”

Ardından ağabeyime döndüm, yüzü ”Terralı” kelimesinden sonra ekşimişti tabiri caizse.

”Sence Terralılar tam olarak…” sözümü bitirmeme izin vermeden sert bir sesle konuştu:

”Ne fark eder? Yaptıkları onca şeyden, katlettikleri onca insandan sonra ne fark eder?” İyla, bile ağabeyimin ani tepkisi karşısında irkilmişti.

Hiçbir şey demedim, haksız değildi. Terralıların ne oldukları onlarla olan savaşımızı değiştirir miydi ki? Makine veya organik, zeki veya zeki olmayan. Yine de düşmanlarımızdı Terralılar.

Terralıların ne olup olmadıkları bu mantıkla pek de bir şey ifade etmiyordu. Peki gerçekten doğru bir bakış açısı mıydı bu? Belki de İko’nun dediği gibi anlaşma mümkündü ve bunun da ilk adımı onların ne olduğunu bilmemizdi.

Abim alnını sıvazlayıp konuştu, ”Özür dilerim, bir an sinirlendim.”. Tam önemli olmadığını söyleyeceğim sırada konuşmaya devam etti, ”Yarın işlerim var, erken kalkmam gerekecek. Sende uykusuz kalmasan iyi olur.”

Ardından ayağa kalkıp ”İyi geceler.” dedi.

”İyi geceler, Aliya.” diye ardından konuştu İyla.

”İyi geceler.” diye karşılık verdim onlara. Onlar giderken gökyüzünü izlemeye devam ettim, kısa süre sonra minik ışık parlamaları gördüm. ”Terralı gemileri” diye geçirdim içimden, acaba bu uçsuz bucaksız gök diyarda ne yapmayı planlıyorlardı? Terralılar, kimsiniz siz? 

Önceki Bölüm
Sonraki Bölüm

No results available

Reset