novel oku
1216351f 8459 41c6 934b 28edeeb5.png

ı yeni başlangıç

  • Nis 24, 2025
  • 0 takipçi
  • 0 inceleme
  • 0 görüntüleme

Hakkında

Kuyu ve Dağlar Arasında

Kuyuda büyüdüğüm zaman, dağların huzurlu olduğuna gerçekten inanmıştım. En azından, aşağıya doğru inmektense, yukarıya çıkmak bana huzur verir diye düşünmüştüm. Âmâ kesin olarak şunu söyleyebilirim: Arlur ayısı mağarasında sabahlamışsan, o huzuru ne kadar ararsan ara, bulamayacaksın. Yirmi ayak boyuyla keskin büyük dişleriyle ve uykuyu imkânsız kılan horlamasıyla benzersiz bir yaratık. Kuyudaki böceklerin aksine otobur olması ise oldukça şanslı hissettiriyor. Çocukluğumda kuyunun ara odalarından birinde bulduğum taş parçasının anısında arlur ayılarının otobur olduğunun sesini duymuştum. O zamanlar gülmüştüm. Ayıların otobur olması? Onları düşündüğümde aklıma, karanlıkta dolanan bir yaratık gelir. Ama taşın üzerine kazınanlar belki de bir başka bir delinin sözleri, bunları yazabildiğime göre yarı yarıya doğru. Kuyuya düşecek kadar aptal deliye teşekkür ederim.

O sabah, ayının o korkutucu hırıltılarıyla uyanmak… bir yanda uğuldayan rüzgâr, bir yanda ölü kurbağaların vızıltıları. Mezarlık kurbağaları. Bir de onları yediğimde ağzımda bıraktığı yapışkanlık var. Çamur çiğnemek gerçekten işe yaramaz, deneyimledim. Ama ne kadar çamur yesem de o yapışkanlık gitmedi. Mezarlık kurbağasını pişerken ağlaması, kuyudaki çığlıklarıma ne kadar benziyordu? Aynı sızlayan ses… Aynı sesin yankısı. Ne için bağırmıştım, hatırlamıyorum. Belki de çokça bağırmıştım, yeterince acı çekmemişimdir, kim bilir? Kurbağanın eti sayesinde, o bağırışlar bir şekilde bana huzur vermişti. Bir an, bir saniye, bir nefes… Sonra her şey yine kaybolmuştu. Orda ne için bağırmıştım. Gerçi kurbağanın oldukça az olan huzurlu anılarımdan birini almaması mutluluk verici

Dalla’yı ilk öptüğüm anı… o anı hatırlıyorum ve saklıyorum. Bir lütufkara karşı hayatımda önemli bir armağan olarak saklıyorum. Diğer her şey bulanık, diğer her şey sadece çamur ve kurbağalarla dolu. Galiba biraz daha rüzgara işemek yada ayı yanında uyamak gibi anılar biriktirmem gerek.

Günümüzde, bu  soğuk bataklık toprakları üzerinde Arlur kürkünün en taleb edilen şey olması, lütfumun bir gerekçesi mi yoksa kaderim dışında bir hayata sahip miyim bilmiyorum. Bazen düşünürüm; hayatı olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Her şeyin en derin noktasına inmeye çalışmanın bir anlamı yok. Belki de hayat, bir tür kabullenmedir. Ama ne kabullendik? Yalnızca hayatta kalmak mı? Ya da kim olduğumuzu, neden buradayız sorusunun cevabını bulmak mı? Şimdi, bu yazdıklarımı okuduğumda, içimde yine bir hıçkırık yükseliyor. Kuyu, dağlar, Arlur ayıları ve o kurbağanın sesi… hepsi birbirine bağlı.

Belki de hayat sadece, zamanın ağırlığını hissetmeden yaşamak, ama bir yandan da her şeyin sesini duymak. Bir kurbağanın ağlamasını, dağlardan gelen rüzgarın hışırtısını, ayının hırıltısını. Ve o çığlıkları, zamanın derinliğinde kaybolan… o çığlıkları duyduğumda belki de bir şeyler geri geliyordur. Ama belki de her şey kaybolmalıdır. Huzurlu bir kayboluş, dağların üstünde kaybolan bir yankı gibi.

 

 

“Tanrı Katili”

Birkaç yıldız dönümü sonra…
Bolca kurbağa ağlaması, tuz sincabı etinden beslenmek ve bataklıkta otobur olmanın bir seçenek olmadığını zor yoldan öğrendim. Oda arkadaşımın ayağının kayıp, bıçağımın üzerine düşmesiyle mağaradan zar zor çıktım. Yüzlerce ayak yukarıda, sislerin örttüğü Kral Yolu’na bakarken, aşağı atlama dürtüsünü bastırmakta hayli zorlandım. Fısıltılardan biri sislerin yastık gibi olduğunu söylüyordu. Bir diğeri ise göklerden tam atladığım anda tanrı ağacı yapraklarığı düşüceğini ve benim tutunarak inebileceğimi fısıldamıştı. Keşke Dalla burada olsaydı… Onun sesi, genelde içimdeki sesleri bastırırdı.

Yine de denemeye karar verdim. Uçuruma adım attığımda, rüzgâr beni gerisin geri itti. Böylece uzun ama güvenli inişime başladım. Yerdeki taşlardan birine fısıldarken, ağzımdan süzülen mavi sisin taşa akmasını izledim. Bu görüntü beni her zaman büyülemiştir. Yüzlerce ayak yükseklikten düşme fikri, oldukça kullanışlı bir anıdır.

Sislerin içine her adım attığımda, acı da büyüyordu. Bu kez, sisler yastıktan çok ağzı sonuna kadar açılmış bir yaratık gibiydi. İlk kez girdiğimde yalnızca birkaç gün dönümümü almışlardı. Ama bu sefer… Kolumu ve gözümü götürdüler. Onları geri almak için beş kez daha girip, acı dolu havayı ciğerlerime çekmem gerekti. Yukarıdan girmek kolaydı; fakat Kral Yolu’na ulaşmak, tahminimden çok daha can yakıcı oldu.Kuyunun tek iyi yanı, sislerin oraya girememesiydi herhalde.

Sislerin kısa süreliğine açtığı boşluk sayesinde Kral Yolu’na ulaşabildim. Kendimi bu eski taşa bırakmadan önce, çamurda uyumanın, dostumun horlamasının ya da kurbağa çığlıklarının dışında da anılarım olması gerektiğini düşündüm. Bu yüzden boynumda taşıdığım yakut mücevhere kulak verdim. Kendi sesimden hikaye dinlemek… oldukça güzeldi.

Bir zamanlar bir adım vardı.
Bazıları bana “Savaşın Yetimi” der.
Bazıları daha yaratıcıdır: “Siyah Kalp”, “İblis”, “Kuyunun Delisi” ya da en çok tutan: “Şans’ın Çocuğu”
Ama ben bu aralar kendime daha çok “Yıkanmamış Pis Kokan Berg” demeyi tercih ediyorum.
Gerçi en bilinen adım artık… Tanrı Katili.

Karanlık, dumanla örtülmüş bir savaş alanıydı.
Kan, toprağa yapışmıştı; keskin demirlerin gıcırtısı, çığlıklarla havada yankılanıyordu. Berg, boğazında sıkışan nefesle bulanıklaşan gözleriyle cehennemi taradı. Her an ölebilirdi; başka bir ceset, başka bir isimsiz ölü gibi. Ama hâlâ yaşıyordu. Şansı, onu ölümden defalarca kurtarmıştı. Yine de bu kez… farklı bir şeyler vardı.Toprağa saplanmış mızrakların, devrilmiş sancakların ve kırık kalkanların ortasında Berg, kanlar içinde sürünüyordu. Adı çoktan unutulmuş bir fısıltıydı artık. Ne zırhı vardı, ne de silahı… Sadece yemek yerken kullandığı küçük bıçağı vardı, ona ailesine sarılır gibi sarılıyordu. Hayatta kalışı mucize gibiydi; okların arasından sıyrılmış, devlerin ayakları altında ezilmemiş, büyü patlamalarının kıyısından dönmüştü. Birileri onun hakkında şöyle diyordu artık“ O, Şans’ın Çocuğu.”

Sahip olduğu tek şey, aptalca bir isyandı. Daha önce binlerce kişi gibi yok olacağına inanıyordu. Ailesi — annesi, babası — “Yılan Tarikatı” tarafından, uğursuz tanrı Luta’ya kurban edilmişti. O günden beri gözlerinde ışık kalmamıştı. Onu hayatta tutan tek şey, intikam arzusuydu. Boşluğun ordusuna katılmıştı, ölmek için. Ama ölse bile oradan çıkamayacaktı. Onun silahı, şanstı. Ve o gün, kader diz çöktü. Savaşın ortasında yankılanan bir ses vardı — ne insan ne de yaratık sesiydi bu. Zaman dondu. Kan akmayı durdurdu. Küller havada asılı kaldı. Ydra, onu gördü.
Kırmızı ışıkla doğmuş, gülüşünde kaos taşıyan bir tanrıça.
Bir adımıyla olasılıkları yeniden yazan, bir bakışıyla kaderleri yıkan yalanların ve gerçeklerin anası. Ayakta kalan tek kişi Berg’di. Diz çökmemişti. Belki birkaç dakika önce kulağını sis almıştı. Belki artık ölmek istemiyordu. Belki de sadece başka seçeneği kalmamıştı an, gökten bir yıldırım düştü.
Uzaktaki büyücülerin gönderdiği bir büyü, yanlışlıkla Berg’in yanına isabet etti. Yıldırımın gürültüsüyle irkilen Berg’in bıçağı elinden fırladı. Döndü, savruldu, döne döne…Ydra’nın boğazına saplandı. Berg öylece duruyordu. Ellerini bile kaldırmamıştı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ydra’nın gözleri son kez şaşkınlıkla açıldı ve ona döndü. Bir tanrıyı öldürmek dışında şaşırtmıştı. Bu bile büyük bir olaydı. İsmi bilinen tanrılardan bile olsa onu öldürmüştü.
Sonra yok oldu. Bir tanrı, savaş alanında, tesadüf gibi görünen bir mucizeyle öldü. Ve o gün tanrılar ilk kez… korkuyu hissetti…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sis Yolu

Mavi sis yakuta geri döndü. Gözlerimi kaplayan sisler yavaşça dağılmaya başladığında, Kral Yolu’nu yeniden görebildim. Dağlarda uyumamı sağlayan zehirli gazların yayıldığı, devasa bir bataklık alanı tüm çıplaklığıyla karşıma çıktı. Keşke yanımda birkaç boş şişe olsaydı. Bu zehirli gazlar, yürüyen kasabalarda oldukça iyi fiyatlara takas edilebiliyordu. Kim bilir, belki karşılığında iyi bir bıçak anısı da edinebilirdim.

Sislerin güzel yanı, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmezken, içeriden her şeyin berrak olmasıydı. Kim, canavarların dolaştığı kaynayan bataklıkları ve sisler içinde yürüyen cesetleri görmekten keyif almazdı ki?

Yıldızlar görünmeye başladığında, içimde altıncı döngüde olduğumuzu hissettim. Işık giderek azalırken, bir yürüyen kasabaya ulaşma umudumu yitirmek üzereydim. Derken, bir sis tüccarı görmek bana tarif edilemez bir mutluluk verdi. Gerçi “görmek” doğru kelime olmayabilir. Bir sis tüccarını tanımanın yolları vardır: Mavi cübbesi, üstünde iç içe geçmiş üç spiral sis dalgası ve ortasında bir göz sembolü bulunur. Eğer yeni sislerden değilse, yüzü yerinde sadece sislerden oluşan bir bulut taşır. Her zaman burunlarının kaşınıp kaşınmadığını merak etmişimdir.

Kısa bir süre önce iki kolum yokken burnumu kaşımaya çalıştığımı hatırladım. Uzun bir dile sahip olmanın işe yarayacağı anlardan biriydi. Gerçi böyle bir lütuf olsa bile, bana verilmesi en son düşünülen kişi olacağım kesindi.

Cübbesinden sarkan kolunda üç kesik olan sis tüccarına nazikçe yaklaştım. İsmini bilmenin kimseye faydası olmazdı ama bir yüzsüzün yanında onu anmanın da felaketle sonuçlanabileceğini bildiğimden, “Sislerin Efendisinin Kaybolan Adı” adına eğilerek selam verdim. Acaba gözlerinin yerinde dönen bulutlar, selamımdaki inceliği takdir eder miydi?

Tüccardan nazik bir kadın sesi duyunca içimde bir rahatlama hissettim. Tek üzücü taraf, sesin yalnızca benim anılarımdan yankılanmasıydı. Belki kız kardeşimin, belki de kuyudaki oyuklarda oynadığım bir kızın sesiydi… Gerçi bunu öğrenmek için zümrüdüme bakacak ne vaktim ne de isteğim vardı. Bu dünyada unutmak, hatırlamaktan çok daha önemliydi. Her ne kadar bazı şeyler hatırlanmayı hak etse de…

Yeni Sisler Tarikatı’na katılanlar, sis yüzlerini almak için seslerini ve anılarını feda ederdi. Her anının sislerden gelip ona döneceğine dair inanç oldukça yaygındı. Ama ben, sis lütfuna ulaşma arzusunun bu tarikatlarda çok daha güçlü olduğunu hissediyordum. Belki birkaç ay döngüsü sonra ya da yüzlerce yıl içinde, karşımdaki bulut bile bir Lütufkâr olabilirdi.

Gerçi belindeki sis kılıcıyla hâlâ yaşıyorsa, ölmek onun için pek mümkün görünmüyordu.

Bir ayı ölümü anısını takas ederek yürüyen kasabalardan birine sis kapısı açmasını kabul etti. Adamın ya da kadının gerçek sesini duymak için neler vermezdim… ama pazarlık ben fark etmeden bitmişti bile. Önümde, sislerden yükselen kulelerin göründüğü bir kapı açıldı.

Eski Hesaplaşmalar

Sis kapısından adımımı attığımda şehir boğazıma oturdu. Taşları gri, sükûneti puslu bir mezarlık gibiydi. Bu yürüyen kasabanın adı yoktu—en azından yaşayanlar arasında. Sislerin dışından gelenlere sadece “Kuleler Şehri” derlerdi ve bende tam olmam gereken yerdeydim. Acaba zihnimde yine tanıdık soru belirdi acaba yüzsüzle yapılan pazarlıkta iyi miydim ya da sadece şanslı mıydım? Her sokak, hanın loş koridorlarından farksızdı. Duvarlar fısıldıyor gibiydi; dinlememeye çalıştım.

Henüz gece düşmemişti ama karanlık, buraya hep erken inerdi. Yürürken ellerim boştu ama gözlerim uyanıktı. Gecenin burun deliklerime sızan kokusuna göre bir sıcak bir yemek yakındaydı. Ya da bir pusu. Genelde yemek bulamazdım.

Adımlarımı yavaşlattım anda, ardımda yankılanan bir nefes… Sessiz bir adım sesi, taşların üstünde usulca akan ölüm. Havada tuhaf bir şekilde tanıdık bir kan kokusu… Kuyunun altındaki günlerimi hatırlattı bana.

“İblis…” dedi bir ses. Kadifemsi bir tını. Ama içinde zehir vardı—kelimenin hem gerçek hem mecaz anlamında.

Arkamı döndüm. Kapüşonlu bir figür… ama çenesi açıkta. O yüz… Yılanlar tarikatında birlikte antrenman yaptığım Gezir.  Hala hatırladığım kadar çirkindi. Yıllar önce gözleri buz gibiydi. Şimdi… artık sadece keskin ve kararlıydı. Ölüm taşıyordu. Seni birkaç kez öldürdüğüme yemin edebilirim,” dedim. Yarım kalmış bir iş vardı,” dedi, zehri damla damla fısıldarcasına. Belinden iki hançer çekti. İkisi de soluk maviye çalan bıçaklardı—sis zehri. Elbette ki o eski numaralarla gelmişti. Bıçaklar üzerime yıldırım gibi geldi. Solumdan vurdular. Kasıtlı. İlkini bükülerek kaçırdım, ikincisini kolumla savuşturdum. Cilt yandı—tahmin ettiğim gibi, zehirliydi. Onu tekmeyle geri ittim. Sırtı taş duvara çarptı. Ayakta kaldı. “O tanrıyı gerçekten sen mi öldürdün?” dedi, yeniden saldırırken. Cevap vermedim. Yumruğum çenesine oturdu. Dişleri kanla yere düştü. Bir hançer artık elimdeydi. Sol göğsüne sapladım, kalbinin altına. Döndü, dirseğini geçirdi burnuma—kırıldı. Geri sendeledim ise titreyen gözlerle son hamlesini yapmaya hazırlanıyordu. Ama bu dövüş onun planladığı gibi bitmeyecekti. Gömleğimin altından küçük kızıl bıçağımı çektim. İki adım, bir sıçrayış. Dizim kaburgalarına gömüldü, yere çökerken bıçağı boğazına dayadım.

“Beni tanıdın,” dedim. “Ama artık eskiden tanıdığın kuyunun korkak çocuğu  yok. Sizlerden daha çok yaşıyorum, sizin aksinize ben kulaklarımı kapatmadım ve kuyunun dibini gördüm. Boğazından çıkan ses çırpınıştı, son nefretiydi. Son darbeyi vurdum. Sessizlik. Geriye yalnızca sis kaldı. acaba tekrar peşime düşmesi ne kadar sürerdi. Bir çocuk sokağın köşesinden bakıyordu. Göz göze geldik. Kaçtı. Burada bir ceset görmek sıradan bir şeydi. Kanayan kolumu sardım. Onun cübbesinden kalan kumaşla. Hançerini aldım. Zehri işe yarayabilirdi. Cesedi bir kaldırım boşluğuna sürükledim. Sis onu yutacaktı. Adımlarımı hızlandırdım. Eğer Gezir beni bulduysa, diğerleri de gelecekti. tarikat hâlâ peşimdeydi. Âmâ ben de hâlâ ayaktaydım. Ve henüz vermem gereken cevaplar vardı.

 

Gezir’in cesedi hâlâ sıcakken, bir şey içgüdüsel olarak kıpırdandı içimde. Havada sessiz bir gerilim vardı. Sokağın duvarları birden fazlaca gölge tutmaya başlamıştı. Gözlerim refleksle taradı etrafı. Bir çatıda siluet belirdi. Ardından bir diğeri. Üç… dört… beş. Siktir. Yılanlar tarikatının eski numaraları. Sessiz, uyumlu, koordineli. Kaçmayacağımı düşündüler belki. Ama ben aptal değilim. İlk ok duvarın yanına çakıldığında ayaklarım çoktan hareket halindeydi. Sol çaprazdan gelen ikinci ok, başımın hemen üstünden geçip yere saplandı. Arkamdan bir bağırış: “kafası dışında herşeyi alın! Başı  yılanların babasına ait!” Koştum. Sokaklar dar, taşlar kaygandı. Ayaklarımın altındaki her sesi dinliyordum. Arkadan yaklaşan çabuk adımlar vardı, ama beni tanıyanlar bilir—ben koşarken şehir susar. Bir duvar—iki metre yüksekliğinde. Bir kutunun üstüne sıçradım, ellerimle tutundum, dizlerimle yukarı çektim. Çatının üzerinden atlayıp karşıya geçtim. Ayakkabım kaydı ama dengeyi tuttum. Nefesim henüz bozulmamıştı. Alt sokakta iki kişi daha belirince, sola kırdım. Kalabalık bir pazar yerine çıktım—burası şansımdı. Kalabalığın içine daldım, eski günlerdeki gibi omuz atarak aralarından geçtim. Bir çocuğun elinden şapkasını çaldım, başıma geçirdim. Üzerimde mükemmel durdu. Birkaç saniyelik dikkat dağılımı yeterliydi. “Görünürde yok!” diye bağırdı biri. Duvarda bir yansıma gördüm. Arkamdan gelen birini fark ettim. Elindeki kıvrık hançeri tanıdım—Nathas. Eskiden beraber eğitim aldığımız, gölge gibi yürüyen sinsi herif. Göz göze geldik. Kalabalığın içinden sıyrıldı. Yalnızca bir yol vardı. Alt tünele girmek. Kanalizasyona inen eski kaçış kapısını hatırladım. Yere çömeldim, taş döşemenin altındaki gizli kapağı bulup zorladım. Paslı menteşeler inledi ama açıldı. Kendimi aşağıya attım. Zifiri karanlık, nemli, kokusu iğrenç. Ama hayat kokudan değerlidir. Üstümden geçen ayak seslerini dinledim. “Burada olmalı!” dediler. Ama ben çoktan suyun içinde yürümeye başlamıştım. Sessizce, yavaşça, iz bırakmadan. Onlar çatılarda ve sokaklarda boşuna koşuştururken, ben şehirden kaçmak için altından yürüyordum. Her şeyden önce bir hırsızdım. Ve hırsızlar, sokaklarda değil, gölgelerde yaşar. Ama içimde bir his vardı. Bu son saldırı değildi. Lonca uyanmıştı. Ve beni tekrar kafese koymak istiyorlardı. Ama artık ben kafese sığmayan bir hayvandım.

 

 

 

 

 

 

 

Yerin Altında Akan Gölgeler

Tünelin karanlığına alışmam sadece birkaç nefes sürdü. Ayak bileklerime kadar yükselen pis su, geçmişin hayaletleri gibi sessizce sürünüyordu bedenime. Yine de kendimi güvende hissediyordum. Yaratığın üstünden düşmediğim sürece güvendeydim.

Tünelin içinde ilerlerken elimi duvar boyunca sürüdüm. Parmak uçlarım yosunla kaplı eski bir sembole denk geldi. Üç başlı yılan… tarikatın geçmiş zaman mühürlerinden biri. Demek ki hâlâ burayı kullanıyorlardı. Belki de aradığım bilgi, peşimdeki ölüm kadar yakındı.

Bir köşeyi döndüğümde loş bir ışık belirdi. Dikkatle yaklaştım. Ufak bir odacık. Ortasında mumlar, duvarlarda kısmen silinmiş ritüel çizimleri… Ve bir ceset.

Üzeri sisle kaplanmıştı. Gerçek bir sis değil, tarikatın kullandığı türden—anıların içinde akan, boğucu, serin bir örtüydü bu. Yüzü yoktu. Ya da ben görmek istemedim. Ama elindeki küçük deri kitap dikkatimi çekti. Kapağında kayıp dilde semboller yazıyordu, Sadece efsanelerde olan şeylerden biri karşımdaydı. Kuyudaki tüm taşlarda bile bir kitaba dokunan birinin anılarını bulmazdınız. Aradığım bilgilerden biri olabilirdi bu.

Ama elimi kitaba uzatmamla birlikte bir ses yankılandı odacıkta:

“Gölgeye dokunan, hatıralarını öder Berg.”

Tetikte döndüm. Duvarın içinden çıkan bir figür—sanki sisin içinden doğmuştu. Üzerinde yılan pullarını andıran giysiler, gözleri kapalıydı ama hareketleri keskin. Sis Tüccarlarından biri değildi. Daha karanlık, daha içeriden bir şeydi bu. Yılanlar seni istiyor. Ama ben farklıyım. Ben sadece geçmişini istiyorum.”

az kalsın kahkalarıma engel olamayacaktım.“Geçmişimi mi? Onu mezarda bıraktım.”

Ve sonra, bir anda hareket etti.

Gölgelerin içinde ilerlemenin avantajını kullanarak, mumlardan birini adamın yüzüne fırlattım. Sis bir anda tutuştu. Adam çığlık bile atmadan, kaybolan bir düş gibi dağıldı havaya.  derin bir nefes aldım. Kitabı alıp iç cebime yerleştirdim. Sisler geri gelmeden çıkmalıydım buradan.

Yukarı çıkan eski bir taş merdiven buldum. Her adımda, kitabın içindeki simgeler zihnime kazınıyor gibiydi. Kayıp bir tanrının adı fısıldanmıştı içeride: Valn. Unutulmuşlukla hükmeden, bilgiyi sisle saklayan bir tanrı. Yüzeye çıktığımda gece tam anlamıyla çökmüştü. Uzakta yürüyen kasabaların kuleleri, sisin içinden belli belirsiz parlıyordu. Ama yönüm belliydi. Lira’nın yanına

Belki bu kitap beni onlara bir adım daha yaklaştıracaktı Belki de daha büyük bir cehennemin kapısını açacaktı. Heyecandan dans edebildim gerçi yaktığım yaratığa saygılılık olurdu. Yol boyunca ıslık çalmakla yetindim.

Bölüm: Küller Arasında Sessizlik

Gece, sonunda gerçekten gece oldu. Sessizlik, fısıltıları bile susturabilecek kadar derindi. Dışarıdaki şehir uyumuştu. Lira’nın evi ise başka bir dünyaya aitti. Sis Sülüğü’nün kasabayı sırtında taşırken geride bıraktığı, sarsılmayan birkaç bölgeden birinde, yıkılmaz kulelerin yakınına inşa edilmişti. Üzerinde pas tutmayan bir metalden yapılmış, iki katlı bu ev, yaratığın kafasına yakın olduğu için sis neredeyse hiç ulaşamıyordu.

Ateş usul usul yanarken, Lira’nın tavşan büyüklüğündeki, kısa kulaklı ve gözleri neredeyse kapalı olan ama gülümseyen ifadesiyle ona bakan sisçöreği Talas, bastığı her yerde ince buhar halkaları bırakıyordu. Lira ise çoktan uyuklamaya geçmişti. Başını masaya yaslamış, ağzı açık bir şekilde horluyordu. Onu izlerken istemsizce güldüm. Hâlâ yaşıyor olmam kadar imkânsızdı hâlâ böyle uyuyor olması. Evinin kapısından gizlice biri girip yemeğini yiyebilir, hatta banyosunu kullanabilirdi.

Lira uyanırken pencerenin önünde oturuyordum. Gözleri odada gezindi, ocaktaki kazana baktı. Gülmeye yakın bir ses çıkardığına yemin edebilirim. Sonra ateşin başında beni gördü. Elimdeki bıçağı sürekli döndürüp çeviriyor, düşünüyordum. Sessizce yanıma geldi. Ateşin kızıllığı yüzüne vurmuştu; gözleri yıllar öncesine, çok daha sakin gecelere dalmış gibiydi. Güzelliği, yüzsüzleri bile gülümsetebilirdi. Usulca yanıma gelip o eşsiz gülümsemelerinden birini takındı. Elimdeki bıçağı alıp fırlattı ve ardından yüzümdeki her zerrede hissedebileceğim bir tokat attı.

“Bir daha talaşı pişirmeye çalışırsan, yılanlar bile seni elimden alamaz,” dedi ve kazanın içindeki gülümseyen Talas’ı kucağına aldı.

“Tadını sen de merak etmiyor musun?” diye sordum.

“Sıcaklık ve mutluluk hissetmek için dokunmak yetiyor,” dedi, gözünü benden ayırmadan.

“Ve bir damla kan vermek,” dedim gülümseyerek.

Lira, “Parlayan siyah-gri pullu yaratığın… Onu da yemeğe çalışıyor musun? Tahmin ediyorum ki birkaç damla kan daha küçük bir bedel,” diyerek pencereyi kapatmak için ayağa kalktı. Pencereden süzülen hafif sis bulutu yok oldu.

“Bizimki biraz daha özel bir anlaşma, ne yazık ki. Ve ben onun tadına bakmayı aklımdan bile geçirsem, o benim tadıma bakmak isteyebilir. Ve ben… lezzetli olamayacak kadar pis kokuyorum,” dedim.

Sonunda özlemini çektiğim gülme sesini duyabildim. Bir tanrıça lütfu olması gereken gülüşü sona erince, biraz hüzünlü gözlerle bana baktı ve “Hatırlıyor musun?” diye sordu. “Bu şehir. O anılar. Biz.”

Bir süre sessiz kaldım. Sonra bıçağı masaya bıraktım. Kızıl, çirkin bıçağın kabzasındaki göz alıcı taşı görünce gülümsemesi geri geldi ve kollarını boynuma doladı.

Tadını hâlâ merak ettiğim talaşın, yuvalarında sisler gezen gözleri dikkatimi dağıttığı için bu kısa bir anı olarak kaldı ne yazık ki. Sis ipliklerinin yüzlerce kuru çiçeği muhafaza etmesi sayesinde, en az Lira’nın dudakları kadar yumuşak yatakta çiçek kokusunu içime çektim ve Lira’nın hayatı boyunca asla Arlur pisliği koklamaması için Unutulmuş’a dua ettim.

Lira’nın gözleri tekrar açılırken eşsiz gülümsemelerinden birini daha kazandım. Kızıl saçlarını kenara çekip, “Sana bir sürprizim var,” dedim. Yatağın ve onun kokusunu bırakmanın hüznüyle kalktım. Heybemdeki kitabı gördüğü anı bir taşa saklamam gerekirdi. Aceleyle o da yatağı terk etmeye hazırlanırken kıyafetlerini uzatmamı istedi. Onu uzun süre inceledikten sonra bakışını ve görüntüsünü kesemdeki küçük bir taşa fısıldadım, sonra kıyafetlerini verdim.

Sisler, gökyüzünden gelen ışığı yavaşça boğarken, küçük kazandaki yemeğimi yiyip onun kitapla oda içinde bir ileri bir geri yürüyüşünü ve yüzündeki meraklı bakışı izledim. Sonunda durup yanıma oturduğunda sordu: “Kayıp Küller Kitabı’nı nasıl bulabildin?”

“Şans,” dedim yalnızca.

Tekrar kahkahasını duydum. Fısıltılar onun sayesinde mi gidiyordu acaba? Bu kısa anımız yüzünden Dalla bana kızar mıydı? Onun sesini uzun zamandır duymamıştım.

Düşüncelerimden, “Bu iğrenç yerde yüzlerce gün bunu bulmak için yaşadım,” diyen Lira’nın sesiyle çıktım. “Sonunda lütfunu verenin adını öğrendim,” dedim, yüzümde aptalca bir sırıtışla.

Zihnimde yanan anının acısıyla kendimi bir anda yerde kıvranırken buldum.

“Ve hemen unuttum,” dedim gülerek.

Lira, bilgeliğinin ne kadar korkutucu olduğunun canlı bir kanıtı gibiydi. Umarım beni kıvrandıran o anı, onun zihninden gelmiyordur diye düşündüm. Doğrulup ayağa kalktım. Yüzündeki hafif solukluk ve moraran dudaklarını görünce, lütfu hakkındaki sorularımdan vazgeçtim. Ne de olsa, bir lütfun bedelini sormak oldukça kaba bir davranıştı.

Lira hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti. “Kitap bulunup tekrar kaybolmadan önce, eskiden Beresh Kütüphanesi’ndeydi. Ama on yıl önce kütüphane yandı. Herkes kitapların yok olduğunu sandı. Benim dışımda.”

“Velmura Bataklığı’nda olabileceğini hissedince buraya geldim. Hikâyenin geri kalanını biliyorsun zaten,” dedi yemeğine devam ederken.

Yeşil gözleri mavi ışıkla parıldarken konuşmasını sürdürdü:

“Ama bu ne yazık ki sadece bir parça. Yangından sonra bir koleksiyoncunun eline geçmiş. Haritanın tamamı değil ama nerede olduğunu söylüyor.”

“Kimde şimdi?” diye sordum.

“Damarion adında bir boynuzluda Kendini ‘Kral Koleksiyoncu’ ilan etmiş, takıntılı bir aristokrat. Kuzeydeki kasabalardan birinde, Solhane Malikanesi’nde yaşıyor. Surlarla çevrili, özel muhafızlarla korunuyor. Girilmesi neredeyse imkânsız bir yer.”

Gülümsedim. “Neredeyse imkânsız, ha? Bu benim için bir davet mektubu gibi.”

Lira da hafifçe gülümsedi. “Bunu alırsan… diğer kitapların yerini öğrenebilirsin. Ve belki, gerçekten o tanrıların sırrını çözersin.”

Sessizlik yeniden çöktü. Ama bu kez huzurluydu.

Lira başını omzuma yasladı. Ben de onun saçlarını kokladım—hâlâ lavanta… Hâlâ aynı kadın. Ama artık biz, aynı insanlar değildik.

Yine de bu gece gerçekti.

Sabaha doğru, Talas uyanmadan önce bir plan yaptık. Yola çıkmadan önce zırh, silah ve biraz altın gerekiyordu. Belki birkaç eski borç kapatılacaktı. Belki birkaç yeni düşman edinilecekti. Ve tabii ki, Lira evini seviyorsa, gün bitmeden beni bir yere kilitlemesi gerekecekti.

    Bölümler

    ı yeni başlangıç
    En Eski

    Henüz bölüm yok

    Reset

    İlgili Hikaye Öğeleri

    ı yeni başlangıç
    • Karakter
    • Mekan
    • Organizasyon
    • Tür
    • Diğer

    İlgili Öğe Bulunamadı

    Reset

    İncelemeler

    Blog

    İlgili yazı yok

    Reset