Milattan Sonra: 2564
”Homo sapiens albus, Erdalı insanlara verdiğimiz adşandırma bu.” dedi Konrad benle yürürken.
”Bize aşırı benziyorlar, değil mi?” diye sordum.
”Doğru ama yetersiz bir çıkarım.” dedi Konrad, ardından devam etti, ”Bu insanlar sadece bize benzemiyorlar, neredeyse aynımızlar. Şu ana kadar keşfedilmiş modern insanın en yakın akrabası olan homo sapiens idaltulardan bile daha benzerler bize genetik olarak. Ve hatırlatırım, bunlar ‘uzaylı’.”
Erdalıların bize benzediklerini biliyordum. Kültür ve teknoloji olarak bizim birkaç yüzyıl önceki halimiz gibiydiler. Peki gerçekten ”insan” diyebilir miydik onlara? En azından ”bizimle aynılar” ifadesini kullanmak ne kadar doğru olurdu? Bir süre daha yürüdükten sonra bir kapının önünde durduk. Konrad’ın kapıya yaklaşıp gözünü okutması ile kapı açıldı, biz de içeri girdik.
Bizim geldiğimizi görünce selam veren bir bilim adamına hızlıca karşılık verip konuştu:
”Burası Erdalılar ile alakalı araştırmalarımızın döndüğü yer. Anatomi ve biyolojilerinden tut, tarihlerine ve kültürlerine kadar her türlü bilgiyi burada toplarız.”
Ardından köşede duran bir iskelet modelini alıp sürükleyerek yanımıza getirip konuşmaya başladı:
”Bu ortalama bir Erdalı erkeğin iskelet yapısının modeli. Boyu yaklaşık iki metre on beş santim.”
Ben tam ağzımı açacakken tekrar konuştu, ”Merak etme, kimsenin üzerinde canlı canlı deney yapmadık. Hali hazırda ölmüş olan birisinin kemiklerine bakarak öğrendik.”
Bu beni pek de rahatlatmamış olsa da sustum.
”Kemik yapılarının yaşadıkları gezegenin farklı şartlarından dolayı uğradığı birtakım değişiklikleri saymazsak biz homo sapiensler ile birebir aynılar.” dedi ve devam etti, ”Kas yapısı soludukları yüksek oksijen ve ve Erda’nın dünyamıza oranla az olan yer çekiminden dolayı belli başlı farklılıklar gösterse de yine bizlerle birebir aynı. İç organlarındaki en belirgin fark ise akciğer yapılarında. Dünya’ya oranla oksijen seviyesi yüksek bir gezegende yaşadıklarından akciğerleri bizimkine oranla daha az solunum yapmaya gerek duyuyor. Beyin yapıları ve diğer sistemleri bizimkilerle ufak detaylar hariç hemen hemen aynı. Fenotip olarak ise bize oranla daha uzun boylarını saymazsak göze çarpan tek farkları saçlarının pigment eksikliği. Bu da gezegen genelinde yaşayan tüm Erdalıların ten rengi veya etnisite fark etmeksizin beyaz saçlı olmalarına sebep oluyor. Göz yapılarında ise bizde çok görülmeyen gri renkli göz ve menekşe rengi gözler hatta kızıl renkli gözler oldukça yaygın, biz de görülen yeşil ve ela renkli gözlerse onlarda yok.”
Biyoloji benim pek anlamadığım bir konuydu, bu yüzden Konrad’ın bu konuda anlattıkları üzerine pek bir yorum yapamadım.
Biyoloji ve anatomi ile ilgili bölümleri anlatmayı bitirince laboratuvarın koridorlarında bir süre yürümeye devam ettik, kısa süre sonra laboratuvarın bambaşka bir bölümüne ulaştık. Burası kitaplar ve haritalarla doluydu, önceki yere oranla burası şimdiden ilgimi çekmişti.
Konrad bana dönüp konuşmaya başladı, ”Erda, yıldızı etrafındaki bir turu dört yüz altmış beş günde, kendi etrafındaki bir turu da yirmi sekiz saat de tamamlar. Erda, üzerinde şu ana kadar saptadığımız kadarıyla üç farklı takvim kullanılıyor. Ele geçirdiğimiz kayıtların tamamına yakınında bu üç takvimden ikisinin kullanıldığını varsayarsak uluslararası bir takvim sistemleri olduğunu söylemek zor.”
Ardından duvarda asılı olan bir takvimi gösterdi, Dünya takvimi tarzında hazırlanmıştı. Üzerinde üç farklı tarih yazıyordu:
Erda-Yal: 134.466
Fetih: 554
Bağımsızlık:244
”Erda-Yal mı?” diye sordum.
”Dini takvim diyebiliriz.” dedi Konrad.
”Nasıl bir din?” diye sordum. Erda’lılar hakkında okuduğum az biraz şey içerisinde hiç dine rastlamamıştım.
”Panteistik bir din, bizim dinlere pek benzemiyor anlayacağın, ne bir yüce yaratıcı ne de peygamberleri var.” diye yanıtladı, sesi her din hakkında konuştuğumuz zamanlarda olduğu gibi alayla doluydu. Konrad’la ayrıştığımız bir diğer konu da buydu, o tüm dinleri istisnasız saçmalık olarak görürdü. Ben ise inançlıydım, her ne kadar öyle çok dindar olduğumu söyleyemezsem de Tanrıya inanırdım.
”Peki yüzlerce milenyum boyunca bu dini nasıl günümüze kadar getirmişler?” diye sordum.
”Bilemiyorum, ama burada dikkat etmen gereken ayrıntı bu değil. Heriflerin kültüründe uzayın oynadığı rol. Bizim rönesans dönemlerinde yeni yeni edindiğimiz bazı kozmolojik bilgileri bunlar çağlar önce dinlerinde yazmışlar.” dedi.
”Yani bir dönem bile olsa bizden daha gelişmiş olduklarını söylüyorsun.”
”Belki de.”
Ardından hızlı bir ayarlamayla bir hologram açtı, hologram Erda’nın siyasi haritasını gösteriyordu.
”Erda, iki adet kıtadan oluşur. Bunlar yeni ve eski kıta olarak adlandırılır. Biz şu an eski kıtadayız.” dedi üssümüzün bulunduğu yeri göstererek, ”Eski kıtada tek bir dil konuşulduğunu biliyorsundur. Bu dile Segince veya Segin dili denir.”
Ardından haritanın epey ortalarında bulunan ”Kutsal Segin İmparatorluğu” adındaki yeri gösterip konuştu, ”Bu devlet zamanında tüm eski kıtayı boyunduruğu altına almış. ‘Fetih Takvimi’ olarak adlandırılan olay da bunla başlar, Segin İmparatorluğunun tüm kıtayı fethetmesi. Kendilerinin hükümdarlığı boyunca geçen iki yüz küsür yılda tüm halkları içlerinde asimile etmişler. Bu yüzden eski kıta da sadece Segince konuşulur.”
”Yani Erda’nın Roması?”
”Belki de Moğol İmparatorluğu, emin değilim.”
”İmparatorluk tüm halkları boyunduruğu altına almıştı elbette, ama yine de onlara eski zamanları unutturamadılar. Eski uluslar tek bir koalisyon altında büyük bir savaş başlatıp İmparatorluğa diz çöktürdüler. Bu savaştaki İmparatorluk yenilgisi ise Bağımsızlık Takviminin başlangıcıdır. İşin garibi, takvimler arasındaki tek fark başlangıç yılları. Hepsi aynı güneş takvimi sistemini kullanıyor.” diye devam etti.
”Peki Yeni Kıta?” diye sordum.
”Orası normalde eski Yalin ve Kelher Kolonilerinin bulunduğu bir yermiş. İmparatorluğun fetih seferleri sırasında sıra bunlara gelince iki devletin hükümetleri bu kolonilere sığınmışlar. İmparatorluğun bu kıtayı epey bir süre ‘yasaklı’ kabul etmesinden dolayı burada yeni bir devlet düzeni kurabilmişler. Eski Kelher ve Yalin dilleri bu sayede varlıklarını burada koruyabilmiş.”
”Peki şu an ki politik durumlara nedir?”
”Biz gelmeden önce bizim eski Birleşmiş Milletler gibi bir yapılanma kurduklarını biliyoruz. Hatta Hawking’e kurdukları koloni uluslararası bir koloniydi.” dedi.
Hawking, Erda’nın üç uydusundan biriydi. Atmosferi ne insanlar ne de Erda’lılar tarafından solunabilecek bir yapıdaydı.
”Ama yine de birleşik bir askeri kuvvetleri yoktu, aslına bakarsan şu anda da yok. Sadece ortak hareketlerin belirlendiği bir birleşmiş karargah var. Bizim dört yüz küsür yıl önceki halimiz gibi.”
Bu son benzetme beni ister istemez rahatsız etmişti, kısa süreli bir sessizlikten sonra devam etti:
”Şu an eski kıtada beş, yeni kıtada ise bir devlet bulunmakta. Eski kıtadakiler: Kutsal Segin İmparatorluğu, Yalin Cumhuriyeti, Magar Federasyonu, Haykar İttifağı ve Kelher Birleşik Krallığı. Bundan dört ila beş yıl kadar önce bir grup subayın yaptıkları yüzünden yok olmuş bir Teokratik devlette mevcuttu. Eski kıtada ise Birleşik Yalin Cumhuriyeti adındaki bir devlet mevcut. Dediğim gibi, kendilerinin şu anki Yalin Cumhuriyeti ile tek alakası isimleri.”
”Ne tür bir olay?” diye sordum.
”Tatsız bir olay.” diye geçiştirdi beni. Her nasıl bir olaysa Konrad gibi biri bile düşününce rahatsız olmuştu.
Sıradaki durağımız Erdalılara ait askeri ekipmanların bulunduğu bir yerdi.
”Erdalıların kullandıkları silahlar her ne kadar bizlere oranla geride olsa da bize karşı mücadele edebilecek kadar iyiler. YSM’lerimize karşılık Jatlan adı verilen makineleri mevcut. Aynı şekilde şehirlerini hava saldırılarına karşı savunmak için kurdukları güçlü savunma sistemleri ve radyo sinyallerimizi kesebilen ‘mavi leke’ adlı bir tür bombaya da sahipler. Bunun da yanında bizim lojistik sorunlarımız ve savaşın onların toprakları üzerinde olması bambaşka bir problem. Ama hiçbiri… Hiçbiri bize karşı nukaneler kadar sorun çıkarmadı.” dedi.
”Onlar nedir?” diye sordum.
Konrad, derin bir nefes aldı, ardından beni mekanik işlerle uğraşıldığı belli olan bir yere götürdü. Götürdüğü yer de ameliyat masası tarzı bir yerin üzerine serilmiş metalik bir iskelet vardı. O an nutkum tutuldu, Erdalılar gerçekten bize karşı böyle bir aptallık yapmış olabilir miydi?
”Erdalıların ürettiği makine askerler. Yaptığımız çalışmalar biz gelmeden önce tehlikeli işlerde kullanılan işçi ve hizmetçi biyo-mekanik varlıklar olduğunu söylüyor. Bizim saldırmamızla birlikte kodlamaları savaşa uygun hale getirilip karşımıza sürüldüler.” dedi Konrad, ”Cephedeyken bunlardan bir tanesini ilk kez görüşümü hatırlıyorum. Cephanesi bitince üzerimize koşturmuştu. Attığımız hiçbir mermiden veya bombadan kaçmayıp üzerimize atlamıştı. İki adamımızı parçaladıktan sonra ancak gebertmeyi başarmıştık.”
Makine askerler, özellikle biz insanlar için sadece ismi bile korku ve dehşeti yaratmaya yeten iki kelime. Malum, hepimiz dört yüz küsür yıl öncesinin savaş hikayelerini duyarak büyümüştük…
”Peki ne kadar zekiler?” diye sordum, belki de uzaktan kumandayla kontrol edildiklerini söylese biraz daha rahatlayabilirdim.
Öyle bir şey olmadı.
”Kendilerine ait bir zekaları var. İlginçtir, tek bir zeka tarafından yönetilmiyorlar, hepsinin kendine ait bilinci var. Normal askerlerle yan yana ve onlar gibi savaşıyorlar.” dedi.
Kendine ait bir bilinç mi?
”Peki o zaman niye savaşıyorlar ki? Onları zorlayan bir şey mi var?”
”Bilmiyorum, kendi kendilerine ayrı ayrı düşündükleri kodlamaları hakkında bildiğimiz tek şey. Uzmanlarımız hala onları hacklemenin bir yolunu aramaya çalışıyor olsa da herhangi bir ilerleme kaydedemedik.”
Ardından metal iskeletin yanına gidip parçalarını işaret ederek konuşmaya başladı, ”Bu onların iç iskeleti, dış tarafları normal bir Erda’lı ile aynı görünüşe sahip, Kısaca görünüş olarak tamamen insanlar. Parmakları duruma bağlı olarak pençeye dönüşebilir, kollarından kılıç çıkarabilirler veyahut tekbir tekmeyle kafanı koparabilirler. Ayrıca uçaklar ve Jatlanlar için yardımcı pilot olabilirler. Tabii yapabildikleri onca siktiri boktan şeyin yanında en kötüsü yarattıkları korku, bunların yaralısı bile askerlerimizin ödünü koparmaya yetiyor .”
”Peki EMP bombaları kullanamaz mıyız?” diye sordum, sonuçta makinelere karşı teorik olarak kullanılabilecek en iyi şeylerden biri bunlardı.
”Biyomekanik oldukları için sanmıyorum. Ama kullanabileceğimizi varsaysak dahi bu sefer de yönetmeliğe takılıyoruz.” dedi.
”Yönetmelik mi?” diye sordum.
”Meclis, Uzay Kuvvetlerine şayet ki bir uzaylı ırkla alakalı bir operasyona gidecekse o ırkın gelişmişlik seviyesine göre donanım taşıma izni verir.” dedi.
Bu zaten bildiğim bir şeydi, Federal İnzibat, bu konuda yedi tip ırk seviyesi belirlemişti;
Tip 0: Prokaryot bakteri ve arkeler
Tip 1: Ökaryotlar ve mantarlar
Tip 2: İlkel hayvanlar ve bitkiler
Tip 3: Gelişmiş hayvanlar, ilkel medeniyet
Tip 4: Gelişmiş-Sanayileşmiş uygarlık
Tip 5: Yıldızlar arası uygarlık
Kardaşev tipi gelişmiş uygarlık (Kendi gezegenin enerjisini tamamen kullanabilen veya daha üstü yıldızını adeta bir enerji kaynağı gibi kullanabilen teorik uygarlıklar. İnsanlık her ne kadar yıldızlara açılabilmiş olsa da bir gezegeni veya yıldızı tamamen enerji kaynağına çevirmek konusunda katetmesi gerek çok yolu vardı)
Ama Erdalılar gayet sanayileşmiş ve hatta nispeten uzaya açılmış bir ırktı. Bu noktada Tip 4’ün biraz üstünde yer almaları gerekiyordu. Peki o zaman niye EMP veyahut balistik füzelerle donatılmamıştı ki ordu?
”Tip 4 bir uygarlığa karşı olmamıza rağmen neden izin vermediler?” diye sordum.
”Sorun da orada, de facto (fiilen olan şey) olarak Erdalılar Tip 4 tanımına uysalar da de jure (kağıt üstünde) olarak kendileri Tip 3 seviyesinde. Bir takım üstün zekalıların onları ciddiye almaması ve onları ‘cahil’ diye sınıflandırması yüzünden olan bir şey bu.” diye yanıtladı beni. Bunu duyunca bir anda yüzüm ekşidi, bu ne çeşit bir saçmalıktı be? Karşındakini ciddiye almamak bir yana, sırf egoları için milleti ölümle burun buruna getirmekti bu.
”Yine de iyi yanından bak, belki Tip 4 diye sınıflandırılsalar şu ana kadar çok daha fazla kişi ölmüş olurdu. Uzay Kuvvetlerinin Saray-Kurma’ya (İmparatorluğun başkenti) bombalar yağdırdığını düşünsene? Hiç hoş olmazdı.”
Hiçbir şey diyemedim (zaten buraya geldiğimden beri çok da bir şey diyememiştim). Birbirini hunharca kıran iki taraf hariç bir şey göremiyordum. Konrad’ın konuşma tarzına bakılırsa o da benden çok farklı düşünmüyor gibiydi.
”Bilmen gerekenler bu kadardı, bugünlük ayak altında dolaşmadığın sürece serbestsin. Benim biraz işim var, ondan sonra senin oksijen hakkında sorduğun soruyu cevaplayacağım. Bir saate üs girişinde ol.” dedi.
”Pekala, başımı belaya sokmam.” dedim, bunu deyince Konrad muhtemelen eski günleri hatırlamanın verdiği hisle bir anlığına güldü, ama çok geçmeden yine ciddileşti.
Araştırma bölümünden çıktıktan sonra yollarımız ayrıldı. Koskoca askeri üste tek başıma kalmıştım. Yürürken ceketimin cebinde saatlerdir duran Paul’u elime alıp sordum:
”Nereye gidelim?”
Paul, ne dediğimi anlamışçasına önce bir sağa bir sola baktı, ardından kuyruğunu kaldırıp sol taraftaki koridoru işaret etti.
”Pekala, gidelim.”
…
Hangardan çıktıktan sonra sırasıyla önce yemekhanenin ardından revirin önünden geçtim. Konrad karargahı gezdirirken buranın normal Federasyon üslerinden bir farkı olmadığını söylemişti. Federasyon Askeriyesi bir makineyse buradaki tüm askerler ve personeller onun dişlileriydiler. Bir tanesi bile aksarsa bu muhteşem makine kısa devre verirdi.
Biraz daha yürüdükten sonra üssün botanik bölümüne geldim. Erda’da yetişen çeşitli bitkiler burada inceleniyor, Dünya atmosferinde veyahut benzer yapıya sahip kolonilerde yetişebilirler miydi diye inceleniyorlardı. Bazı bitkiler normal bir şekilde dururken bazılarına suni şekilde oksijen veriliyordu. Ayrıca insan gözüne çok da uyan bir yapısı vardı. Gezerken bir bilimsel bir çalışma alanında değil bir parkta geziyormuşum gibiydi. Tek farkı normal bir parkta güneş ışıkları ile aranızda cam bir bariyer olmazdı…
Bitkiler arasında yürürken çardağa benzer bir yer gördüm, başında bir kadın ve bir çocuk oturuyordu. Kadın kumral saçlı ve muhtemelen benle yakın yaşlardaydı, çocuksa… Gri saçları ile oldukça garip görünüyordu, hayatımda ihtiyarlamış insanlar hariç kimsenin gri saçları sahip olduğunu görmemiştim. Çocuğun elinde kalem kağıt olduğunu bakılırsa bir şeyler çiziyordu, ara sıra da yanında oturan kadına gösteriyordu.
O sırada çocuk bir anda benim olduğum tarafa döndü, ”Bay Konrad!” diye bağırıp üzerime koştu elindeki resmiyle birlikte. Ben daha hiçbir tepki veremeden bacağıma sarıldı.
”Bak! Bayan Stella’nın ‘Yıldızkuşunu’ çizdim, nasıl olmuş? Daha ekleme yapacağım tabii, henüz bitmedi.” dedi elindeki kağıdı bana göstererek.
”Komutanım!” diye hemen selam durdu çocuğun yanındaki kadın.
Tamamen hazırlıksız yakalanmıştım, dilim tutulduğundan bir şey deyip onları düzeltemedim. Paul, bile ürküp savunma pozisyonuna geçmeye çalışmıştı cebimde.
”Komutanım?” diye tekrarladı kadın anlamamış bir şekilde bana bakarak, ardından biraz üzerimi inceleyince bu ciddi hali bir anda söndü.
”Doğru ya, komutan bir ikiz kardeşi olduğundan bahsetmişti. Ama yine de bu kadar benzediğiniz aklımın ucundan bile geçmedi.” dedi gülerek.
”İlk kişi değilsiniz.” diyebildim sadece.
”Bu arada ben Stella.” dedi kadın elini uzatarak, elini sıkıp kendi adımı söyleyecekken lafa girdi, ”Konstantin, komutan anlatmıştı.” dedi.
Biz tanışma faslını geçmeye çalışırken çocukta bizi şaşırmış gözlerle seyrediyordu.
”Sen Bay Konrad değil misin?” diye sordu bana bakıp. Bu masumca sorusuna karşılık diz üstüne çöküp gülerek cevap verdim:
”Hayır, kardeşiyim onun.”
”Çok benziyorsunuz…”
Cevap olarak sadece saçlarını okşamakla yetindim.
Ardından onlarla birlikte çardağa oturdum. Adının ”Pervyy” olduğunu öğrendiğim bu küçük kız neşeli bir şekilde resim çiziyor, çizdiği her ayrıntıyı heyecanla bize gösteriyordu. Yaşına göre (6-7 yaşlarında olduğunu tahmin ediyordum) iyi olduğunu itiraf etmem lazım.
”Bayan Stella çok havalı! Bence o galaksinin en iyi pilotu, kimse onun kadar iyi atmosfer dalışı yapamaz!” dedi heyecanla.
Yıldızkuşları hem uzay boşluğunda hem de gökyüzünde uçabilen jetlerdi. En önemli özellikleri ise gökyüzünden uzaya veya uzaydan gezegene girebilmeleriydi. Bunu yapabilen en küçük vasıtalardı aynı zamanda. Bu konuda Federasyon içerisinde eşsizdiler.
Stella ise Mars’ta doğup büyümüş biriydi. Esmer tenli, mavi gözlü bu kadın Lübnan kökenli bir baba ve Fransız kökenli bir ailenin çocuğuydu. İngilizcesindeki bariz Fransız aksanı bunu belli ediyordu.
”Komutan Konrad, bize senden bahsetmişti. Senin buraya geleceğini duyunca epey de şaşırmıştı hatta. Söylediğine göre asker olabilecek son kişiymişsin.” dedi.
Güldüm, ”Doğru demiş.” bunu Fransızca söylemiştim.
Kendi de jestime karşılık olsun diye ortalama bir Almancayla, ”O zaman niye katıldın?” diye sordu.
”Ailesel meseleler…”
”Bay Konr… Yani Bay Konstantin, resim çizebilir misin?” diye sordu Pervyy, bana dönüp.
”Sanırım yapabilirim.” dedim. Resim çizme yeteneklerim gayet iyidir ama yine de uzun zamandır (üniversite ilk yıllarından beri) bir şeyler çizmediğimden paslanmış olma ihtimalim vardı.
”O zaman bir Yıldızkuşu çizebilir misin?”
”Deneyebilirim sanırım.”
Yıldız kuşunun üç aşağı beş yukarı neye benzediğini kafamda hayal edip çizmeye başladım. Yarım saat kadar sonra her şeyiyle bir tane çizmiştim.
”Bu harika!” deyip resmi aldı Pervyy.
”Bence dil bilimciliği yerine ressamlığı tercih etmeliydin.” dedi Stella gülerek.
”Abartma o kadar. Ama yine de ilerdeki kariyer imkanlarını değerlendirebilirim.” dedim.
Ardından gözüm saatime takıldı, resim çizmekten Konrad’la buluşmam gereken saati kaçırmıştım. ”Schaize” diye içimden kendime küfredip ayağa kalktım, ”Benim gitmem lazım, işim var da.” dedim hızlıca.
”Pekala, tchüss!” dedi Stella.
”Au revoir!” diye karşılık verdim ona.
”Bay Konstantin! Bana bir daha resim çizer misin?” diye sordu Pervyy.
”Vakit bulursam neden olmasın.” diye yanıtladım kızı.
Botanikten çıktıktan hemen sonra tanıdık bir ses duydum:
”Yeni arkadaşlarını sevdin mi?”
Kendisi bunun dedikten sonra Konrad’a dönüp sordum:
”Kaç dakikadır buradasın?”
”Sen 10 dakika kadar gecikince kesin bir şey dikkatini çekmiş onla uğraşıyorsundur diye düşündüm. Şanslıydım ki tekte tutturdum.”
”Aferin sana.”
Üs çıkışına doğru bir süre yürüdük.
O sırada aklıma takılan bir şey tekrar gün yüzüne çıktı:
”Bir şey soracağım…”
Konrad çoğu zaman olduğu gibi yine sözümü tamamlamak için araya girdi:
”Pervyy’de bir gariplik olduğunu soracaksın, değil mi?”
İç çektim, ”Evet.” dedim sadece.
İkiz kardeşlerin telepati yapabildiklerini söylerlerdi, sanırım bu ben ve Konrad için tek taraflı olarak vardı.
”Pervvy bir yapay insan. Gen bankasındaki rastgele biri ile Hawking’in ele geçirilişi sırasında orada bulunan ve intihar etmiş Erdalı bir bilim kadının genleri birleştirilerek oluşturulmuş bir çocuk.”
Konrad bunları deyince şoke olmuştum, ”Yani bir İnsan-Erdalı melezimi yarattınız?”
”Evet, ve sonuçlarda oldukça başarılı. Fenotip olarak iki türün birleşimini tam anlamıyla taşıyor. Genotip olarak da öyle, yaşıtı olan diğer çocuklara oranla daha uzun ayrıca akciğerleri hem Dünya hem de Erda atmosferine alışık.”
İnsan deneyleri, Federasyon tarafından kesinlikle yasaklanan bir şeydi. Cezası kesin ölümdü. Bunun dışında klonlar ile yapılan deneyler devlet kontrolü ve izni dahilinde yapılabilirdi. 26. Yüzyılın ikinci çeyreğinde klonlama ve genleriyle oynanmış insanlar çok sıra dışı şeyler değildi. Çocuğu olamadığı veya evli olmayıp evlatlık edinmek de istemeyen kişiler kendilerini klonlatıp onlara çocukları olarak bakabiliyordu. Ayrıca zengin aileler çocukları daha anne karnındayken çocuklarının genleri ile oynayarak onların fenotipine karar veriyor hatta olası genetik hastalıklarını önleyebiliyorlardı. Tabii bunlar biraz tuzlu işlemlerdi.
Ben hala öğrendiğim şeyin şaşkınlığında iken kapıya gelmiştik bile. Bana gaz maskesini uzattı. İkimizde gaz maskelerini takınca dışarı çıktık. Konrad’ın deyimiyle ”tam Erda” deneyimi için arazi araçlarından birine binip üsten uzaklaştık. Binaların ve yapıların daha seyrek olduğu bir yere gelince aracı durdurup indik. Paul’un renginin üs çıkışına oranla koyulaşmasına bakılırsa nispeten oksijeni daha yüksek bir yerdeydik.
”Şimdi, maskeni çıkart.” dedi. Konrad’ın beni öldürmeye çalışmadığını veya bana acı dolu bir ders vermek amacında olmadığını umup maskeyi çıkarttım ve Erda’nın havasını içime çektim.
Hiçbir şey olmadı.
”Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Konrad o da maskesini çıkartmıştı.
”Hiçbir şey hissetmi… Hayır, sanki vücudum enerjiyle dolmuş gibi…” dedim.
”Daha mutlu, daha konsantre; sanki tüm gün koşup hoplayıp zıplayabilecek gibi, değil mi?”
”Evet…”
”İnsanlar olarak Erda’ya oranla düşük oksijenli ortamlara uyum sağlamış canlılarız. Erda gibi oksijenin daha yüksek olduğu bir yerde vücudun olması gerekenden çok daha fazla oksijen alır, hem de bunu daha az eforla yapar. Bu da sana verdiği hislerin yanında daha hızlı ve daha güçlü olmanı sağlar. Emin ol şu an yarım saat hiç durmadan atletler gibi koşabilirsin.”
”Peki o zaman niye maske takıyoruz?”
”İlk olarak her ne kadar oksijeni bu seviyelerde soluyabilsek de ani basınç değişimleri oksijen zehirlenmesine sebep olabiliyor. Bunun da yanında fazla oksijen hızını ve gücünü arttırdığı gibi metabolizma hızını da arttırır, bu da organlarını olması gerekenden fazla yorar. Yarım saat hatta bir saat boyunca aralıksız koşabilirsin, ama sonunda yorgunluktan ölme ihtimalin oldukça yüksek.
Bunun yanında, maskelerle birlikte kullanacağın askeri kasklar korkunç bir görüntü yaratır, Erda halkı üzerindeki psikolojik üstünlüğümüzün devam etmesi için lazım olan bir şey bu.”
Psikolojik üstünlük konusu Erdalıların bize olan bakışı ile ilgili bir durumdu. Erdalıların (en azından halkın) ne olduğumuz hakkında herhangi bir fikri yoktu. Bizi şeytanlar veyahut canavarlar olarak görüyorlardı. Onlar için bizler ”Terralılardık”. Konrad’a Latince de ”Dünya” anlamına gelen Terra kelimesini nereden öğrendiklerini sorunca dediği tek şey ”iş birlikçileri var” olmuştu.
”Peki bu durum için çözümün nedir?” diye sordum. Oksijen zehirlenmesini engellemenin veya metabolizmayı dengelemenin bir yolu olmalıydı.
Konrad güldü, ”Çok basit, maskeyi çıkarmayacaksın.”
…
Konrad’la üsse dönerken güneş yavaşça batmaya başlamıştı. ”Bir şeyler öğrenirken zaman ne kadar hızlı geçiyor?” diye geçirdim içinden.
”Yarın için hazır mısın?” diye sordu Konrad, yarın sivil olarak değil asker olarak var olacaktım burada.
”Her zaman. Ama aklıma takılan bir şey var.” dedim.
”Ne gibi?” diye sordu Konrad.
”Sonuçta orduya bir bilim adamı veya doktor olarak değil, bir asker olarak yazıldım. Benim için diğerlerine köstek olmadan içinde bulunabileceğim bir görev bulabilecek misin?” diye sordum, normalde askerde komutan ne derse yapılırdı, bu bir numaralı kuraldı. Ama karşımdaki en nihayetinde kardeşim olduğundan kafama takılan bu şeyi sorma gereksinimi duymuştum.
Konrad her zamanki pis gülümsemelerinden birini yüzüne takıp konuştu:
”Hem de en alasından.”