Yeraltında kızgın lavın deniz gibi aktığı bir nehir vardı. Fokur fokur kaynayan dalgalar; devirlerdir ayakta duran, kadim mağara duvarlarını hunharca dövüyordu.
Bu eski duvarlar, en maharetli ustaların elinden çıkmış işlemeler, yazıtlar ve özenle yapılmış burçlarla doluydu. Bu duvarları yekpare kayalarından oyulmuş, muazzam savaşçı heykelleri koruyordu. Görenleri hayrete düşürecek bu heykelleri sadece kısa boylu beşerlerin yaptığına inanmak çok zordu.
Kapıları andıran sayısız giriş, devasa taş kapılarla kapatılmıştı.
Bu taş kapılardan birisi çoktan yıkılmış ve arkasındaki karanlıkta eşsiz bir şehri saklıyordu. Devirler boyunca bu bölgedeki cücelere ev sahipliği yapan Göçük Şehir. Defalarca yıkılıp yeniden inşa edildiği için bu ismi alan Göçük Şehir.
Cüce kavmi ve jinler dışında pek az beşer, burada böyle bir şehrin dimdik ayakta olduğunu bilirdi. Bu şehir sadece cücelerin evi değil, aynı zamanda beşerlerin ilk savunma hattıydı. Yeraltı Diyarı’nın yeryüzüne açılan kapılarından biri burada bulunurdu ve lavlar yükselmeden önce cüceler tarafından her devirde korunurdu.
Taa ki bu devire kadar…
Yeraltı Diyarı’nın bu bölgesinde değişen güç dengeleri nedeniyle kuşatılan şehir, olup bitenden habersiz diğer beşerlerin de yardımını alamayınca, jin ordusu tarafından amasız bir kuşatmada yerle bir edilmişti. Tüm cüceler ya öldürüldü ya da köle olarak kaçırıldılar…
“Eyvah!” Yıkılmış kapının ardında saklana yeşil bir karaltı hızlıca kaçtı. Kendisini bekleyen gruba doğru koştu. Çok geçmeden şehrin labirenti andıran sokaklarında, bebek zırlamalarıyla dolu bir eve ulaştı. “Patron Gobu, haberler kötü! Beşerler bizi buraya kadar takip etmiş!” dedi.
Konuşan genç bir dişi goblindi. Henüz yeni olgunlaşan yüzünün her yerinde kaygı vardı. Açık yeşil saçları kısaydı. Gobu ve Gobuma onu kurtarmaya geldiğinde goblin yavruları ile birlikte kaçacak yer arayan dişilerden biriydi.
Gobu ve Gobuma yanlarına sadece beş dişi goblin aldılar. Gobu neden sadece dişileri aldıklarını Gubuma’ya sorduğunda cevap alamadı. Her biri hayatta kalan yavrulardan üçer tane sırtlandı ve goblin yuvasından hızla kaçtılar. Beşerlerin onları takip etmesini beklemiyorlardı.
Gobuma hemen çıldırdı: “Şimdi ne yapacağız Gobu! Diğer kapıların hepsi kapalı, köşeye sıkıştık işte! Sana yavrularla zaman kaybetmeyelim dedim. Sadece dişileri alıp kaçacaktık…”
“Tek seçeneğimiz var,” dedi Gobu. Beşerlerin onları nasıl takip ettiğini oda anlamamıştı. Çok hızlı kaçmamışlar mıydı? ‘Yüzüklerimin peşinde olmasınlar sakın?’ Aklına çılgın ihtimaller geliyordu. Köşeye sıkıştıklarına göre beşerlerin onları bulamayacağı bir yere gitmeleri gerekiyordu. “Gobuma! Sen aşağıdan geldin. Bizi de oraya götür!”
“Oraya mı dönmek istiyorsun?” Gobuma sordu. Yaşlı kulakları tekrar dimdik olmuştu. Kafasında kalan son bir iki tel saç bile ürperdiği için titremeye başladı.
Bu sırada yanlarına aldıkları tüm dişiler çok gençti. Onların ne hakkında konuştuklarını bile bilmiyorlardı. Haberi getiren dişi, “Patron acele etmeliyiz, beşerlerin yanında bir cüce beşer gördüm!” diye uyardı. “Onlara yol gösteriyor olmalı”
“Evet,” dedi Gobu. “Acele etmeliyiz!” Elinin bir hareketiyle parmağındaki yüzüklerinde biri parladı ve hiç yoktan havada iki güzel hançer belirdi. “Yeraltı Diyarı’na gidiyoruz! Gobuma, sen yolu göster…”
“Pekala…” Gobuma başak çaresi olmadığı için isteksizce kabul etse de içinden söylenmeden edemiyordu: ‘O lanet olası yere dönmek istemiyorum, yeryüzüne çıkmak istiyorum!’
“Yavruları alın, ağızlarına da birer bez sokun, sakın ses çıkarmasınlar…” Gobuma bu eski şehirden hep korkardı. Bir jin olarak bile güvende değillerdi. “Burası nefret dolu intikamcı hayaletlerle, Yeraltı Diyarı’ndan etkilenerek hareket etmeye başlayan ölülerle dolu. Onlar gördüğü her şeye saldırır!”
Tüm dişiler o kadar korkmuştu ki gözlerini ve kulaklarını kapatanlar bile vardı.
Gulp~ Gobu bile sertçe yutkundu. “Peki ya şehirden nasıl geçeceğiz gobu?”
“Orası kolay, hehe…” Gobuma onları başarıyla korkuttuktan sonra, “Tanıdığım bir hortlak var ama…” diyip durakladı. Gobu’nun parmaklarındaki yüzüklere bakıyordu. Özellikle az önce parlayan yüzüğe bakarak, konuştu: “Şef Gork’un depo yüzüğünün de sende olduğu anlaşıldığına göre işimiz kolay. Orada hortlağa verebileceğimiz parlak şeyler vardır değil mi?”
Gobu hemen ellerini sakladı. Şeften aldığı son yüzüğün, içinde küçük bir alan barındıran depolama eşyası olduğu ortaya çıkmıştı. Uzun uğraşlar sonucu nasıl kullanacağını çözmeyi başardı ama yaptığı küçük deneylerde dışarı atılan bir kaç hazine zaten Gobuma tarafından kapılmıştı.
Gobu hemen öfkeyle, “Daha fazla yok gobu! Aldıklarından ödersin!” diye geçiştirdi.
“Hmph! Senin kadar cimri goblin görmedim hiç!” Gobuma söylense de liderliği alarak yolu göstermeye başladı. Küçük goblin grubu cüceler için tasarlanmış şehrin ara sokaklarında hızlıca kayboldular…
Bu sırada nehrin karşı tarafındaki beşerler hala lavlar karşısında şaşırıp kalmışlardı.
“Bu taraftan,” diye bağırdı Alaeddin Derincüce, elleri ile onlara yol gösteriyordu. “Bastığınız yerlere dikkat edin, lavlar çoktan yükselmeye başlamış bile…”
Adam ve diğerlerinin cüceye güvenmekten başka seçenekleri yoktu. Hızlıca tek sıra yapıp cüceyi takip ettiler.
Lav nehri erimiş kayaların arasından kendi yolunu açmıştı. Bazı yerlerde çok dar bazı yerlerde ise koca bir göl kadar genişliyordu. Alaeddin onları daralmış bir yerdeki doğal bir köprüden hızlıca karşıya geçirdi ve yıkılmış taş kapının önüne geldiler.
“İşte geldik, Efsanevi Göçük Şehir! Tarihi 5. Devir’e kadar uzanır…” Parçalara ayrılmış tonlarca ağırlıktaki taş kapıya bakan Alaeddin, duygulanmadan edemedi. “Tabii o zamanlar adı, Naran-dur imiş. Karanlığı Durduran anlamına gelir…”
“Naran-dur…” Adam ve diğerleri büyük bir merakla etrafa bakıyorlardı. Mağara duvarlarından oyulmuş devasa heykellere hayran olmuşlardı. Kanatlı ve eli silah tutan korkusuz savaşçıları ve çekiç tutan cüceleri tasvir ediyordu.
Adam dayanamadı ve “Tüm bunları cüceler mi yapmış?” diye sordu. “Nasıl?”
Kendi yaşadıkları mağaraları düşününce, böyle harika şeyleri beşerlerin yapabileceğine inanamıyordu bir türlü.
“Evet… Atalarım burayı bulduğunda, etrafı gördüğünüz lav nehri ile çevrelenmiş bir kayalıkmış sadece. Ellerini kullanarak; kazmalar, kürekler ve çekiçlerle kayaları yontmuşlar ve içinde güvenle yaşayabilecekleri ilk mağaraları açmışlar. Devran döndükçe, her devirde daha fazla kayaya şekil vermişler ve gördüğünüz bu şehir ortaya çıkmış…” Alaeddin bir an için şehrin yaşadığı trajediyi unutup, tarihi hakkında gururla konuştu. Tüm beşerlerin aptal aptal devasa heykellere baktığını görünce, biraz da utanıp, “Ee, yardım da almışlar tabii…” diye eklemeyi ihmal etmedi.
Lilith zaten bazı savaşçı tasvirlerinin hiç cücelere benzemediğini fark etmişti. Merakla, “Kimden yardım almış olabilirsiniz?” diye sordu. “Şeytanlar olabilir mi?”
Alaeddin, “Melekler!” diye cevap verdi. “Daha doğrusu, Zebaniler!”
“Zebaniler mi?”
Beşerler bu terimleri ilk kez duyarken, üç ruhpan şaşkınlıkla birbirine baktı. Çünkü hepsi ellerinde tuttukları pan asalarının titrediği hissettiler.
Adam da meraklandı. “Melekler ve Zebaniler de nedir? Jin değiller mi?”
“Bu çok eski bir hikaye… Ben de tam olarak emin değilim.” Alaeddin, şehirde öğrendiklerini hatırladı. “Bunun nedeni, Göçük Şehir’in diğer tarafında Yeraltı Diyarı’na açılan bir kapı olması olduğunu duydum. Efsaneye göre Melekler, Gökyüzü Diyarı halklarıdır ve bu iki diyar birbiriyle çelişir. Her iki diyarda yeryüzü üzerinde hak iddia ederler. Zebaniler ise Yeraltı Diyarı’nı izleyen meleklerdir…”
Diğerlerinin ilgiyle dinlediğini gören Alaeddin, “Benim de bildiklerim bu kadar… Sadece Göçük Şehir’in buraya yapılmasına yardım ettiklerini biliyorum ama kendim hiç zebani görmedim. Yani kim bilir belki sadece efsanedir…”
Adam, melekler ya da zebanilerle ilgilenmiyordu ama başka bir şeye takıldı: “Yani diyorsun ki, şehrin diğer tarafında Yeraltı Diyarı’na açılan bir kapı var?”
“Evet,” dedi Alaeddin.
“O zaman niye acele etmiyoruz!” Adam öfkelenmişti. “Orkas yeraltına kaçarsa ne yapacağız?”
Alaeddin, “Ee, haklısın. Ama merak etme, atalarım basit şeyleri karmaşık hale getirmek konusunda ustadır. Şehir bir labirent gibi karmakarışık. Savaşta yıkılan mağara ve yolları hiç saymıyorum bile…” diye sırıtarak söyledi. “Şimdi sizi bildiğim bir kestirmeden şehrin diğer tarafına götüreceğim!”
Böylece parti şehirden içeri girdi.
Zebil diğerleriyle birlikte içeri girmeden önce son bir kez arkasına baktı. Arkasında fokur fokur kaynayan lav denizi, önünde Yeraltı Diyarı’na açılan terkedilmiş, karanlık bir şehir vardı.
Yumruklarını sıkarken, mırıldandı: “Atalarım, baba, şeytanlar ve ruhlar, umarım buradan sağ çıkabiliriz…”
İçerisi zifiri karanlıktı. Üç ruhpan birlikte hareket ettiler ve grubun etrafını asalarıyla aydınlattılar.
Kayalar özel kara şekiller verilerek yürümesi kolay yollar haline getirilmişti. Taş basamaklar, aşağı ve yukarı gidiyor, her yere üst üste oyulmuş cüce mağaralarının arasında kayboluyordu. Gerçekten de bir cüce olmadan diğer beşerlerin burada kaybolması çok kolay olurdu.
Şehrin üzerine ölü sessizliği çökmüştü. Kısa adımlarıyla taş basamakları en önde tırmanan cüce Alaeddin, mavi gözleri ruhpanların ışığında parlarken etrafa baktı. “Bu taraftan, yukarıdaki büyük salonlardan geçeceğiz,” diyerek yolu göstermeye devam etti. Aynı zamanda geçtikleri yerlerde bir yaşam izin görmeyi umuyordu ama nafileydi.
Burası tamamen terk edilmiş. Jin savaştan sağ kurtulan tüm cüceleri kaçırmış olmalıydı. Zaman zaman cesetlerle karşılaşıyorlardı ama zaman kaybetmemek için durmadılar.
Alaeddin gerçekten de bu şehirde doğup büyümenin hakkını vererek hızlıca büyük salonlara ulaştı. Burası Göçük Şehir’in en tepesindeydi. Son derece yüksek çatıyı tutan kolonlar dışında tamamen açık bir alandı burası.
“Vay canına~” Alaeddin tam beşerleri salana çıkardığı için sevinecekti ki hemen durdu. Adam ve arkadan gelenlerin ona çarpıp üst üste yığılmalarına neden oldu.
Barbara’nın sesi arkadan duyuldu: “Hey, bastığın yere dikkat etsene öküz!” diye söylendi. Anlaşılan Tekeş ona çarpmıştı.
Adam de şu anda Alaeddin’in üzerindeydi. Kalkarken, “Hey, neden aninden durdun?” diye sordu.
“Ee, şey…. Bir daha düşündüm de başka bir yoldan gitsek daha iyi olacak,” dedi. Alaeddin’in ifadesi hiç de normal değildi. Yüzündeki siyah sakallar bile dikleşmişti.
Adam ona aldırmadı ve kalkıp, dikkatlice içeriye baktı. Lilith de hemen yanına gelip asasıyla içeriyi aydınlattı.
Uuuuu~
Baktıkları gibi geri çekilmeleri bir oldu. Gözlerinde derin bir şok ve korku vardı. Az önce ne görmüşlerdi öyle?
Gözün alabildiğince, geniş salon boyunca her yer cesetlerle doluydu. Ama bu cesetler hareket ediyordu! Hem cüce beşerler hem de envai çeşit jin cesedi vardı. Pek çoğunun uzuvları eksik ya da vücutları oklarla doluydu. Adam kafasında büyük bir baltayla gezen kocaman bir jin gördüğüne yemin edebilirdi!
Adam, “Onlar… onların ne olduğunu biliyor musun?” diye Lilith’e sordu.
Lilith, titreyen elleriyle asasını sımsıkı tutarken kekeleyerek cevap verdi: “Ölüler… Hepsi ölmüş. Hareket eden ölü şeylere ‘ölmeyenler’ ya da ‘namevtler’ denir.”
“Biliyordum!” Zebil korkudan fısıldayarak konuşan ikisini duyduğunda hemen söylendi. “Eskiler cehennem mağaralarında ölenlerin bazen geri geleceği konusunda uyarılar bırakmışlardı. Yerin bu kadar derinine inmişken onarla karşılaşmasak şaşırırdım zaten!”
Şimdi asıl sorun, karşıya nasıl geçeceklerdi?