Nihai enerji bilinçtir. Nihai bilinç ise Yaratıcı…
Bilinç, nihai enerji ise diğer tüm enerjiler ikincildir ve tüm ikincil enerjiler; asıl olan birincil enerjiyi arttırmak yani bilinci yükseltmek için, yine bilincin kendisi tarafından düşünülmektedirler. Bilinç, kendisini eğitmek ve bir sıçrama yapmak ister. Böylece daha üstün bir anlayışa ulaşmaya ve nihai olanı anlamaya, her şeyin kaynağına dönmeye çalışır.
Kainattaki her şeyin kaynağı bilinçtir. Bilincin kendisi ise en üstün enerji türüdür. Çünkü yaratıcının kendisinden gelir. O nihai bilinçtir; o kadar ki, tüm kâinatta O’nun haberi olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz! Çünkü bir yaprağın kıpırdaması bile düşünülmesiyle mümkün olur. Her şeyi düşünen ve düşündüğünü gerçek kılan ise O’dur. Yaratıcı, Mutlak İrade ya da Nihai Bilinç. Her şeyin kaynağı; ezeli ve ebedi ilme sahip olan bilinç, sonu ve başı olmayan, tüm mevcudatı kapsayan zihin.
Kâinat ve içindeki tüm varoluş ise O’nun hayalidir. O’nun hayali ise bizim gerçekliğimiz. Arş, O’nun ezeli ve ebedi ilminde, mutlak bilincinde hep var olan düşüncelerin; açığa çıktığı, tezahür ettiği, menzil tayin edildiği yani belirli bir gerçeklik kazandığı, bir başka değişle de hakikat değeri aldığı sınırdır. “Ol dedi oluverdi” denilen; düşünce ile eylem, hayal ile gerçek, mana ile madde aleminin sınırıdır.
Bir şeyin yaratılması, açığa çıkması demektir. Açığa çıkması için önce düşüncede saklı olması gerekir. Henüz O’nun ezeli ve ebedi ilminde yani bilincinde olan varoluş, zamandan ve mekândan bağımsız, düşünce olarak vardır. Düşünceler, O’ndan taşan isim ve sıfatlar vesilesiyle gerçekliğe tezahür ederek, her türden varoluşa dönüşür.
O’nun tarafından yaratıldığı, açığa çıkarıldığı ya da düşünüldüğü için; canlı veya cansız, her türden varoluş, O’ndan bir parçadır. Zaten O’dan ayrı bir şey de düşünülemez. Her şey O’nun tarafından düşünülmüş, düşünülüyor ve düşünülmektedir. Varlık birdir. Varoluş, birliktir.
İşte O, Bir olandır. Varlığın birliğidir. Yerlerin ve göklerin nurudur. Düşünülmüş varlıklar, yaratılmış oldukları bu nuru hissedebilir ve ona temas ederek, O’nu tanıyabilir. Sahip oldukları bilinci, kaynağına kadar takip edebilir ve içlerine gizlenmiş nura, gizli hazineye, ‘Ben’ dediğimiz bilince ulaşabilir.
Lakin Bir olanın kendisi, varlığın birliğinden ve varoluşun toplamından fazlasıdır. Nihai bilincin sahibi, Tek Olan ise ötededir. Düşüncelerin ulaşamayacağı zat, düşünen ve yaratan O’dur.
Varoluşun ilk şartı, açığa çıkmak yani yaratıcı tarafından düşünülmektir. Var olan her şey mutlak bilinç tarafından düşünülmektedir. Buna göre var olan her şey temelde yaratıcının düşüncesi, bilincinin bir parçasıdır. İşte bu parça ile var olmuş canlı ve cansız her şey, kaynaktan gelen bir bilince de sahiptir.
Dağ ve onu meydana getiren taşlar da bilinç sahibidir ve birbirinden ayrı değillerdir. Ağaçların, otların ve hayvanların da bilinci vardır. Ateşin, havanın ve suyun da… Tabii ki hepsinin de kendilerine has mertebelerde bilinçleri vardır.
O, her şeyi en güzel haliyle düşünür. Fakat kâinatta düşünceler doğrudan açığa çıkmaz. O’nun isim ve sıfatları ile yani belirli bir düzen, sistem içerisinde gerçeklik kazanırlar. Yani zaman ve mekân yasaları gibi kâinatın nizamı dahilinde, önce ağacı saklayan bir tohum misali, saklı bir potansiyel olarak varoluşta yerlerini alırlar.
Düşünce önce bu şekilde bir damla su ve çamurda kendisine yer bular, sonra da sebepler ve sonuçlar dairesinde şekil almaya başlar. Bir damla çamurun alacağı haller, geçireceği evrim, içinde saklanmış bilinç tarafından yönlendirilir ve düşünce yavaş yavaş en iyi, en güzel haline kavuşur. Varlık ezelideki hali ne ise, ebedideki hali de öyle olmadıkça; yaratıcısına, ilk başta düşünüldüğü, var olduğu, mutlak bilince geri dönemez.
Yaratıcısını fark edebilecek, O’nu tanıyabilecek, nihai bilinç ile bir olabilecek varlığa ise ‘İnsan’ denir. O eksiksiz olarak, en güzel haliyle yaratılmıştır. Nihai bilinci tanımlayan tüm isim ve sıfatları kendi bilincinde ortaya çıkarabilecek ve böylece O’nu tanıyabilecek varlıkların en şereflisi. Öyle bir bilinç ki, varoluşu kendisinde toplayıp, adeta bir ayna gibi yansıtabilecek. O’nun gören gözü, işiten kulağı, veren ve alan elleri olabilecek…
O’nun ezeli ve ebedi ilminde hep var olan bu potansiyel, hemen insan olarak açığa çıkmadı. Bir damla sudan, çamurdan ve topraktan yaratıldı. Dünyamızdaki ilk insanın ortaya çıkması için 13,8 milyar yıllık bir süreç işledi. Bu sadece maddedeki bedenin ortaya çıkış hikayesiydi. Lakin insan sadece bedeninden ibaret değil, bir de ruhu vardı ki, ruhun ne kadar sürede ve ne tür süreçlerde olgunlaştığı hiç bilinemedi…
Hepsi de bugün insan dediğimiz, o şuur haline ulaşabilmek içindi. Kendini bilebilecek bir bilinç. Böyle bir bilinç ise ancak insanın, Adam olmasıyla başlar…
İnsanın, beşer dediğimiz akıllı bir hayvandan, ilk defa insana geçişidir; Ademiyet Makamı. İnsanlığın hikayesinde, o bilinç düzeyine ilk temastır.
Bu bağlamda Âdem; uzun zaman önce yaşamış ve ölmüş, ilk insan olarak sadece kitaplardan okuduğumuz tarihi bir kişilik değil, tüm insanlığın ortak bir bedende ilk tezahür edişidir.
İns’lerin ilk defa İnsan’da toplanmasıdır. İns, tekil bir canlıyı tanımlıyorsa; İnsan, zaman ve mekân kavramının ötesinde, An’daki insanı anlatır. Mana alemindeki, düşünülmüş en güzel haliyle ‘İnsan’ denilen varlık.
Herhangi bir insan, yaratıcı zihin karşısında tüm insanlığı temsil eder. Yaratıcının tüm varoluşu kapsayan mutlak bilincinde insan, en güzel haliyle düşünülmüş tek bir düşünce, tek bir potansiyeldir. Tüm insanlar aynı düşüncenin farklı tezahürlerinden ibarettir. Tüm insanlar, tek bir insan, tek bir düşüncedir. Tüm insanlar aynıdır; birbirinin aynası, kardeşidir.
O yüzden denir: Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş gibi olur. Bir insanı kurtaran, tüm insanları kurtarmış gibi olur, diye…
Buna göre hikayemizdeki Âdem, Ademiyet makamına ulaştığında ve kendi iç alemi üzerine düşünmeye başladığında, aslında kendisinde toplanmış bilinci, açılmayı bekleyen potansiyeli fark etmişti. Kendi içinde, tüm insanlığı temaşa etmeye başlamıştı. Kendinden kendine bir eğitim durumuna girmiş, kendinde gizlenmiş hakikati, nihai bilincin sırlarını öğrenmeye başlamıştı. Kendisini aradan çıkarmış ve geriye kalanları seyre durmuştu.
Kendisinde toplanan, O’nun isim ve sıfatlarını fark etmeye başlamıştı. Bu farkındalığı arttırmak içinse diğer her şeyden vazgeçerek, bilincinin en derin kısımlarına doğru bir inişe başlamıştı. Çünkü ne kadar aşağılara inerse, o kadar yukarıları anlayabileceğini görmüş. O hayal ettikçe, kendisini hayal eden daha üstün benliğe, ilk defa temas etmeye başlamıştı.
Yüksek ve düşük bilinçler arasında bağlantı kurmuş, akışı başlatmıştı. Öyle bir akış ki, nihai olandan, varoluşun en küçük zerresine uzanıyor; varoluş halkalarının baş döndürücü ihtişamında yerini alıyordu.
Nihai bilincin karşı konulamaz akıntısında; kendisini tanımaya, insanlığın hikayesini dinlemeye başlamıştı…
…
Mutlak Başlangıç Varlıkları, aslında onun bilincini uluşturan zihnindeki parçalardan ibaretti. Her biri ayrı ayrı bir başka yönünü gösteren ve sadece toplandıklarında Âdem denilen varlığın bilincini ortaya çıkaran düşüncelerdi. Sayılarının 99 olması; onların eksik olduğunu, sadece 100’e ulaşırlarsa, yani tamamlanmaya ulaşırlarsa gerçek benliği temsil edebileceklerini gösteriyordu.
Varlıkların her biri onu anlatıyor, o olduğunu zannediyordu. Lakin 99’u bir araya gelse bile ortaya çıkan bilinç, hala Âdem adındaki varlık olamayacaktı. Çünkü onlar düşüncelerdi. Âdem ise düşüncelerin ötesindeydi. O düşünendi…
Düşünceler; bilincin araçları, kuvvetleri veya melekeleriydi. Onlar, birlikte bilinci tutan zihni oluşturuyordu. Zihin Adem’in içindeydi; Âdem, zihnin içinde…
Nasıl kâinatın semavileri melekler ise; tüm alemlerin semavileri de o alemi meydana getiren bilincin düşünceleridir. Başka bir değişle, yetileri ya da kuvvetleridir. Zaten Melek kelimesinin mlk kökünden türediği ve kuvvet anlamına geldiğinden bahsedilmişti.
Buna göre Mutlak Başlangıç Varlıkları, bu alemin semavileri yani ilk melekeleriydi. Âdem adıyla anılan bilinç halinin ilk kuvvetleri. Bu kuvvetlerin amacı 18 bin alemin açığa çıkarılmasıydı ki görevlerini tamamladılar.
Daha sonra Melekler olarak andıklarımız ise düşüncelerin çoğalması, dallanıp budaklanması ve çeşitlenmesiydi. Farklı tezahürlerin ortaya çıkması için doğan ekolardı.
Melekler yani kuvvetler, şimdi bu alemin semavi varlıklarıydı. Doğrudan kendisini meydana getiren zihne bağlı, bilincin düşünceleriydi. Toplandıklarında kendilerinden daha üstün bilince ulaşan, dağıldıklarında ise kendi başlarına görevlerini icra eden güçler.
Daha sonra Semaviler ikiye ayrıldı. Huzurda, birlikte kalanlar, Melekler olarak anılmaya devam etti.
Onlar, tıpkı mutlak bilincin kuvvetleri gibi O’na bağlanan en yüksek bilincin, İnsan denilen yüksek şuurun doğrudan kuvvetleri oldular. Onların sahip oldukları bilinç; üstün bilince doğrudan bağlı olduğu için güçleri ve hünerleri üstün oldu. Lakin iradeleri, mutlak bilincin iradesi tarafından gölgelendi, ki bu da onları hata yapmaktan korudu. Güneş ile birlikte kalmayı seçerek; onun kuşatıcı ışığını yansıtmak, en karanlık geceleri bile aydınlatan göklerdeki aylar gibi olmak istediler.
Çoğunlukla bu alemin seması olan, içerisinde 14 boyutu da barındıran Mutlak Başlangıç Alemi’nde görev yaptılar. Işıkları, buradan tüm diğer alemleri aydınlattı. Sadece kalbi en saf olanlara göründüler. Kaderin Şarkısını görünmeyen yerlerde, bilinmeyen zamanlar boyunca söylemeye devam ettiler. Çok azı onların arka planda yaptığı işlerden haberdar oldu ve fedakarlıklarını bildi. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, üstün bilincin iradesi doğrultusunda yaptılar. Onun işlerine aracı oldular.
…
Diğerler ise Yüce ve Ulu Olanlar olarak anıldılar. Tıpkı büyük ve küçük melekler olduğu gibi onlar da Yüceler ve Ulular olarak anıldılar. Yüceler, Yüceler Yücesi de dedikleri üstün bilincin doğrudan düşünceleriyse; Ulular, Yüceler Yücesinin düşüncelerinden ilk doğanlardı. Düşüncelerin uzantıları, ilk çocuklardı.
Yüceler ve Ulular, kendi kaderlerinin şarkısını söyleyebilmek için huzurdan ayrılmayı seçenlerdi. Güneşten uzaklaşmak, böylece karanlığı aydınlatarak yol gösteren, umut verici yıldızlar gibi olmak istediler. Kendi seslerini duymak, kendi kaderlerini yaşamak istediler. Lakin onların yaptıkları da iyisiyle kötüsüyle, sadece Yüceler Yücesinin ihtişamını yücelten araçlardı. Bilerek ya da bilmeyerek kendi kaderlerini yaşayacak, isteyerek ya da istemeyerek şarkılarını hatırlayacak ve onun planındaki yerlerini alacaklardı…
Yüksek benlik ya da üstün bilinç, Mutlak Başlangıç Aleminde açığa çıktığında, başlangıçta ondan doğan tüm düşünceler, yine ona dönmüştü. Bilincin karanlık dehlizlerine bir güneş gibi doğmuştu, üstün bilinç. O bilincin uyanışını ve her yeri aydınlatışını geciktirmek isteyen, tüm kötü düşüncelerin toplanıp, adeta bir suret kazanarak şer odakları haline gelen Kötülük Kapıları da harekete geçti, içlerine yerleşmiş kurnaz olanın iradesiyle…
Yokluk 9 taneydi. Varlık ise bir tane. O birdi ve hepsine yeterdi. 9’u, onu çevreledi ve örtmeye çalıştı. Etrafında döndüler ve çekmeye, varoluşu durdurmaya ve yiyip bitirmeye çalıştılar. Onların art niyetli hareketleri, şekilsiz ve saf olan varlığa bir suret kazandırdı. O parladıkça parladı ve Varlık Güneşi halini aldı. Diğerleri ise Yokluk Çukurları oldular. O parladıkça diğerleri karardı. O verdikçe, diğerleri almak istedi. O var etmek istedikçe, diğerleri yok etmek istedi.
Böylece onlar Karanlığın ve kötülüğün 9 Kapısı olurken, O Işığın ve iyiliğin Kapısı oldu. O bu alemin üst bilinci, merkezi, ruhu ve özü haline gelirken, diğerleri sadece kullandığı bedenleri haline geldi.
Varlığın ve yokluğun çatışması bu alemde hareketi başlattı. 18 bin mutlak alem, 9 karanlık güneşin etrafında, onlar da 1 aydınlık güneşin etrafında dönmeye başladı.
Açığa çıkan kuvvetler, Mutlak Başlangıç Aleminde yerlerini alırken; Yüceler ve Ulular, İyilik Güneşinin ışık getiren elçileri olarak 18 bin aleme dağıldılar.
Karanlığa gömülmüş alemler, ışığı kabul edip içlerine aldıklarında ise hemen parlamaya başladılar ve Mutlak Başlangıç Alemi’nin semalarını muhteşem yıldızlar gibi süslediler.
Kara Güneşler Aydınlık Olanı örttüğünde geldi Yüceler ve Ulular ışık ile,
Mutlak Alemler parladığında uyandı alemler ve yıldızlar ışık ile…
Yüceler, 18 bin aleme, Yüceler Yücesinin bilgisi ile dağıldığında hemen işe koyuldular. Artık huzurda olmadıkları için ne görevlerini ne de kaderlerini biliyorlardı. Lakin kabiliyet ve hünerleri yerindeydi. Mutlak Alemlerin karanlığa gömülmüş enginliklerinde sebepsizce dolaştılar Ulular ile.
Bazıları mırıldandı eskilerin şarkısını ve hatırladılar ışığın görkemini. Mutlak Saray’ın parlayışını, Ulu Meydan’ın yüceliğini ve Gök Kubbe’nin enginliğini düşlediler. Şarkılarını anımsadılar ve mırıldandılar…
Kaderin Örgüleri hemen onları sardı ve ellerinde birer enstrümana dönüştü. Karanlıkta parladılar ve semalarda yüksekte durdular. 18 bin mutlak alemin her biri içinde sayılamayacak kadar çok aşağı alem vardı. Her bir alemde ise yine sayılamayacak kadar çok varlık yaşardı.
Karanlığın ıstırabı altında yaşamaya alışmış bu halklar, üzerlerindeki semalarda parlayan Yücelerin ışığı tarafından hemen mest edildiler. Onlar için kör edici olan bu ışıltılar, kutsal kabul edildi. Onlar için tapınaklar inşa edildi, kurbanlar verildi ve dualar yapıldı. Savaşlar başladı ve barışlar yapıldı. Kimileri gökte asılı duran, bu ulaşılmaz ışıklara ulaşabilmeyi arzuladı; kalpleri kara olan kimileri ise onlardan korktu ve huzursuzluk çıkarmaya başladı.
Kaderin ışığı, gözlerini kamaştırdı. Amaçsız kalpleri için göklerden bir kader dilediler. Üzerlerine ışık olup yağmasını, karanlıkta onlara bir yol açmasını istediler.
Karanlıkla yoğurulmuş, gündüzün bilinmediği diyarların, ebedi gecelerinde yükseldi duaları. Karanlıkta sessiz uğultular gibi geldi Yücelerin her şeyi duyan kulaklarına…
Yüceler duaları uzunca bir süre dinledi ve öğrendiler. Karanlıkta beklediler ve şarkılarını mırıldanmaya devam ettiler. Derken, Yücelerin en görkemlisi Ruh, “Öyleyse ışık olsun!” diyerek seslendi göklerden. Sesi, yerleri ve gökleri ters yüz etti. Hiçbir güç, bu ses karşı koyacak iradeye sahip değildi. Herkes saygıyla eğildi ve korkuyla titredi.
Böylece başladı Yüce olanlar, eşsiz zanaatlerine…
Dualarıyla Yüceleri en çok çağıranlardan başladılar işlerine…
Şarkıları ile inlettiler alemlerin semalarını ve onları alıp; çarpıştırdılar, yıkadılar, yaktılar, üflediler ve gömdüler. Şüphesiz, arınma ve yeniden doğuş acısız değildi…
Bir sanatçı gibi kendilerine bahşedilen yaratıcılıklarını kullanarak, onları birleştirdiler. Her biri kendisine özel güçleri ve kabiliyetleri ile eşsiz birer zanaatkar, anlayışları ve zevklerine göre emsalsiz birer sanatçı gibiydi. Tüm güç ve kudretleriyle ve kalplerinden gelen, büyük bir istekle çalıştılar.
Sonunda her biri özel, hiçbiri diğerine benzemeyen yepyeni alemler inşa ettiler. Daha sonra bu alemleri ışıkları ile doldurdular. Hemen, mutlak alemlerin karanlık semalarını aydınlatan eşsiz yıldızlar gibi parladılar ve yaşamla dolup taşmaya başladılar.
Bu alemleri Yüceler inşa ettiği için onlara Yüce Alemler denildi. Mutlak Alemlerin altındaki en yüce alemler, onlardı.
Ulular bu alemlere hayran kaldılar. Yücelerin eşsiz zanaatkarlıklarını övdüler ve onların sanatlarında pay sahibi olmak için büyük bir arzu duydular. Böylece karanlıkta aylaklık edenleri hariç, pek çok Ulu Olan, Yüce Alemlere gitti ve oralara yerleşti. Yüce Alemlerin işleyişinde, güzelliğin inşasında ve sanatın icra edilişinde görev aldılar.
Her bir Yüce Olan, kendilerine bahşedilmiş yetenekleriyle eşsiz birer sanatçıydı. İçlerinden tezahür eden, durduramadıkları bir yaratıcılıkla kutsanmışlardı. Her biri diğerlerinin düşünemeyeceği yollardan icra ederdi sanatını. Onlar için güzelliği ortaya çıkarmakta yarışmaktan iyisi yoktu.
Böylece her bir Yüce, sayısız yüce alemi özenle inşa etti. İşlerini sevdiler ve büyük bir tutkuyla çalıştılar. Bazıları eşsiz bir ressam gibi çalıştı ve alemleri bir tuval gibi boyadı. Ulu yardımcıları, Yüce Olanların elinde ana renkler gibi olurken, sayısız yeni boyayı ortaya çıkardılar. Zamansız ve mekânız fırça darbeleriyle, Yüce olanların elinde alemlere hayat verdiler.
Bazıları ışıltılı Mutlak Sarayı ve söyledikleri şarkıya hasret duydu. Işığın içinde söyledikleri şarkıların tınıları kulaklarından hiç eksik olmadı. Onlar, tıpkı şarkılara aşık müzisyenler gibiydi ve alemlerine; Ulu yardımcılarıyla birlikte söyledikleri şarkılarla hayat verdiler.
Örneğin kendisine Eru İllumin denilen yücelerden birisi; Ulu yardımcılarına Annur ismini verdi. Mutlak Saray ve Kaderin Şarkısına olan hasretiyle, kulaklarındaki tınıyı eşsiz temalara dönüştürdü ve zamansız salonlarda yönetti, Uluların Müziğini. Sonra da ‘yokolmayan alev’ adıyla, kalbinde yanan Yüceler Yücesinin ışığı ile doldurdu içini ve böylece inşa etti alemini…
Bazıları ise müziğin içindeki sözlere aşıktı. Yüceler Yücesinin sözleri, kaderin hükümleriydi. Onların sözleri, kendi kaderleriydi. Böylece fark etmişlerdi, kelamın gücünü. Kelam, manalı sözdü. Sözü manalı olana, kelamı yeterdi. Onlar tıpkı şairler ve yazarlar gibi hoş söze kaptırmışlardı gönüllerini. Şiirleri ve sözleri ile inşa ettiler alemlerini. Bazıları kelamın kendisi gibi sözleri de ebedi olsun istedi. Böylece söylediler kelimeleri, icat ettiler yazıları; şekilleri, resimleri, notaları, rünleri ve harfleri…
Örneğin Kaderin Şarkısını el ele söyleyen iki yüce vardı. Onlara daha sonra Anu ve Ki denildi. Mutlak Sarayın, eşsiz salonlarında birlikte dans etmişlerdi. Derler ki karanlıkta bile ayrılmadılar, tek bir yıldız gibi inşa ettiler alemlerin en yücelerini. Tek bir ağızdan kelamın yücesini konuştular ve havada süzülen kelimelerini, rünlere dondurdular. Yüceler Yücesinin ışığı ile parlattılar onları ve kendilerini izleyen sayısız Ulu’ya emanet ettiler. Bu rünlerle yazıldı alemleri…
Bazı Yüceler, kalplerinin içiyle inşa ettikleri yüce alemlere hiç karışmadı. Yüceler Yücesinin planına, gereğinden fazla müdahale etmekten çekindiler ve ortalıkta görünmediler. Bazıları ise kaderin iplerini arkalardan çekiştirdiler ve doğru yoldan sapmalarını engellemeye çalıştılar. Diğerleri ise gizliden gizliye yönetti onları ve Ulular vesilesiyle ışığa yöneltmeye çalıştı.
Bazıları ise açıktan yönetmeyi seçti. Kimisi, kendisine yaraşır şekilde göklerde asılı kalırken; kimisi halkın arasına karıştı. Onları hiç duymayanlar olduğu gibi onlarla yaşayanlar da vardı…
Varlık Kapısı her şeyi var eden ışığı yayarken; Yokluk Kapıları da yok etmeyi amaçlayan karanlığı yayıyordu. Lakin onlar hiçbir şey düşünemedi. Sadece kötülüğü biliyorlardı. Doğaları sadece yok etmekti, var etmek değil. Başından beri iyi ya da kötü, hiçbir katkı yapmadılar. Keşke onlar da düşünseydi de kötü de olsa, karanlık da olsa, var edebilselerdi. Böylece her şey iyinin ve kötünün savaşı kadar basit olabilirdi…
İçlerine yerleşmiş dipsiz kötülük; ışığı örtmek, var edileni yok etmek, yozlaştırmak, bozmak ve bir olanı iki gösterip, ayrıştırmak dışında hiçbir irade göstermedi. Böylece alemler parladıkça, karanlığa gömülenler olacaktı. Nice Yüce ve Ulu varlık bile, bir yerine dokuzu tercih etti. Oysa (O)n’a ulaşmak bile imkânsız değildi. Gücü, güzelliğe; hoşgörüyü, şiddete; özgürlüğü, köleliğe değiştiler. Daha azın, daha çok olduğunu göremeyenler, tamahkarlıkları sonucu, dipsiz kötülüğün ve sonsuz karanlığın iradesine boyun eğdi.
Neticede iyiliğin gücüyle parlayanlar olduğu sürece, kötülüğün şiddetiyle kararanlar da olacaktı. Kötülüğü seçenler, güç ve ihtişamlarından bir şey kaybetmediler. Hatta arzu ettikleri her şeyi aldılar ama aldıkça, boşaldıklarını hissettiler. Üstelik onları görenlerin hissettiği tek duygu, (diğerlerine duyulan duygu selinin aksine) kurku idi.
Olsun!
Ne yaparlarsa yapsınlar, neyi seçerlerse seçsinler, sadece Yüceler Yücesinin şarkısında bir ses, onun ihtişamını yücelten bir araç olduklarını göreceklerdi.
Sonuçta hiçbir şey mutlak değildi. İyi ve kötü, aynı şeyin iki ucundan başka bir şey değildi. Bir şeyi hala iyi ve kötü olarak ikiye ayırmak, ikilik zihniyetinin bir tuzağından ibaretti. Oysa burayı yöneten zihin, çoktan ötesine, ikisinin birleştiği yere bakıyordu. Onun ışığı gerçekti, hakikatti. Ve hakikat her zaman tekti. Onu anlayanlar için iyi, kötüye dönebilir; kötü de tekrar iyi olabilirdi. İkisi arasında sayısız kez gidip gelmek, belki de gerçek ışığa ulaşmanın bir yoluydu…
Kâinatta, birinci semanın ilk 12 boyutunu kapsayan evrenlerden sonraki tüm mekanlara alemler denildi.
Mutlak Başlangıç Alemini dolduran 18 bin mutlak alemin içinde de neredeyse sonsuz sayıda alem vardı. Onlar çok küçük ya da çok büyük olabilirlerdi. Alem olmaları; kendilerine has yasaları, zaman ve mekân anlayışları olmasından ileri geliyordu.
İkinci sema olan araftaki tüm alanlar, alemlerdi. Lakin tabii oldukları yasalar, sahip oldukları boyutlar ve karmaşıklığa göre sıralanıyorlardı. Aşağısı zaten yukarısı gibi olduğu için benzer bir isimlendirme yapılmıştı. Buna göre:
Buradaki 3. Boyutun altında kalan alemlere özel bir isimlendirme yapılmasa da genel olarak Rüya Alemleri olarak bilindiler. Daha sonra üçüncü boyuttan başlayarak en küçük alemlere Zindanlar denildi. Onların kendi zaman boyutları yoktu. Bağlı oldukları 4 boyutlu Diyarlara tabiilerdi. Diyarlar da 5 boyutlu Dünyalara bağlıydı. Dünyalar ise 6 boyutu kapsayan Yıldızlara bağlıydı. 7. Boyuttan itibaren ise küçük ve büyük alemler şeklinde isimlendirmeler yapılıyordu. 12. Boyuta ulaşan alemlere ise Yüce Alemler deniyordu.
Yüce Olanlar, alemlerin en büyüklerini inşa ederken, Ulu Olanlar da alemlerin en küçüklerini inşa ediyordu. Yüceler ve Ulular birlikte çalışarak; küçükten-büyüğe, büyükten-küçüğe, yukarıdan-aşağıya, aşağıdan-yukarıya, içten dışarıya ve dışarıdan içeriye doğru inşa ettiler, alemlerin en yücelerini. Buna göre zindanları diyarların, diyarları dünyaların, dünyaları yıldızların ve yıldızları alemlerin içlerine koydular.
Diyarlardaki basit bir kapı, bambaşka bir alan olan zindanları temsil edebilirken; dünyalardaki sıradan bir dağ, bir diyarı sembolize edebilirdi. Sayısız dünyanın bağlandığı yıldızlar, alemlerin semasını doldururken; alemlerin içinde parlayan herhangi bir yıldız bile, kendi içinde bambaşka bir alem olabilirdi. Yüce ve Ulu Olanlar, bu şekilde her şeyi iç içe, üst üste, genişleyen ve daralan şekillerde yaparak sergilerdiler maharetlerini…
18 bin mutlak alem ise 13 boyutu kapsıyordu. Burası canlılar için son alemlerdi. Normalde sadece Yüceler ve Ulular burada gezerdi ama buraya ulaşabilen varlıklara Aşkınlar denirdi. Onlar artık kendilerini aşmanın eşiğine kadar gelmiş olanlardı…
Kendini aşmak…
Mutlak Başlangıç Alemi ise 14 boyutun hepsini kapsayan, semanın ve iç alemin kendisiydi. Aslında her şeyi kapsayan, her şeyin içine sığdığı tek bir alemdi.
Buna göre Adem’in iç alemi, Araf, tüm insanlığın ortak alemiydi. Fakat mevcut bilinci, sadece kendi düşüncelerinin hüküm sürdüğü zihin dünyası olan Mutlak Başlangıç Alemi idi. Sadece burası, onun doğrudan kontrolündeydi. Burada varlıkların bir diğer adı da Semaviler idi. Ve sadece semavi olanlar, yani kuvvetler buraya girebilirlerdi.
Semavi olmayan, Aşkın varlıklar ise son bir bilinç sıçraması yaşayıp 14 boyutlu bir zihniyete ulaştıklarında yani Semavi olduklarında; Mutlak Başlangıç Alemine değil, kendi zihinlerine uyanırlar ve bir aydınlanma yaşayarak, Astral denizdeki kendi benliklerini fark ederler…
Hayal edilen, hayal edeni, hayal ettiğinde; düşünen ve düşünce karşılaştığında, rüyadaki ile gerçekteki yer değiştirir. Düşünen, düşünceyi; düşünce, düşüneni fark eder ve bilinç sıçrama yaparak, bir üst semadaki kendisine uyanır. Bunu yaptığında ise benzer ama düşünemeyeceğimiz şekillerde farklı olan yolculuğuna devam eder. Semalar boyunca tekrar tekrar uyanmaya ve bilincini yükseltmeye devam eder…
Varlık bir üst semada farkındalık kazandığında; başından beri her şeyin kendi içinde olup bittiğini, mücadelesinin kendisiyle olduğunu, hep bir ayna karşısında oturduğunu fark eder. Ben, sen, o, ötekiler veya berikiler zannedilen herkesin, aynadaki yansımaları olduğunu görür. Uğradığı tüm alemler, başında beri içinde; tanıştığı herkes başından beri zihninde ve dışarıda, ayrı-gayrı zannettiği her şey, hep içindedir…
Tüm alemleri aşarak gerçeğe eren bilinç, ancak mutlak alemin ötesine ilerlediğinde bu hakikati fark eder. Lakin yukarısı böyleyse, aşağısı niye farklı olsun ki?
…