Fetih Takvimi: 554
”Yeter be!” diye bağırdım en sonunda dayanamayarak, karşımdaki yaşlı ”psikolog” beyefendi benden böyle bir tepki beklemiyor olacaktı ki yerinden sıçrayarak sandalyesinden düşecek gibi olmuştu.
Bu kadar net bir suçtan kurtulmanın tek yolu o suçu işlerken aklımın başında olmadığının kanıtlanmasıydı elbette. Birkaç gündür sık sık buraya gelen bu beyefendilerin amacı da buydu, kaba tabirle “deli” olduğumu kanıtlamak.
Ama artık beni hasta ediyordu bu…
”İyiliğiniz için bu…” diye lafa başlayacak olsa da hemen sözünü kestim:
”Sizin iyiliğinizi falan istemiyorum! Anlatabileceğim her şeyi açıklamama rağmen kendi oluşturduğunuz bir ‘gerçeklikle’ bana yardım edebileceğinizi mi düşünüyorsunuz?”
Yine bir süre sessizlik oldu, yaşlı adam utana sıkıla konuştu, ”Biz sadece İmparatorun emirlerini yerine getirmekle yükümlüyüz.”
Sinirim bozulmuştu, ”’İmparatorunuza’ dediklerimi aynen iletin, belki fikirlerini değiştirir!” dedim.
Ben bunu deyince sağ ve sol tarafımda duran iki kişiyi işaret edip, ”Kıza sakinleştirici verin.” dedi ve elindeki evrakları düzenlemeye başladı.
Kaçıncıydı bu?
İlk verdiklerinde epey direnmiştim, şimdi ise pek umurumda değildi açıkcası. Kısa, rüyasız bir uyku ve ardından ikna çalışmalarına devam…
”Daha kaç kere yapacaksınız bunu?” diye sordum.
”Ne zamanki bizle işbirliği yapmaya yanaşırsanız.” dedi.
”Çok bekler…” sözümü yarıda kesen şey boynumda hissettiğim bir sızı ve ardından gelen mayışma hissiydi.
”İyi uykular majesteleri.”
Uykuya dalmadan önce son gördüğüm şey adamın evraklarını da alıp odadan çıkmasıydı…
…
Berbat bir baş ağrısıyla gözlerimi açtım. Sakinleştiricinin etkilerinden biri de hem başta, yarattığı acı hissiydi, ve ben bundan nefret ediyordum. Ne kadar çok yaşamış ve etkisi ne kadar kısa süreli olursa olsun, buna alışmam mümkün değildi.
Sakinleştiricinin kaslarımda bıraktığı acıyla homurdanarak olduğum yerden doğruldum, tam bu ağrılardan dolayı okkalı bir küfür sallayacakken odamdaki sandalyelerden birine oturmuş, elinde buraya getirilen saçma kitapalardan birini tutan ”o” figürü görmemle hem acımı, hem de etmeye hazırlandığım küfür unuttum.
Benim kalktığımı görünce gülümseyerek konuştu, ”İyi uyudun değil mi?”
”Evet, sorduğunuz için sağ olun, majesteleri.” diye yanıtladım bakışlarımı ondan kaçırmaya çalışırken.
”Ne oldu? Senin buraya atılmana müsaade ettiğim için bana kırgın mısın yoksa?”
”Tam aksine, bunun için senle gurur duydum.”
Ne demek istediğimi anlamış olacak ki güldü, ”Geçen onca yıla rağmen küçük kızımın hiç değişmemiş olduğunu görmek güzel.”
Leytham Kaany Karyin-Visay Ver Segin; Segin’in Kutsal İmparatoru, İmparatorluk Kültünün ruhani lideri, ulusumuzun birliğinin sembolü, hiçbir kral veya benzeri yöneticide bulunmayan mutlak gücüyle üç yüz milyondan fazla insanın kaderini tayin eden yegane kişiydi. Aynı zamanda benim ve abimin sevecen ve çocuklarına düşkün babasıydı…
Babamın benim kahramanım olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Benim için bir yöneticide olması gereken her özelliği sahipti; adil, müşfik, halkını ve devletini kendinden üst gören ve onlar için her şeyi feda edebilecek biriydi. Küçük bir çocukken babamın mükemmel bir insan olduğuna inanır, oradan buradan duyduğum ”ona karşı” söylemlere asla anlam veremezdim. Tabii sonraları babamın da ”gurur duymayacağı” şeyler yaptığını öğrenmiş, birçok insanın ona neden benim gibi yaklaşmadığını anlamaya (en azından onların bakış açısı ile) başlamıştım. Ama yine de ”bir devlet yöneticisi” olarak babam hakkındaki düşüncelerim değişmemişti, sonuçta tüm bunları kendi kişisel çıkarları için değil, devleti ve milleti için yapmıştı.
Bir yandan da devlet işleriyle uğraşmadığı zamanlardaki babam vardı tabii, o zamanlardayken de sevecen bir baba ve ilgili bir kocadan fazlası değildi. Olmasına da gerek yoktu zaten…
”Mahsuru yoksa neden burada olduğunuzu sorabilir miyim majesteleri?” diye sordum resmiyeti bozmadan. Ona ”baba” demeye layık pozisyonda görmüyordum kendimi şu an.
”Kızımı ziyaret etmemde bir sakınca mı var yoksa?” diye sordu.
”Ne haddime.”
Bir süre sessizlik oldu, muhtemelen o da (pek göstermemeye çalışsa da) ne diyeceğinden pek emin değildi.
”Pekala, eğer buraya gelip seni sorguya çekenlerden rahatsız olduysan özür dilerim, emin ol ki tek amacım senin iyiliğindi.” dedi.
”Bana deli raporu verdirerek mi?” diye sordum.
”Elimden gelen tek şey bu.” kendisininde bu olanlardan memnun olmadığı belliydi, ”Anlattıklarına göre her şeyi kendi isteğinle yapmışsın, herhangi bir kontrolün veya benzeri bir şeyin etkisinde kalmamışssın, yanlış mıyım?”
”Terralıların öyle özellikleri olmadığını biliyorsunuz.”
”Anlıyorum. Umuyorum ki ‘bildiklerini’ seni sorgulayanların karşısında dile getirmemişsindir.”
”Emin olabilirsiniz.” diye yanıtladım onu.
”Peki sana bir şey mi teklif etti de ona yardım ettin?”
”Hayır.”
”Peki o zaman neden?”
Aslında Konstantin’i ben çıkarmasaydım Terralıların onu kurtarmak için geleceğini ve bunun da tam bir felaket olacağını söylebileceksem de söylememeyi tercih ettim, Konstantin’i kurtarırken aklımdan geçen son şeylerden biriydi bu.
”Çünkü o benim arkadaşımdı.” zorlukla da olsa söylemeyi başarmıştım bunu (gerçi tek sebebin ”arkadaşlık” olduğunu söylemek de zordu).
”Arkadaşın mı?” diye sordu, sesinin tonunda hiçbir değişiklilik olmamıştı, oldukça sakin ve anlayışlıydı.
”Evet, tek sebebi bu.”
”Peki seni buna inandıran nedir?”
”Neye inandıran?”
”Arkadaşın olduğuna?”
Bu soruyu ben de bu işe kalkışmadan önce kendime çok kez sormuştum. Tam anlamıyla tatmin edici bir cevaba ulaşmak imkansızdı, bu yüzden tek yapabildiğim inanmaktı.
”Öyle işte.” ağzımdan sadece bunlar çıkabilmişti.
Bir süre düşünceli bir şekilde durdu, ”Terralıların ne kadar tehlikeli olduğunu kavrayamadığını düşünüyorum.” dedi.
”Tehlikeli mi?”
”Evet, bence onunla ‘arkadaş’ olurken bu gerçeği unutmuş…”
”O tehlikeli biri değil!” sözünü kesip bağırmaya başladım, “O veya diğer Terralılar sizin düşündüğünüz gibi canavar filan değiller!” bunlar sinirden dolayı pek de düşünmeden söylediğim şeylerdi.
”Canavar olduğunu iddia etmedim ki.” dedi, ardından benim ağzımı açmama fırsat vermeden sordu, ”Sana bir şey soracağım kızım, onla arkadaş olduğuna göre bunu cevaplayabilirsin. Karşılaştığın Terralı neye benziyordu?”
Durdum, ”İ-insana.” dedim çekinerek.
”Aynen öyle, sadece görünüş olarak da değil. Kişilikleri ve düşünme şekilleri de bizlere benziyor, değil mi?”
”Evet, canavar veya şeytani bir varlık değiller.”
”Emin ol öyle olsalardı daha az tehlikeli olurlardı.”
”Nasıl yani?”
”Karşımızdaki şey iç güdüleriyle veya saf yok etme arzusu ile hareket eden bir tür olsaydı ne yapabileceklerini kestirebilirdin. Herhangi bir hayvanın ne yapmak isteyeceği bellidir, bunu yapmak için kesin ve sabit metodları kullanırlar. Bir kurtun avının peşinden koşması dışında yapabileceği bir şey yoktur misal, veya avından kaçan bir ceylanın avcı onun peşini bırakana kadar koşmaktan başka. Bir kurt ceylan sürüsünü savunmasız bırakmak için o sürünün üyelerine rüşvet veremez, veya daha iyi bir av sezonu için sürüyü belli bir amaç altında toplayamaz. Veya tam tersi perspektiften bakarsak aynı ceylanlar kurtlara karşı savunma amacıyla tek yumruk olamaz veya kurt sürüsünün içindeki güç mücadelesinden yararlanamazlar. Yıldızlar kainat içindeki tüm canlılardan sadece bir tanesine hile yapma erkini vermiştir.”
Son cümlesinden sonra ne kastettiğini çok iyi anlamıştım:
”İnsanlar…”
”Aynen öyle, insanlar belli bir amaç çerçevesinde birlik olabilir, hile yapabilir, toplumsal çıkarlar uğruna kendisinden veya kişisel çıkarlardan ötürü toplumdan vazgeçebilir. Amaçları uğruna düşmanına dost gözükebilir ve hatta onu direkt kendi çıkarları için kullanabilir.”
”Terralılar da bu yüzden tehlikeli yani? Bizim bu yapabildiklerimizi onlar da yapabiliyor çünkü.”
Güldü, ”Hızlı kavrıyorsun. Eğer ki Terralılar sadece bizi yok etmeye çalışan canavarlar olsalardı emin ol işimiz daha kolay olurdu. Ama onlar da bizim gibiler, planlarını bizim gibi karmaşık temeller üzerinde yapıyor, bu planlarını gerçekleştirmek için direkt koşturmak yerine bizim gibi düşünüp karar alıyor, başarısız olduklarında ise aynı şeyi denemek yerine farklı yöntemler arıyorlar. Ortalama bir insan ne kadar tehlikeli ise ortalama bir Terralı da en az o kadar tehlikelidir.”
Hiçbir şey diyemedim, dediklerinin üzerine herhangi bir söyleyemezdim de zaten. Babamın söylediği açıdan bakınca insanlar gerçekten de kainattaki en tehlikeli canlı türüydü. Konstantin’in de bir insan olduğunu düşünürsek, babamın herhangi bir şekilde haksız olduğunu söylemek güçtü.
Bu tarz bir konuşma aramızda geçmişti Konstantin’le, o da babamla benzer şeyler söylemişti. Görünüşe bakılırsa Terralı insanların da insanlığa yükledikleri anlam pek de farklı değildi.
”Öyle olabilir, ama ben eminim.” dedim adeta inkarcı bir çocuk edasıyla (gerçi şu an pek de farklı değildim).
”Senin bileceğin iş, belki de tanıştığın Terralı gerçekten de arkadaşındı, bilemem. Ben sadece kendimi fikrimi ve neden dikkatli olman gerektiğini dile getirdim.” dedi.
”Sağ ol.”
”Sen sağ ol.” dedi, ardından bakışlarını benim uyandıktan sonra farkında bile olmadan elime alıp oynamaya başladığım künyeye çevirdi, ”Şu elindekin versene.”
”Elimdeki mi?” hemen yastığın altına attım künyeyi bunları söylerken, ”Elimde bir şey yok ki.” diye toparlamaya çalıştım panikle.
Tebessüm etti, ”Merak etme, sana geri vereceğim.”
Biraz tereddüt etsem de babamın sözlerine güvenip (daha da fazla güvendiğim biri yoktu zaten) ona doğru fırlattım. Hem ne ile alakalı olduğunu bilemezdi ki…
”Konstantin von Falkenmayer, doğum tarihi; 2538, cinsiyeti; erkek, kan grubu; 0+, servis numarası; 70456-34567-KF. ” tam okuyamayacağını düşünürken bu söylediği şeylerle adeta şoke olmuştum, özellikle de onun adını ağzına aldığı kısımda…
”N-nasıl?” diye sordum.
”Az biraz İngilizce biliyorum, öğrenmek istersen seni bir ‘öğretmenle’ görüştürebilirim.” dedi gülerek. Ardından künyeyi tekrardan bana fırlatıp kapıya yöneldi, ”Eğer olurda benle konuşmak istersen nöbetçilere haber vermen yeterli.”
”S-sağ ol baba…” dedim künyeyi yakaladıktan sonra.
Muhtemelen sonunda ”baba” diyebildiğim için keyifle tebessüm etti, ”Sen sağ ol kızım.” dedi ve kapıyı açtı. Tam dışarı çıkacakken durdu ve, ”Görünüşe bakılırsa Terralı kültüründe de bizimkilere benzer şeyler var.” dedi.
”Nasıl yani?” diye sordum.
”Senin ona tokanı verdiğin gibi o da sana künyesini vermiş.”
Bunu söylemesiyle utançtan kıpkırmızı olup bağırmam bir oldu, ”Baba!” hemen yastığımı kaptığım gibi kapıya fırlatsam da kendisi çoktan kapıyı kapatıp çıkmıştı, yastık kapıya çarpıp yere düşerken ben de kendimi yatağa bıraktım.
Bir yandan künyeyi kaldırıp incelerken ”acaba” diye düşündüm. Belki de her şey çok belliydi, sadece kalbimin kabullendiği şeyi aklımın kabul etmesi lazımdı…